• kitabın girişinde tarkovski seyircileriyle arasındaki ilişkiyi anlatıyor. aldığı tepkiler zaman zaman can sıkıcı ve umutsuzluğa düşmesine neden olabiliyormuş :

    "leningrad'dan inşaat mühendisi bir kadın, örneğin, bana şöyle yazmıştı: "filminiz ayna'yı izledim. hem de sonuna kadar. oysa biraz olsun bir şeyler anlayabilmek, filmdeki kişileri, olayları, anıları bir şekilde birbirine bağlayabilmek için samimiyetle kendimi zorlamaktan daha ilk yarım saatte başıma ağrılar girmişti... biz zavallı seyirciler iyi, kötü, hatta genelde çok kötü filmler izleriz; bazen vasat da olabilirler, bazen de tam anlamıyla sıradışı. bir biçimde hepsini de anlamak mümkün. onları ya beğenirsiniz ya da burun kıvırır, unutup gidersiniz. ama ya bu?..."
    gene bir mühendis, bu kez sverdlovsk'tan, filmime duyduğu nefreti saklamaya bile gerekduymuyor: "ne zevksizlik, ne saçmalık. iğrenç bir şey! bence filminiz tam bir fiyasko. seyirciye biraz olsun yaklaşamıyor bile, oysa en önemli unsur seyirci değil midir?"
    mektubun yazarı, işi, sinema dalından sorumlu siyasi komiserden hesap sormaya kadar vardırmış: "nasıl oluyor da sovyetler birliği'mizin sinema sorumluları böyle bir kepazeliğe göz yumabilmişler?" film piyasasını denetleyen siyasi komiserler adına şunu söyleyebilirim ki bu tür "kepazeliklere" son derece seyrek göz yumulur. ortalama beş yılda bir."

    bunların dışında iyimser bir çabayla filmlerine yaklaşan seyircilerden iyi tepkiler de geliyormuş, ama yine filmlerinin anlaşılmadığını kanıtlayan tepkiler:

    "veya leningrad'dan başka bir kadın seyircinin mektubu:
    "filme nasıl yaklaşacağımı bir türlü bulamadım, hem içerik hem de biçim olarak bana hiçbir şey anlatmıyor. bunun sebebi nedir? sinema konusunda hiç de cahilsayılmam... ivan'ın çocukluğu ve andrey rublev adlı eski filmlerinizi de izledim. her şey açıktı. aynı şey bu film için kesinlikle söylenemez... sayın andrey! mektubuma cevap verecek durumda değilseniz, lütfen, sizden rica ediyorum, bu film hakkında bir şeyler okuyabileceğim kaynakları bildirin, hiç değilse!"
    ayna üzerine yazılı hiçbir kaynak olmadığı için mektubu yanıtlayamadığımı ve bundan duyduğum üzüntüyü belirtmeliyim. ayna hakkında hiç yazı yayınlanmadı."

    tarkovski yürüdüğü yolun tesadüf olmadığını gösteren, onu yüreklendiren ve doğru yolda ilerlediğini hissettiren mektuplar da almış seyircilerden:

    "gorki'den bir kadın seyirci şöyle yazmıştı:
    " ayna için çok teşekkürler. her şey aynen çocukluğumdaki gibi. bunu nasıl öğrenebildiğinizi merak ettim doğrusu. o zaman da tıpkı böyle bir rüzgar, böyle bir fırtına esmişti... çocukta bilincin uyanması, filminizde ne de güzel anlatılıyor. tanrım her şey ne kadar da doğru... ve her şey ne kadar da yalın, ne kadar doğal. biliyor musunuz, o karanlık sinema salonunda, yeteneğinizin ışıklandırdığı bir perde parçasına bakarken, ilk kez yalnız olmadığımı hissettim."
    filmlerime kimsenin ihtiyaç duymadığı, kimsenin hiçbir şey anlamadığı o kadar çok başıma kakılmıştı ki, bu tür itiraflar adeta ruhumu ısıttı...
    leningrad'dan bir işçi şöyle yazmıştı: mektubumun nedeni ayna. hakkında söz söylemeye bile cüret edemediğim, ama içinde yaşadığım bir film bu. dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir... bir kez olsun aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun, fark etmez. tanrım, insanların hiç değilse en temel insani dürtüleri -hem kendilerinin hem de başkalarının- anlayıp duyabilmelerini sağla!"...
    bir işçi kadın bana şöyle yazmış: filminizi bir hafta içinde tam dört kez seyrettim. sinemaya gitmekteki tek amacım, filmi seyretmek değildi. bir kaç saat olsun gerçekten yaşamak, hayatı, gerçek sanatçılar ve insanlarla paylaşmaktı isteğim... her şeyi; bana acı veren, eksikliğini duyduğum, özlemini çektiğim her şeyi, beni bunaltan veya sevindiren, beni mahveden ya da bana yaşama gücü veren her şeyi filminizdeki bir aynadan izledim. benim için ilk kez bir film gerçekliğin ta kendisi olmuştu. işte tam da bu nedenle gidip gidip filmi seyrediyorum, çünkü onunla ve onda yaşamak istiyorum."

