• 1965 sonbaharında ortadoğuya yaptığı gezinin izlenimlerini, bugün için bile müthiş tespitler barındıran "arap dünyasında islamiyet, milliyetçilik, sosyalizm" adlı kitabında yazmıştır. hele şam'da meşhur emevi camiini gezerken yazdığı şu satırlar unutulmaz;

    "....bu, antre ile cami arası bir yer. yer yer cemaatler, önlerinde vakur, heybetli, beyaz ağır cübbe giymiş yakışıklı bir imamın arkasında namaz kılıyor. müminlerin çoğu yoksul insanlar. hastalıklı, ayakları çarpık çurpuk ve kirli. yoksulların dindarlığı bana çok dokunur. bence zenginler dindar olmalı; fakirler hiç olmazsa bu işten muaf olmalı, biraz dinlenebilmeli. bu ödevi zenginler yüklenmeli. ama öyle olmuyor: tam tersi oluyor. fakir kendini borçlu ve günahlı sayıyor. geliyor buraya tanrıya yalvarmaya. zengin, belki şu anda serin ve rahat bir yerde, belki de puf yastıkları arasında zahle rakısını içmekle meşgul..."
  • ikiz kardeşi enver berkesle birlikte isimlerini doğdukları yıl olan 1908'in büyük!! kahraman ı hürriyetleri enver paşa ile resneli niyazi'den almış olan sosyal bilimcimiz.

    londra'da öldüğü vakit eşi türkiye'nin londra büyükelçiliğine gidip yetkililere "ne yapılabilir" diye sorduğunda bizim hariciyemizin mümtaz evlatları "biz böyle birini tanımıyoruz" demişlerdir. doğruları ve yanlışlarıyla düşünce dünyamızın namuslu ve hep iyimser hocalarındandır.
    ...
    "türk devrimi, toplumdan, halkın kültüründen kopuk, yabancılaşmış bir okumuş yazmışlar, aydınlar sınıfı yarattığı için, aydınlar, topluma öncülük edecek büyük fikirler, eserler ortaya koyamadı. aydınlar, sadece devlete bağlı kaldı; topluma yabancılaştı. bu yüzden de sığlaştı."

    niyazi berkes
    (türk düşününde batı sorunu, 1975: 227-28)
  • türkiye'de sosyal bilimlerin en önemli öncülerinden, batı analiz sistemini türkiyeye uyarlayabilen sosyal bilim geleneğinin birinci dalga yazarlarından. en ünlü eserlerinden olan "türkiyede çağdaşlaşma"sı çok ünlüdür. özellikle yaptığı la(y)iklik, sekülerlik ayrımı çok çarpıcıdır. berkes "layiklik" teriminin katolik hıristiyanlıktaki devlet-din dikotomisinden yani ayrılığından geldiğini düşünür ve bu yüzden bu terimin türkiye'deki bizim laiklik dediğimiz kavramı açıklayamadığını söyler. bu gözlemi yaparken etimolojiden yararlanır:
    "laicisme sözcüğü katolik hırıstiyanlığın yayıldığı halkların dilinde, özellikle fransızca'da kullanılır ve kökenine bakılırsa ‘halksallaştırma' demektir. çünkü kaynağı olan eski ve hırıstiyanlık öncesi grekçedeki laos (halk), laikos (halksal) sözcükleri hırıstiyanlık döneminde klericus, yani din adamları (biz bunlara rahipler diyoruz) dışında olan kişiler için kulanıldı. modern fransızca'da laicisme din adamlarından, rahiplerden başka kişilere, kurullara, yetkililere, dünya işlerinde, hatta din işlerinde üstün bir yer verme davasıdır" der.
    daha sonra "sekülerlik" kavramını inceler ve etimolojik olarak bu sözcüğün protestan-hristıyanlıktan türediği için türkiye'yi daha iyi aydınlatabileceğini düşünür. sekülerliki çağdaşlaşmaya çok yakın kullanışı dikkat çekicidir. yapmış olduğu bu laiklik-sekülerlik ayrımı hem sosyal bilimlerde bir metod olarak (etimolojinin kavram yaratma sanatıyla (deleuze'a göre felsefe) açıklanması) hem de içerik olarak çok önemlidir. din-devlet ayrımını çağdaşlaşmanın bir alt kolu olarak görür ve çağdaşlaşmayı sekülerlikle bir görür...
  • unutulan yıllar adlı kitabında amerika'daki türk işçilerle olan temasını anlattığı kısım çok güzeldir. aslında hep kafamda düşündüğüm bir şeye konuşuyordu niyazi berkes. kendini politik bir özne olarak görmeyen ve güçsüzlüğünü güçlüye taparak, eğer ortada bir güçlü yoksa da kendisinden güçlü herhangi bir şey yaratarak telafi etmeye çalışan insanların ruh halini çok güzel anlatiyor kitabin bu kismi.

