• birkaç gün önce, tarafsız bölge'de celal adan ve bir başka mhp'li vardı. koalisyon, hdp, çözüm süreci gibi mevzulara dair iki saat boyunca klasik milliyetçi ezberleri sıralayıp durdular, tahammül edip sonuna kadar izledim. şunu net söyleyebilirim, mhp'nin içindeki en sempatik adam yine de bahçeli, yani en azından arada bir güldürüyor. onun dışında, şu ana kadar otomatiğe bağlamış pilot gibi sürekli aynı kalıpları dökmek dışında üç beş tane zekice laf edebilen, argüman sunabilen bir mhp'liye rastlamadım, espri yapabilen bir mhp'liye de rastlamadım. şahsen bir mhp'li olsam, ekrana çıkan mhp'lileri izledikçe muazzam bir eziklik hissederdim.

    neyse, mevzuya geleyim. programın bir yerinde, celal adan ve yanındaki zat, "eşkıyabaşı", "çözüm süreci denen yıkım süreci", "terör örgütünün partisi", "bölücü" vs. gibi kalıpları bıktırana kadar tekrarlaya tekrarlaya konuşurken, "peki nedir bu işin çözümü, nasıl çözülecek, ne yapılması lazım" gibisinden sorulara da yine aynı kalıplarla cevap vermeye çalışırken, bir noktada celal adan "devlet devletliğini bildiği zaman..." diye bir cümle kurdu. asıl vurucu olan, bu cümleyi kurarken yaptığı jestti. iki yumruğunu birden sıkıp sallayarak, yüzüne de ağır bir ifade takınarak, adeta "devlet"i iliklerine kadar yaşayarak, devlet olarak söyledi bunu. evet, yüzündeki ifadeyle, sıkılı yumruklarıyla, adeta küçük bir devlet oldu. devlet o an celal adan'ın şahsında vücut buldu, tecessüd etti.

    sizin için üşenmedim, oturdum o anı buldum çıkardım: https://youtu.be/pfp4fewrugu?t=3893

    lütfen şunu tekrar tekrar izleyin. başa sarın, o iki saniyeyi tekrar tekrar seyredin.

    fazla uzatmayayım. milliyetçilik, tam olarak budur, bütünüyle, her şeyiyle, sadece ve sadece budur. vizyonu, misyonu, derdi, davası, ufku, hayali, gayesi, hedefi, tahayyülü, tasavvuru bundan ibarettir. milliyetçilik, sıkılı yumruklarını her an birilerinin başına indirmeye hazır bir devlet aşkıdır. milliyetçilik için devlet, ciddi, ağırbaşlı, oturaklı bir yumruktur, kodumu oturtan cinsten, vurduğu zaman ses getiren, tok bir yumruktur.

    milliyetçiliğin insana dair, dünyaya dair bütün ufku bu yumruktan ibarettir. her şeyin çözümü, ilacı bu yumruktadır, bütün dertlerin kaynağı da, bu yumruğun yeteri kadar sıkı olmamasındadır. akp'ye yaptıkları muhalefetin özü de, akp'nin bu yumruğu gevşettiğini düşünmelerinden dolayıdır. akp, devletin o güzel, o müşfik, o sıcacık, o terli yumruğunu gevşetmiş, ülkeye ihanet etmiştir, bütün dertleri bundan ibarettir. evet, aynı akp'den bahsediyoruz, hani şu gezi sürecinde, devletin demir yumruğunu vura vura hepimizi haşat eden akp'den.