    büyük yönetmen kitabın ilerleyen bölümlerinde, ticari ve sıradan filmlerin izleyicinin gerçek sanatla ilişki kurma olanaklarını büsbütün yokettiğini söyledıkten sonra, bütün bu seyirciler üzerine şöyle yazıyor:

    "sanatı özümleyebilmek için çok az şey gereklidir. yalnızca uyanık ve duyarlı bir ruh yeter de artar bile, yeter ki güzele ve iyiye açık, estetik öze doğrudan ulaşma yeteneğine sahip olsun. örneğin rusya'da seyircilerimin arasında bilgi durumu ve eğitim düzeyi yüksek bile olmayan böyle pek çok insan vardı. bana kalırsa insana algılama yeteneği daha beşikte verilir ve bu, insanın manevi yapısına yakından bağlıdır.
    'halk bunu anlamaz' lafı, beni öteden beri müthiş kızdırmıştır.
    bu da ne demektir? hakl adına konuşma, çoğunluğun sözcülüğünü yapma hakkı kime verilmiş ki? 'halkın' neyi kavrayıp kavramadığını, neye ihtiyacı olduğunu, neyi redettiğini kim bilebilir ki?
    yoksa, halkın gerçek merakları, düşünceleri, özlemleri, umutları, ve hayalkırıklıkları üzerinde fikir sahibi olmak amacıyla herhangi bir zamanda, bizzat halka gidip, hiç değilse mütevazı, ama dürüst bir soruşturma yapan birileri mi var?
    ben halkımın bir parçasıyım. aynı topraklar üzerinde yurttaşlarımla birlikte yaşadım ve onlarla -yaşımla orantılı olarak- aynı tarihi deneyimleri edindim, aynı yaşam süreçlerini gözlemledim ve yansıttım. ve şimdi de burada, batıda bile, halkımın bir evladı olarak yaşıyorum. onun küçük bir damlası, ufacık bir parçasıyım; kökleri kültürel ve tarihi geleneklerin derinliklerinde yatan düşüncelerini dile getirmeyi umuyorum."
  • geçmiş ve şimdiki zaman mukayesesi üzerine:

    "geçmiş, bir anlamda, içinde yaşanan zamandan çok daha gerçektir, en azından çok daha dayanıklı, çok daha süreklidir. şimdiki zaman akıp gider, kaybolur, parmaklarımızın arasından kum gibi kayar."

    not: proust'un kayıp zamanın izinde'sini hatırlattı.
  • kitaptan sahsi zevkime göre yaptigim bazi alintilar:

    -- düşüncelerin oluşumu ve gelişimi belli yasaları izler. ve bunu ifade edebilmek için de mantıklı ve spekülatif yapılardan farklılığını açıkça gösteren biçimler gerekir. kanımca, şiirsel mantık, hem düşünce geliştirmenin yasalarına hem de genel olarak yaşamın yasalarına klasik dramatürjinin mantığından çok daha yakındır. fakat klasik dram, yıllardır, dramatik çatışmaları ifade edebilmenin yegane örneği olarak gösterilmiştir.

    -- karmaşık bir düşünce ve şiirsel bir dünya görüşü, asla, ne pahasına olursa olsun fazla açık, herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır.

