• -şanslısın. dinle... şarkı gibi, değil mi?
    -nedir o?
    -çiftleşmemiş genç arılar... kraliçe arı olmak isteyen ve balmumundan yapılmış hapishanelerinin kapısını döven bakireler kapıyı kırmaya çalışıyorlar. fakat diğerleri, nöbetçiler dayanarak çatlakları dolduruyorlar.
    -çıkmalarına neden izin vermiyorlar?
    -çünkü arılar sadece kraliçe olarak seçtiklerinin çıkmasına izin verirler. diğerleri ilkinin başına bir şey gelmesi hâli için saklanıyor. bu arada erkek arılar suya gidecekler. üzerimizde biriken işlerini yapıyorlar. onları görebiliyor musun?
    -ne yapıyorlar?
    -kraliçe’yi bekliyorlar. gelecek erkek arılarla dans ederek göğe yükselecek ve bir tanesini seçecek.
    -bu kraliçe'nin dansı mı?
    -bu kraliçe'nin dansı...

    anılarıyla bir adam, suskun. sürekli olarak geçmişin o görkemli hikâyelerinde, toz toprak yaşanmışlıklarında yaşıyor, dünde kalmış kalbi, benliği, her şeyi. bugüne ait bir şeyi varsa o da kocaman bir hiç. yine göç, yine yol, yine bir spyros. evlatları ayrılıyor evden bir bir, kimi okuyor, kimi evleniyor. eşinin kalbinden oldukça uzak. o yalnız, tek başına, öğretmenliği bir istifanın gölgesinde sükunete bürünüyor. babasının, dedesinin, toprağının meşgalesine dönüyor, arıcı. yollara düşmüş bir arıcı. kovanları kamyonetinin arkasında, kendi anılarının seyahatine düşüyor, sessizce. oldukça ketum, bakışları sabit. dinlenecek vakti arıyor, dünya ters düz olmuş. yerle yeksan bir toprağın arasında ezilip kalıyor, arayışı kendinden ötede.
    spyros’un kalbindeki eksiklik, sevgi ve sessizlik gözlerinin ışığında gizleniyor. hayat ona tokadını atmış, atmış bir köşeye, umarsızca. her şeye, herkese yabancılaşmış, saçındaki aklar kendi geçmişinin anılarını bağırıyor. hüznü kenetlenmiş, her defasında yara alıyor, göç hâli, yolculuğu ona eski dostlarını görme fırsatını veriyor. bugünü reddediyor spyros, bugüne dair ne varsa. hiçbir şey onu tatmin etmiyor. gelgitlerin ortasında savrulup duruyor, her defasında sancılanıyor, eksik bir adam spyros.

    genç kız. yersiz yurtsuz genç bir kız. bugünü hatırlatan bir kimse sadece. göçün ortasında buluyorlar birbirlerini. spyros’un kalbini tamamlıyor. spyros, kaçıyor, dönüyor, dolaşıyor, genç kızdan uzak durmaya çalıştıkça, onu kalbinden atmaya çalıştıkça iyice saplanıyor kalbine. sevgisini, merhametini ona veriyor. ağzından laf çıkmıyor pek. bu bir tutku, aşkın bağı. spyros, bugüne saplanmayı reddediyor her defasında. iki insan, ikisi birbirinden kurtulmaya çalışıyor, sonra birbirlerini arıyorlar, kaçıyorlar, arıyorlar, kaçıyorlar, arıyorlar. öyle ki tüm bunlar olurken sessizlik o melissokomos’un içinde büyüyor, arıcı spyros kuytulara karışma niyetinde, dünyadan el ayak çekiyor, bugünün dünyası artık çok kirli. hayat tesadüf ya da biraz karma. kendi öz topraklarının kokusu, yurdunun hasreti, gençlik yıllarının dostları bu dünyadan, kendi dünyasından göç ettikçe onun ketumluğu daha katlanılmaz bir hâl alıyor. bu dünyanın gülünçlüğünü istemiyor çünkü onu yaşamaya bağlayacak öze, hakikate dair izlerden noksan. angelopoulos, spyros ile bir insanın varlığını ve hiçliğini iki keskin çizgi ile gösteriyor. onun maneviyatındaki yokluğunu, varlık-hiçlik dualitesini, arayışının dakikalarını hakikat sessizliğine ve pusluluğuna bağlıyor. kovanlardaki arılar sonsuz kargaşayı, petekleri onların çıkmazını oluşturuyor. bitmek bilmeyen sesleri spyros’u sindiriyor. o sustukça, onların sesleri artıyor. rüzgâr yaklaşıyor, korku da.