    milliyetçilik bu kafadan ibarettir, bundan bir gram daha fazlası değildir. bunu inkar eden milliyetçiler çıkar her zaman, yaptıkları şey kendilerini inkardan ibarettir. sözlükte, sağda solda, kendince milliyetçilik teorisyeni olmaya kalkanlar görebilirsiniz tek tük, milliyetçiliği devletten arındırmaya, bağımsızlaştırmaya çalışırlar, "biz devlet sevici, devlet fetişisti değiliz, devlete tapmıyoruz, devleti değil milleti seviyoruz, kültürümüz vs." filan fıstık gibisinden konuşurlar, hatta ve hatta demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından bahsetmeye kalkışabilirler, itibar etmeyiniz. teoride de, pratikte de, her zaman için devlete çalışırlar, devlet için vardırlar, devletsiz koca bir hiçten ibarettirler, dönüp dolaşıp devlete hizmet ederler, o yumrukların daha sıkı olmasına gayret ederler.

    o yumrukların her zaman daha sıkı olmasını isteyen bir ideolojiden, insanlık namına hiçbir iyi şey çıkmaz, çıkamaz. o yumruktan özgürlük çıkmaz, adalet çıkmaz, demokrasi çıkmaz, insan hakları çıkmaz. çıksa çıksa, tahakküm çıkar, zulüm çıkar. demokrasi dediğimiz şey, o yumrukları kontrol altına alma çabasıdır, insan hakları dediğimiz şeyin tarihi, o yumrukların gevşetilmesi için verilen mücadelelerin tarihidir. özgürlük için, adalet için verilen bütün mücadeleler, o yumruğa karşı verilmiştir.

    insanlık onuruyla, o yumruğun sıkılığı arasında ters orantı vardır. yani aynı anda hem o yumruğun daha sıkı olmasını savunup, hem de özgürlükten, adaletten, onurdan bahsedemezsiniz, ikisinden birini seçmek zorundasınız.
  • guns germs and steel'de, iki yeni zelanda kabilesi olan "maori"lerin ve "moriori"lerin hikayesi anlatılır. kabaca özet geçeyim. milattan sonra 1000 civarı bir tarihte, bir grup polinezya topluluğu yeni zelanda'ya yerleşir. bundan bir süre sonra, bu topluluğun içinden bir kısım kopar ve 500 mil ötedeki chatham adasına yerleşir. bu adaya yerleşen topluluk, isimleri "moriori"dir, yüzlerce yıl yalıtılmış bir halde yaşar. yeni zelanda'da kalan topluluk ise maorilerdir. aradan yaklaşık 800 yıl geçer ve bir gün maorilerin gemileri chatham adasını istila eder. morioriler, aslında örgütlü bir direniş gösterebilseler, gemide bulunan birkaç yüz kişiden ibaret maorileri yenebilecek güçtedirler. ama böyle yapmazlar (daha doğrusu yapamazlar), onun yerine oturup toplantı yaparlar nasıl davranacaklarını belirlemek için, sonunda da maorilere gidip kaynakları paylaşarak barış içinde yaşamayı teklif etmeye karar verirler.

    ancak iyi örgütlenmiş, güçlü silahlara sahip, yüzyıllar boyunca sürekli etrafındaki topluluklarla savaşan maoriler, moriorileri soykırımdan geçirir, ellerine geçen herkesi öldürürler.

    jared diamond, aynı, ortak atadan gelen iki topluluğun niçin böyle farklı kültürler geliştirdiğini, maorilerin niçin böyle, moriorilerin niçin öyle davrandığını, maorilerin moriorileri nasıl yok edebildiğini, çevresel koşulların belirlenimi üzerinden anlatır. onu da kabaca özetleyeyim. moriorilerin yerleştiği ada çiftçiliğe pek uygun değildi, kaçınılmaz olarak avcı-toplayıcılığa döndüler. dolayısıyla, ihtiyaç fazlası üretim yapmadılar, bu yüzden de, avcılık yapmayıp zanaatle, sanatla uğraşacak insanları, düzenli bir orduyu ve bürokrasiyi besleyebilecek üretimleri yoktu, avladıkları hayvanların çok da zor hayvanlar olmaması nedeniyle silah teknolojisi geliştirmelerine de lüzum yoktu, yerleştikleri yer küçüktü, nüfusları fazla büyümedi ve hatta büyümemesi için çeşitli önlemler aldılar, mesela bazı çocukları kısırlaştırmayı gelenek haline getirdiler. gidecek başka yerleri olmadığı için birbirleriyle iyi geçinmek zorundaydılar, bütün bunların neticesinde, karmaşık bir örgütlenmeye sahip olmayan, az nüfuslu, savaştan anlamayan, teknolojisi iptidai, barışçı bir topluluğa dönüştüler.