    -- genelde anılar çok değerlidir. bu yüzden olsa gerek, insan her zaman onları şiirsel renklerle süsler.[…]. genelde, anıların somut kaynağıyla yeniden karşılaşma, bu anıların şiirsel niteliğini zedeler. ben, bundan son derece ilginç bir film için oldukça orjinal bir ilke çıkartılabileceğine inanıyorum. olayların mantığı, kahramanın eylem ve davranış tarzı görünürde bozulur; sonra da bundan kahramanın düşünceleri, anıları ve düşleriyle ilgili bir öykü çıkartılır. kahramanın hiç, daha doğrusu geleneksel dramatürjiden alışıldığı şekliyle ortaya çıkmadığı durumlarda bile bu, olağanüstü bir etki yaratmamıza, oldukça özgün bir karakter geliştirmemize, bu kahramanın iç dünyasını gözler önüne sermemize yarayabilir. […]. kahramanın kendisi hiç ortalıkta görünmez. ancak onun neyi nasıl düşündüğü konusunda çok açık, sınırları belli bir fikir edinmemizi sağlar. ayna işte bu ilkeden hareket edecektir.

    -- insan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilir. buna rağmen film yönetmenleri sık sık şiirsel mantığın yerine kaba bir tutuculukla teknik yöntemleri kullanmakta ısrar ediyorlar. bu filmlerde rüyalar somut bir yaşam fenomeninden modası geçmiş film hileleri karmaşasına dönüşüyor.

    -- güzel gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendini gizler. sanatın anlamı ve varlık nedeni hakkında düşünmeye yanaşmadan onu ele alıp değerlendirmeye kalkanların ruhsuzluğu ne yazık ki, sık sık, kaba bir şekilde basite indirgenmiş birtakım sözlere neden olur: “bunu hiç beğenmedim!”, “hiç de ilginç değil!”… bunlar çok iddialı savlar, ama ne yazık ki gökkuşağını tanımlamaya çalışan doğuştan kör bir adamın savlarından hiç farkı yok! bu kör insan, bir sanatçının edindiği deneyimlerden doğan gerçeği başkalarına açıklayabilmek uğruna çektiği acılara karşı tamamen duyarsızdır.

    -- yaşam, varolmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi icin insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir ve insan gelişimi gerçekleştirmek zorundadır.

    -- perdeye yansıyan “rüyanın öyküsü” hayatın görünür, doğal biçimlerinden oluşturulmalıdır. ama bazen bu öykü şu şekilde de yansıtılabiliyor: ağır çekim ya da sis bulutu yardıma çağrılıyor, modası geçmiş yöntemlere başvurulabiliyor ya da uygun bir gürültü yapılıyor. ve bu konuda artık eğitilmiş seyirci de hemen beklenen tepkiyi gösteriyor: “evet, bak şimdi hatırlamaya başladı!” “kadın bunu rüyasında görüyor demek!” ne var ki bu tür esrarengiz görünüşlü betimlemelerle rüyanın ya da anıların filmsel bir etkisini yaratmak mümkün değil.

    -- kurgu sinemasını ve ilkelerini reddetmemin nedeni, filmin beyaz perdenin sınırlarını aşarak genişlemesine izin vermemesi, yani seyircinin perdede gördüklerini kendi deneyimleriyle bağdaştırmasına olanak tanımamasıdır. kurgu sineması, seyircisini bulmacalarla karşı karşıya getirir, simgeler çözdürür ve alegoriden zevk almasını bekler, seyircinin entelektüel deneyimine seslenir. ancak bu tür bulmacaların her birinin eksiksiz bir biçimde formüle edilmiş sözel çözümleri vardır.

    -- [...] bu nedenle benim mesleki görevim özgün, bireysel bir zaman akışı yaratmak, içimde varolan dalgın, hayallere kapılmışlık ritminden taşan, coşan, hareket ritmlerine kadar uzanan tüm özgün zaman duygumu yansıtmaktır.