    victor erice’in 1973 yılı yapımı, destansı dicta blanda filmlerinden biri olan ispanyol taşra hicvi arı kovanının ruhu’ndaki düşünce geçişlerinin bir benzeri angelopoulos’un arıcı’sında da mevcut. erice, taşradaki yalıtılmış kültürün özünü - sevgiyi, hakikatin merhalelerini iki çocuk (ana ve ısabel) ile gösterirken, angelopoulos bunu sadece spyros’un omuzlarına yıkarak yapar, genç kızıysa bugünün bir prototipi olarak verir. ana ve ısabel, erice’in arı - kovan metaforunun salt mekanizmasını oluşturur, onlara fonksiyon ve toplumcu gerçekçilik perspektifine uzanarak bir kimlik kazandırır. onları, toplumun ötesindeki geleceği karartılmış, yalnızlığa itilmiş çocuklar olarak resmeder. angelopoulos’un spyros’unun bu bağlamda ana ve ısabel’den farkı yoktur, bu iki timsalin ardında adil olmayan dünya düzeni yatar ki iki usta yönetmen erice ve angelopoulos bir aralıkta buluşur : hakikat değişmez, birdir.

    "ilk seferinde hava güneşliydi. güneş ışığı gözümüzü alıyordu. meramımız belliydi. boş yere gölgelik bir yer aradık..."

    theodoros angelopoulos, spyros’un anılara gömülü yaşamıyla eskiyi, değişmemiş ve saf olanı bir kez daha suyun yüzüne çıkarır. zaman ilerledikçe zehirlenir insan, eskide bozulmamışlık vardır. belki de spyros’un bugünkü yaşantısının kökleri çoktan kurumuştur, bitap düşüşü, çöküşü ve de yıkılışı bugüne bir ağıttır, bugünün dünyası, eskinin dünyası, keskin farklar ve bu farkların arasındaki boşlukta kalan bir insan ya da insanlar. değişmiyor, bugündeki genç kıza son kez tutunmak isteyişi bundan. yaşamasını gerektirecek dallara sıkı sıkı tutunmalı spyros. gözlerinin sürekli olarak boşluğa dalışı rahatsızlık verici, yaşadığı anlarda ölüşünün dirilişini istiyor ama zorluğun içinde kalbi ve anıları.

    toprağın insanının elleri titrer. çile ve hüzün her zaman vardır. bazen can yorar. kalbini dinlendirmek ister, her şeyden vazgeçip, en uzağa, en kirlenmemişe, en güzeline gider insan. bu bir saplantı değil. saldırıları, dünyanın tozlu yüzeylerindeki hakikatin yitirilişinden doğan örümceklerin dağılmayan ağlarına benzer. ondan kurtulup, pür olanı göğsüne alıp sarılma niyeti taşır kalp. zira, insan temiz yaratılmıştır. kirleten biziz, onlar. bugünkü yaşantısının izlerini gördükçe daha çok yara alır. anıların kendi seyahatindekini yerini bilir. zaman geriye doğru değil, ileriye doğru akar. onlar spyros’u öldürdükçe, spyros daha da derinlere iniyor, hasretlerine, anılarına. içimizde diriliyor. bugünden eksik, yarım okunmuş bir kitap gibi, daimi bir resimsizlik isteği gibi. spyros’un yaşamındaki bulantının mimarları bugün kendi dünyalarında insanları öldürüyor, acımasızca, kazandıklarını sanıyorlar, yanılıyorlar. bu istek onlara diğerlerinin yaşam alanını bir alt bareme indirgeme imkanı tanıyormuşçasına hoyratça soytarılıklarını sergilemeye devam ediyorlar ve insan bir kez daha kuytulara çekiliyor. spyros, kovanlarının yanında artık, babasının, dedesinin toprağında. yıllar önce orada yaşardı. toprağı kokluyor, toprak ona istediği her şeyi veriyor.