    berkes'i amerika'da gören işçiler berkes'in türkiye'den geldiğini öğrenir öğrenmez berkes'i soru yağmuruna tutar. memleketimiz nasıl? nüfusumuz ne kadar? donamamız nasıl? ordumuz nasıl? işçilerin berkes'ten beklediği türkiye'nin ne kadar güçlü olduğunu anlatmasıdır ama berkes işçilerin duymak istediği afili cevapları veremeyince işçiler hayal kırıklığına uğratmıştır. berkes bu durumun yarattigi hissi şöyle özetliyor: "o gün politikacı olamayacağımı anladım. halk doğru konuşanı sevmesini bilmiyor! onu yalanlarla sevdirmek ve aldatmak gerekir. yalan sayesinde sevinmek isterler. o gün ne söylediysem beni yalancı yerine kor gibi karşı çıkıyorlardı."

    berkes bu konuşmanın sonunda işçilere sinirlenir ve onlara neden o çok sevdikleri vatanlarına dönmediklerini sorar. işçiler geri dönüş için gerekli belgelere sahip olmadıklarını söylerler. niyazi berkes resti çeker: "washington'a sefaret yazdıracağım, vatandaşlık için doldurulacak evrakı getirteceğim, hepinize pasaport çıkartacağım, tamam mı?" nitekim söylediğini de yapar, gerekli evrakları getirir ama herkes sessizdir. sessizliği bir işçi sessizliği bozar: "niyazi efendi, biz medeniyet nedir, ona burada alıştık. işsiziz ama yine de evlerimizde buzdolabı olan, altında eski bir otomobili bulunanımız var. yıkanmayı, duş yapmayı burada öğrendik. şimdi bunları nasıl bırakıp gideriz?"

    söz konusu insanlar yerlerinden, yurtlarından savaş, ekonomik yetersizlikler vb. gibi çok çalkantılı bir olayın sonunda uzaklaşmak zorunda kalan insanlar. gerçeklik onların hayatlarında aslında: yoksulluk ve çaresizlik hayatlarının tam ortasında, zaten bir kısmı da işsiz. ama hala vatanlarının çok güçlü olduğu hayaliyle yaşıyorlar, istiyorlar ki karşılaştıkları insanlar bu hayali beslesinler, büyütsünler... bu minvalde anlatılacak her hikayeye inanmaya dünden razılar. ama gel gör ki, gerçeklik de orada. o "medeniyeti", o çok güçlü olduğuna inandığı vatanında değil, dünyanın başka bir ucunda buluyor. kendisine duş yapmayı öğreten medeniyetten kopamıyor ama vatanının güçlü olduğuna da inanmak istiyor. acaba orada vatanları dışında ortak bir noktası bulunmayan insanları bir araya getiren de bu yalanın kendisi mi? bu aidiyet duyguları sarsılmasın diye mi bu yalanı söyleyecek birileri gelsin diye bekliyorlar? o yüzden mi o politikacı gelsin ve o yalanı söylesin diye yolunu gözlüyorlar? yoksa hep yenilenin, hep kaybedenin, birisinin, bir şeyin kazanabildiğini görme arzusunun bir ürünü mü bu düşünceler?

    bütün bunlar biraz "bugün" gibi. belki de tüm insanlığın hikayesi.

    soruların cevabı mı? o da berkes'in şu cümlesinde saklı bence: "propaganda öyle bir şeydir ki insan denen yaratık kendini korumak için kervana katılmak zorunda kalır."
  • türk düşününde batı sorunu adlı eserinde aşağıdaki sözleri söylemiş değerli toplumbilimci.