    -- insanlar ayna’yı gördükten sonra onları bu filmin ardında başka hiçbir gizli, şifrelenmiş bir gaye yatmadığına ikna etmek çok güç oldu. filmin gerçeği söylemekten başka bir amacı olmadığını açıklamaya çalıştığımda hep bir güvensizlik ve hayal kırıklığı ile karşılaştım. bazı seyirciler için bu açıklamalarım gerçekten de pek tatmin edici olmadı. gizler, simgeler, gayeler, peşinde koştular durdurlar. çünkü onlar filmsel, görüntüsel şiire alışık değildirler; ki bu da beni büyük hayal kırıklığına uğrattı.
  • sinema estetiği üzerine andrei tarkovsky tarafından kaleme alınmış mükemmel bir kitaptır.

    mühürlenmiş zaman, sinema teorisi üzerine yazılmış başat eserlerden biri olmanın yanı sıra hikemattan zuhur bulmuş bazı gerçekleri bünyesinde birleştiren bir kitaptır. "görüntü, hakikatin suretidir” der tarkovsky kitapta.
    arkasından ekler: "körlüğümüzden aman bulup ufacık bir parıltısını yakalayabildiğimiz hakikatin sureti…”
    tamamen dehanın ürünü olan bu kitapta bir dahinin ruhsal sancılarını anlamak bakımından hayli enteresan pasajlar bulacaksınız.
  • ah tarkovski! senin sinemaya kattığın şiirsel dil, hayran kaldığımız sinematografik çekimlerin, yaşamını var eden ve filmlerinde hissettirdiğin felsefi bakışın; hepsini anlama süzgecimizden geçirip sana ulaşıyoruz. bu kitaptaki seni sen yapan şeyleri bizimle paylaştığın için minnettarız. elimdeki kitaptan yer yer alıntılar paylaşacağım;

    görsel: afa sinema, çeviren; füsun ant.

    “şiirsel bağlantılar, olağanüstü duygusal bir ortam yaratarak seyirciyi harekete geçirir. seyircinin yaşamı tanıma faaliyetine katılmasını özellikle sağlar çünkü ne hazır bir sonuç sunmakta ne de yazarın katı talimatiarina dayanmaktadır. kullanıma açık olan tek şey, canlandırılan görüntülerin derin anlamını bulup keşfetmeye ya-rayan şeydir. karmaşık bir düşünce ve sirsel bir dünya görüşü, asla, ne pahasına olursa olsun, fazla açık, herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır. dolaysız, genelgeçerli sonuçlar çıkarma mantığı, insana fazlasıyla geometri teoremlerinin ispatını anımsatıyor. oysa ussal ve duygusal yaşam değerlerinin birbirine bağlandığı çağrımsal bağlar, his şüphesiz, sanat için çok daha zengin olanaklar sağlar. sinemanın bu olanaklardan bu kadar seyrek yararlanması gerçekten üzücüdür. zira bu yol oldukça çok şey vaadediyor. bu yol bağrında, bir görüntüyü oluşturan malzemeyi adeta "patlatacak" bir güç barındırıyor.” (sayfa: 23)

    “çirkin, nasıl güzelin içinde varsa, güzel de çirkinin içinde vardır. hayat, bu saçmalığa varan muazzam çelişkinin içine gömülmüştür ve bu çelişki sanatta aynı zamanda hem uyumlu hem de dramatik bir birlik olarak belirir. her şeyin birbirine yakın olduğu, her şeyin iç içe geçtiği bu bütünlüğü algılamak ise ancak görüntüyle mümkündür. bir görüntünün düşüncesinden söz edilebilir, görüntünün özü, sözcüklerle ifade edilebilir, çünkü düşüncenin sözel ifadesi, şekillendirilmesi mümkündür. ancak bu tanımlama da görüntüyü anlatmaya yetmez. bir görüntü bu eylemin ussal anlamı açısından kavranamaz. sonsuzluk düşüncesi, sözcüklerle ifade edilemez, hatta tanımlanamaz bile. sanat ise insanlara bu olanağı bahseder, sonsuzu denenebilir kılar. sanatçının kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin vazgeçilmez koşullar, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemektir.” (sayfa: 45)