    ölümlerinin ardından usta yönetmen t. angelopoulos’a ve fellini filmleriyle bildiğimiz, arıcı’da ciğerlerimize işleyen usta oyuncu marcello mastroianni’ye en derin duygularla...
  • beekeper, theo angelopoulos'un triology of silence" adını verdiği üçlemenin ikinci filmi ( voyage to cythera(1984), the beekeeper (1986), landscape in the mist(1988) ). eleni karaindrou bu üçleme için yaptığı besteleri ecm'den çıkardığı music for films adlı albümünde topladı (eternity and a day'de beekeper için yaptığı besteler yoktu, music for films'de the beekeper'dan farewell theme, scream, improvisation on farewell and waltz theme,farewell theme ii yer aldı). the beekeper için ana temayı bulan karaindrou, bestesindeki müzik rengini yalnızca jan garbarek'in tamamlayacağını düşündüğü için soundtrackte onunla çalıştı. bu çalışmadan sonra karaindrou ve garbarek antik epidarius tiyatrosunda iki konser verdi. konserden sonra time dergisi'nden michael walsh, karaindrou'yu yunanistan'ın yaşayan en iyi bestecisi olarak tanımladı. the beekeper'daki to vals to gamou ise filmin oyuncusu marcello mastroianni'nin en sevdiği temaydı. albümün en iyi parçalarından biriydi ve yunanistan'da uzun süre dinlendiğine dair yorumlar mevcut.
  • bu şahane filmin afişindeki marcello mastroianni'nin döndüm kıbleye doğru açtım ellerimi duruşu efsanevidir.
  • theo angelopoulos’un “sessizlik üçlemesi”nin 1986 tarihli 2. filmi. hayatında bir sebeple kırılma yaşayan ve melankoliden muzdarip orta yaşlarının sonlarındaki spyros’un ve yine bir sebeple hayatını geride bırakarak kendini yollara vuran genç bir kızın (adı filmde geçmiyor) yolda kesişme hikayesine odaklanıyor. bu bakımdan film sinemada bir çok örneğine rastlayabildiğimiz bir yol hikayesi. fakat diğer “yol hikayelerinin” aksine arıcı’da yolun vadettiği bir ödül yok. yol, sadece kendileriyle ne yapacaklarını bilemeyenlerin sıkışıp kaldığı bir araf.

    karakterin gittiği her yere kendi hüznünü götürmesi anlatısı bana zeki demirkubuz’un kader’ini (2006) hatırlattı ki o da bir üçlemeydi. film spyros’un kızını evlendirme seremonisiyle başlıyor ama düğündeki hüzünlü hava ve spyros’un aklı bir karış havada tavırları filmin genelinde duygusal bir tekinsizliğe maruz kalacağımızın ilk sinyallerini veriyor. kızının evlenmesinden (yabancı bir erkekle yuvadan uçmasından) geleneksel bir babadan daha fazla etkilendiği anlaşılan spyros, seremoni sonunda evini-eşini ve öğretmenlik kariyerini geride bırakarak dedesinden ve babasından devraldığı arıcılığı bahane ederek eski model kamyoneti ve arı taşıma kutularıyla yunanistan’ı kat etmeye başlıyor. arılarını beslemek için doğru mevsimde doğru yerlerde olması gerekiyor. portakal, kekik, lavanta gibi bitki ve meyvelerin peşine düşüyor. doğru zamanda doğru yerde olma belli ki spyros’un hayatında gerçekleştiremediği bir beceri. dolayısıyla arı ve arıcı arasındaki ilişki filmde rastlantısal değil.

    genç kızın da neden yollarda olduğunu bilmiyoruz. spyros da sormuyor ama birbirleriyle hiçbir ortak yönü olmayan bu iki kişinin ilişkisindeki sınırların belirsizliği film boyunca sürüyor ve bu tekinsizlik izleyiciyi tedirgin ediyor. kız “batılı özgürlüğünü” arayan; haz peşinde ama çaresiz ve kırılgan bir kişi olarak portrelenmiş. spyros muhtemelen kız için önceden pek aşina olmadığı bir şefkat figürü. bu yabancı duygu kızın da kafasını karıştırıyor.