    "geri kalmış toplumun içinde yaşamaktan ayrılmanın yolu olan tüketim maddeleri düşkünlüğü batılılaşmış sınıf gençlerinin, kadınlarının kafalarında bir devrimsel değişiklik yaparak onları toplumdan koparır. bu kopukluk, onlarda iç çatışması ya da isyan tepkisi yaratacağına batı uygarlığının tüketim maddelerine karşı tapınırcasına hayranlık ve düşkünlük yaratır. toplumun kaldıramayacağı ithal malı tüketim maddelerine düşkünlük ile modernleşmek aynı şey olur. geri kalmış toplumlarda en çok, toplumdan kopmuş olanlar arasında görülen bu tüketim maddelerine düşkünlük önüne geçilmez bir salgın haline gelir. toplumun geriliği, halkın cahilliğine bağlanır; boyuna halkın okutulmasından, aydınlanmasından söz edilir. halkın cahilliği teorisi, bütün batılılaşmış okumuşların ilk bellediği ilericilik tezidir; fakat bunun gerçekleşemeyişi batılılaşmış kastın reayadan nefretinin derinleşmesine yarar; toplumlarının, onların tüketim uygarlığı iştahlarının yükünü kaldıramayışına çok içerlerler. kişisel ekonomilerini, toplumun gücü ile orantılı olmayacak ölçüde artırmak için her çeşit gelir sağlama yollarına başvurma normal olur. halk ise, onlara güvenini yitirir; onların yaşamlarına bakarak onlara ahlaksız damgasını vurur. böylece, iki tabaka arasındaki uçurum kalkacak yerde derinleşir."
  • "bizde 'batı'cılıkla anlaşılan şey türk devrimini çağdaş uygarlığa uygun yönde geliştirmektir; halbuki avrupa'da ve amerika'da 'batılılaşma' ve 'batı'cılık', batı diplomasisine boyun eğme anlamına gelir. bu yüzden onlara göre 'kemalist devir' batı aleyhtarlığı, menderes devri ise 'batıcılık' devridir. batı diplomasisinden bağımsız olan bir batıcılık, batı dilinde, batı düşmanı kötü bir ulusçuluk demektir!.." diyen toplumcu düşünür.
  • 18. aralık. 1908 doğumlu berkes, 1998 yılında ingiltere'de vefat etti. o dönemlerde turkiye'de pek tanınmadığı, tanınmak istenmediği gibi şimdi de meşhur sayılmaz. 100. doğum yılında anmak için sosyolog değil aktör olmasını bekleyemeyiz yine de. teokrasi ve laiklik kitabını okumalı bugunlerde.
  • niyazi berkes 21 eylül 1908 - 18 aralık 1988 arasında yaşanyan sosyal bilimci.
    istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi felsefe bölümü'nü bitirdi.
    1935'te iü edebiyat fakütesi'nde sosyoloji asistanı oldu.
    aynı yıl behice boran'la birlikte abd'de chicago üniversitesi'ne toplumbilim çalışmaları için gitti.
    1939'da türkiye'ye döndü.
    ankara üniversitesi dil ve tarih-coğrafya fakültesinde sosyoloji doçenti olarak göreve başladı.
    o dönemde "solculukla" ve "komünistlikle" suçlandı.
    1948'de dtcf'nin tasfiyesi sırasında görevinden uzaklaştırıldı.

    türkiye'de çağdaşlaşma eseri önemlidir.
    ama önemli araştırmalarından biri de toplumsal değişme ekseninde ankara'nın bazı köyleri üzerine yaptığı çalışmalardır. bazı ankara köyleri üzerine araştırmaisimli bu çalışma türkiye’de yayımlanan ilk monografilerden de biridir.
  • atatürk ve devrimler isimli kitabında şöyle demiştir:

    --- spoiler ---

    o, yüzyıl süren bir tarihin dokusu içinde, öğrene öğrene yetişmiş, bize atatürkçülük dediğimiz yolu bu öğrenişlerle açmıştır. onu oluşturan ilkeler ne gökten inmiş buyruklar, ne de tarih karanlıklarına gömülecek kerametlerdir. onlar, akıl, bilgi, cesaret, sevgi ve dürüstlükle kazanılmış, “büyük insan” mirasıdır.
    --- spoiler ---
  • yapı kredi yayınları tarafından yayınlanan "türkiye'de çağdaşlaşma" adlı eserinde türkiye'nin iki yüz küsür yıllık modernleşme, batılılaşma serüvenini olabilecek en doğru teorik ve pratik yaklaşımlarla ele alan yazar. kesinlikle okunmalı.

    bugünün türkiyesi'ni anlamak osmanlı'nın son yüzyılında attığı adımları anlamaktan geçiyor.
hesabın var mı? giriş yap