    “bütün diğer sanatlar gibi sinemanın da kendine özgü bir sirsel anlamı, kendine özgü bir önceden belirlenmisligi (predestination), kendine özgü bir yazgısı vardır. sinema, hayatın özgül bir parçası, dünyanın henüz kavranamamış bir boyutunu, diğer sanatlar tarafından ifade edilememiş bir boyutunu yansıtmak üzere doğmuştur. daha önce de söylemiştik: yeni bir sanatın doğması her zaman düşünsel zorunluluğun bir sonucudur ve bu niteliğiyle, günümüzde karşı karşıya kaldığımız, bizi derinden etkileyen sorunlarn altının çizilmesinde özel bir rol oynar.” ( sayfa: 95)

    “bir film görüntüsünün gerçekliği görünüşte gerçekliktir. uygulamaya geçirme aşamasında yönetmen tarafından seçilmiş, yani yönetmenin konumunun bireyselliginden doğmuş özellikleri gözler önüne seren bir düşten, bir arzudan başka bir şey değildir. kendi gerçeğine ulaşmaya çalışmak (zaten başka "genel" bir gersek de olamaz) demek, özgün tikirlerini şekillendirmek işin özgün bir dil aramak demektir. ancak farklı yönetmenlerin yaptıklan filmlerin toplamından dertleriyle, sorunlanyla çağdaş dünya hakkında nispeten gerçek, bütün eğilimleri kapsayan bir görüntü elde edilebilir. son tahlilde, çağdaş insana, fena halde eksikliğini hissettiği evrensel deneyimi ileten bir görüntü ve özellikle işte bu noktada diğer bütün sanat dallan gibi sinema da son derece önemli bir işlevi yerine getirir.” (sayfa: 103)

    “becerikli bir zanaatkar, son tahlilde kendine yabancı bir şeyi, çağdaş film teknolojisinin en yüksek düzeyine başvurarak anlatırsa ve biraz da zevk sahibiyse seyircileri mutlaka bir süre aldatabilir. gene de bu tür bir filmin geçici önemi kendini çok çabuk belli eder. eşi bulunmaz bir kişiliğin en derin inancının ifadesi olmayan her şeyi zaman, er veya geç, acımasız bir şekilde açığa çıkarır. çünkü yaratıcı çalışma, nesnel olarak varolan bilgilerin biraz mesleki beceri gerektiren canlandırılma biçimi olmakla kalmaz. yaratıcı çalışma, daha çok, bir insanın varoluş biçimi, onun yegane ifade bicimidir. dilsizli aşmak için bıkıp usanmadan gösterilen insanüstü gayret, "arayış” ya da "deney" gibi solmuş sözcüklerle nasıl bir tutulabilir ki?!” (sayfa: 119)

    “ayna'yı çektigimiz sıralarda hep birarada kalmaya çalıştık, birbirimize bildiklerimizden ve sevdiklerimizden, değer verdiklerimiz ve nefret ettiklerimizden söz ettik. ve hep birlikte, filmimizin geleceği üzerinde hayallere daldık. ekip üvelerinin çalışmada oynadığı rolün büyüklüğü ya da küçüklüğü hiç önemli değildir. besteci artemyev, örneğin, bu film için çok az melodi yazdı, ama filmde onun katkısı his şüphesiz ötekilerden az olmadı, çünkü o olmasayda film, kesinlikle bu son şeklini alamazdı.” (sayfa: 158)

    “aslında ben, dünyanın kendiliğinden gök güzel bir sese sahip olduğunu, sinemanın müziğe hiç gereksinimi olmadığı görüşündeyim, yeter ki biz duymasını bilelim. ancak modern sinemada olağanüstü ustalıkta müzik kullanmı örneklerine de rastlamak mümkün. örneğin bergman'in utanç'ında felaket bir transistörlü radyodan parazit yüzünden zaman zaman kesilen son derece güzel klasik müzik sesleri yükselir. ya da nino rota'nin, fellini'nin 8 1/2 adlı filmi için yaptığı o şahane müzik! hem kederli, hem duygusal hem de hafif alaylı…” (sayfa: 183)
  • andrei tarkovsky tarafından kaleme alınmış sinemayla ilgili yazılmıs en sahane kitaptır.bu kitapta tarkovsky sinemayla ilgili hem deneyimlerini hem de fikirlerini sinemaseverlerle paylasıyor, mutlaka okunması gerekir.
  • andre tarkovskinin afa yayinlarindan cikmis sinema ve sanat konularinda yasadigi deneyimlerini ve goruslerini anlattigi filmlerinden zevk alan her kisinin elinden birakamayacagi kitap.
  • “bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. bunlardan biri buzul,
    diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez.
    tanrım!
    insanların hiç değilse en temel insani dürtülerini
    -hem kendilerinin hem de başkalarının-
    anlayıp duyabilmelerini sağla! ”