    film oldukça şiirsel bir tonda ilerliyor. jan garbarek destekli eleni karaindrou müzikleri (albüm daha sonra ecm’den çıkmış) öykünün evrenselliğini/şiirselliğini pekiştiriyor. benzin istasyonları, endüstri bölgeleri, sahil kahvehaneleri gibi mekanlar 80’ler yunanistan’ındaki dönüşümü de gözler önüne seriyor. film yaklaşık 2 saat sürüyor ve akıcı olduğunu söylemek zor. yine de dikkatli izleyici için sinema tarihi açısından kıymetli ve özel bir örnek. mubi’de izlemek mümkün.
  • seksenli yillara cakilan son selam. sessizligin ikinci cigligi. aricilar yalnizdir ve birilerini terketmislerdir. ama en cok oldugu "adam" ı terketmislerdir. aricilar arilarin caliskanligina hayran olan tembel ruhlardir. onlarin caliskanliklarini seyrederlerken, kendi tembelliklerini bagislarlar. bunu yasarlarken, cok ama cok önemli birseyi kaybederler: simdiyi... o andan itibaren yasadiklari tek zaman dilimi su olur: sonsuzluk ve bir gün!
  • spyros'un kamyonetiyle sevdiği kızın bulunduğu restaronın içine girdiği sahnede bir şarkı çalar. evet o müziği arayanlar olabilir. ayrıca bu kızımız hani tek başına bu müzikle dans ediyordu, sonra spyros onu izliyor. şarkı da müthiştir hani...

    julie massino'ya ait olan i'll hit the roads şarkısıdır.
  • gideceği yeri bilen eski nesil yaşlı bir adam ve nereye gittiğini bilmeyen yeni nesil genç bir kadının hikayesi.

    --- spoiler ---

    tiyatrodaki sevişme sahnesinde; genç kadının bir yandan bırak beni diye bağırıken bir yandan ihtiyara sıkı sıkı sarılması, benim de mensubu olduğum yeni kuşağın korkularını özetler niteliktedir.

    --- spoiler ---
  • angelopoulos'un bahsedilegelen "şiirselliğinde" sahicilik bulamıyorum. bu film özelinde örnek vermek gerekirse filmin açılış sahnesindeki aile ilişkisinin abartılı şekilde dramatize edilmesi, evden ayrılmaları, duyguyu vermek niyetiyle yapılmış uzun susuşlar gibi bazı sahneler fazlasıyla film izlediğimi hissettiriyor ve hatırlatıyor bana. bu benim hoşlandığım bir şey değil. derdimi anlatabiliyor muyum bilmiyorum ama her şeyi fazlasıyla tiyatral buluyorum, bu tiyatrallık bana doğal gelmiyor.

    tabii film ilerledikçe aşılıyor birer birer bunlar, marcello mastroianni gibi çok saygı duyduğum bir büyük ustayı izlemek harikulade, filmi başka noktaya taşıyan bir isim. ne kadar konuşsam da bir şekilde angelopoulos'un atmosferi beni etkisi altına almayı başarıyor, her şeye rağmen izlediğim için mutluyum.
  • - kimsiniz? ne istiyorsunuz?
    - hiç... sadece geçiyordum.

    http://imgur.com/nwzumey
  • sinemateke iyi ki dadanmışım dediğim bir film izledim. ilk defa bir sinema salonundan koştur koştur sigara içmeye çıkmadım film sonunda. oturduğum yere saplandım kaldım. geçen yaz 10 günlüğüne yunanistanı keşfe çıkmış, bu güzel ülke ve insanının tarihini öğrenme merakı doğmuştu içime fazlaca. bir ülkeyi keşfetmenin en güzel yöntemlerden biri o coğrafyanın en iyi yönetmenlerinin filmleri olduğunu bilirim. toplumun en karanlık ve kötü yönlerini, tarihini, kültürünü en duygulu ve gerçekçi şekilde yansıtırlar ekrana. sonra angelopoulos ile karşılaştım. ve dün kendisiyle tanışma fırsatını yakaladım sinematek aracılığıyla.
    filme gelince, kafa sakinken uzun uzun yazmak isterim bu filmin bende bıraktığı etkiyi. muhteşemdi.
hesabın var mı? giriş yap