    andrei tarkovsky- mühürlenmiş zaman (bir hayran mektubundan)
  • andrey tarkovski'nin bir nevi izleyici el kitabı. içeriğinde çok güzel ifadeler var. (hızımı alamadım sanırım)

    -sanatçı, ideale ulaşma adına toplumun içinde yaşadığı istikrarı bozmaya çalışır.

    -anılar bizi saldırıya açık, acı çekmeye yetenekli hale getirir.

    -senaryo yazarı ve yönetmenin aynı kişi olmaması demek, asla ortaya çıkması önlenemeyecek bir çelişkinin tanığı olacağımız anlamına gelir.

    -sinemada benim gözümü kamaştıran, başımı döndüren şey, şiirsel bağlantılar ve şiir mantığıdır.

    -bana kalırsa şiirsel mantık, düşüncenin gelişimi yasalarına, dolayısıyla da hayatın kendisine, geleneksel dramaturjinin mantığından çok daha yakındır.

    -bir konu üzerine her şeyi söylemediğinizde, karşınızdakine enine boyuna düşünerek bir sonuca ulaşma imkanı tanıyorsunuz demektir.

    -sanatçının seyirciyi parçalardan bir bütün oluşturmaya, onu tek tek sunduklarının toplamından daha kapsamlı şeyler düşünmeye zorlaması, filmin algılama sürecinde onu kendisiyle eşit düzlemde buluşturmanın biricik yoludur. böylesi bir ilişki, karşılıklı saygı açısından da yerinde bir sanatsal tutumdur.

    -başka sanat dallarına has öğelerin perdeye taşınması, filme, sinematografik kendine özgünlüğünü katbettirir, sinemanın bağımsız bir sanat olarak kendi güçlü kaynaklarıyla çözümler üretmesini zorlaştırır.

    -sinemada mizansenin işlevi, canlandırılan olayın gerçeğe benzerliğiyle, yaratılan imgelerin güzelliği ve derinliğiyle bizi sarsmaktır, yoksa sırnaşıkça görüntülerle oradaki anlamı gözümüze sokmak değildir.

    -güçlü ve etkileyici bir sinemasal anlatım gerçekleştireceğim diyerek, sahte bir hayata dair birtakım şablonlar ve ruhsuz yapılar kurmak yerine, gerçek hayattan gözlemler, izlenimlerle doldurmak gerekir dağarcığı.

    -sanatçı, yarattığı eserlerde hayatı kişisel algılarının prizmasında kırar; gerçekliğin en farklı yanlarına ilişkin bir daha tekrarlanamaz, sıra dışı planlar, perspektifler elde edebilmesini de sağlar.

    -'anıların dev binasını canlandırmak' sözü de proust'undur. sinemanın özgül bir rol oynayacağı yer de tam burası, bu canlandırma sürecidir.

    -gerçek sinemada seyirci, seyirci olmaktan ziyade tanıktır.

    -sinema ise bütün o tekrarlanamaz olgusallığı, açık seçikliği içinde gerçekliğin hareketini; bütün o aldatıcı akıcılığı içinde tekrar takrar üretilen, film üzerine aktararak kendisine egemen olabildiğimiz an'daki hareketi tespit yöntemi olarak doğmuştur. sinemanın varlık sebebi budur.

    -'arayış' sözcüğünün sanatla iç içe kullanılmasından daha anlamsız bir şey olamaz. bu sözcüğün ardında güçsüzlük, kofluk, gerçek bir yaratıcı bilincin yokluğu ve acınası bir kibir gizleniyor. 'arayış içindeki sanatçı': bir sefaletin, bomboşluğun küçük burjuvaca bağışlanışı! sanat bilim değildir ki arayışlar, deneyler yapmaya izin versin.

    -kısacası imge, yönetmenin dile getirdiği herhangi bir düşünce değil... bir su damlacığında yansıyan koskoca bir dünyadır.

    -tıpkı bir zamanlar birinin dediği gibi: iyi yazabilmek için önce dilbilgisi kurallarını unutmak gerekir. unutmak için de önce bilmek gerektiği de doğrudur tabii...

    -sinemada en can alıcı öğe, ritimdir, sanıldığı gibi kurgu değil.

    -edebi yeteneği olan biri, maddi sıkıntısı yoksa eğer, durduk yerde neden senaryocu olmaya karar verir, hiç anlayamamışımdır. bir yazar yazmalıdır. sinemasal imgelerle düşünen birininse yönetmenlik okuluna gitmesi gerekir.

    -hayat her zaman bizim hayal gücümüzden daha zengindir.

    -senaryo film içinde ölür. ve diyaloglarını edebiyattan ödünç almış da olsa, esasen sinemanın edebiyatla hiçbir ilgisi yoktur.

    -yönetmen, oyuncusunu, düşüncelerinin borazanına çevirmemeli, ona hayat vermelidir.

    -sinemanın tek bir düşünüş biçimi vardır, o da şiirsel düşünüştür.

    -kuşkusuz, sanat tümüyle yapaydır. gerçeği yalnızca sembolize eder.

    -müzik, terazide dengeyi sağlamak için azaltılıp artırılan gramlar gibi görüntünün bir tamamlayıcısı değildir. filmin temel düşüncesiyle organik bir bütünlük içinde olmalıdır.

    -sanatın aristokratik bir doğası olduğundan, halk üzerinde seçici bir etkisi vardır.

    -sanatçının, eseri daha geniş kitlelerce benimsensin diye ortalama adı verilen birtakım soyut düzeylere inmeye ahlaken hakkı yoktur.

    -bilinmelidir ki, bir sanatçı adına en karmaşık, en kahredici görev, ahlaki düzlemde gerçekleşir: kendine karşı sonuna kadar dürüst ve içten olmak! seyirciye karşı dürüst ve sorumlu olmakla aynı anlamdadır.

    -sanatçı bir şeyler başarabilmişse eğer, bu bence ancak insanların buna ihtiyacı olduğu içindir, onlar henüz bunun bilincinde olmasalar bile. bu yüzden kazanan her zaman seyircidir; sanatçıysa, kaybeden.

    -önüne saf faydacı ve pragmatik görevler konularak sanat yalnızca faydacılıkla sınırlandırılamaz. bir filmde böyle bir niyetin varlığı ortaya çıktığı anda, sanatsal bir bütün olarak film yıkılır.

    -sanat, varlığımızın anlamını simgeleştirir.

    -değişim göstermeyen, neredeyse durgun diyebileceğimiz karakterlerde tutkular azami kesinlik kazanarak, yavaş, aşamalı bir değişimden geçen tiplerinkinden çok daha görünür, çok daha inandırıcı bir nitelik alır. dostoyevskiy'i de bu tür tutkuları anlatmasından dolayı severim.

    -yazarın ve yönetmenin estetik duruşlarının farklı olması halinde, ikisi arasında bir uzlaşmaya varma umudu yoktur. doğruca filmi perdeye aktarma düşüncesini yerle bir eden bir farklılıktır bu; filmin gerçekleşmesi imkansızdır. yazarla yönetmen arasında var olan böylesi bir çatışmadan çıkışın tek yolu, edebi senaryoya dönüştürerek ona yeni bir doku kazandırmaktır.
  • "yaratıcıdan bağımsız bir sanata hiçbir zaman inanmadım. sanatın anlamı yakarışın ta kendisidir. yapıt ise duâdır. sanat bir tür duâdır. ben, tanrı’nın şâir olma , yani daha başka bir biçimde dua etme imkânı tanıdığı bir insanım."

    andrey tarkovski
hesabın var mı? giriş yap