    maoriler ise, tarım yapabiliyorlardı, nüfusları hızla büyüdü, ürün fazlası sayesinde, gıda üretimiyle uğraşmayıp başka işlerle ilgilenebilecek ve uzmanlaşabilecek insanlar çıktı ortaya, komşu topluluklarla sürekli savaşa savaşa ayakta kalabilen bir topluluk oldular, gitgide daha karmaşık bir örgütlenme ve daha ileri bir teknolojiye sahip oldular. neticesinde de, aynı atadan gelen bu iki topluluk, birkaç yüz yıl içinde bu derece farklı bir gelişim gösterdi ve bunun sonucu da morioriler açısından hazin oldu.

    bu iki topluluğun geldiği noktadan mevzuya girelim. bir maori tarihçisinin, "maoriler asker millettir" şeklinde bir tespit yapması, bunu da, sanki maorilerin sahip olduğu mistik bir "öz"müş gibi, değişmeyen ve sanki değişmesi de mümkün olmayan bir karaktermiş gibi ileri sürmesi, maori milliyetçilerinin de bunu bir övünç kaynağı olarak benimsemesi ve savaşçılıklarıyla, karşılaştıkları toplulukları korkutmalarıyla övünmeleri, tek kelimeyle, ahmakçadır. aynı şekilde, bir moriori milliyetçisininin de, "biz barışçıl bir topluluğuz" şeklinde gurur duyması da saçmadır. büyük resme bakıldığı zaman, bu iki topluluğun geliştirdikleri kültürler ve sergiledikleri davranışlarda, övülecek veya yerilecek bir şey bulmak anlamlı değildir. savaşçı veya barışçı olmayı, olumlu veya olumsuz tutumlar olarak nitelendirebiliriz, ki bunlar da tartışılabilir gayet, farklı koşullarda rasyonellikleri üzerinden kıyaslanabilir veya farklı ahlaki açılardan yargılanabilir vs. ama maorilere ya da moriorilere, böyle sabitlenmiş, mistik bir öz atfedemeyiz.

    kısacası, çeşitli toplulukların belirli koşullar altında oluşan niteliklerinden yola çıkarak o toplulukları övmek veya yermek anlamsızdır; ancak ahlaki olarak değerlendirilmeye tabi tutulabilecek niteliklerin kendisini yüceltmek veya hakir görmek mümkün ve anlamlıdır. "morioriler çok barışçı, afferim onlara" demekten ziyade, barışçı olmayı ve sahip olunan kaynakları paylaşarak kardeşçe yaşamayı, rasyonel ve ahlaki bir tutum olarak benimseyip övebiliriz, maddi dünyanın bu yönde evrilmesi için, bütün insan topluluklarının böyle bir tutumda uzlaşabilmelerini mümkün kılacak bir dünyanın inşa edilebilmesi için mücadele edebiliriz. moriorileri yüceltmek yerine, barışçı olmayı yüceltebiliriz; çünkü morioriler de belirli koşullara yeteri kadar süre maruz kalırlarsa savaşçı olabilirler, veya moriori dışındaki insan topluluklarında da aynı barışçılığı gözlemleyebiliriz.

    velhasıl, tercih etmeden içine doğduğunuz bir topluluğun sahip olduğu kültürü, nitelikleri yüceltmek ve bunları mistik bir özmüş gibi benimsemektense; iyi gördüğünüz niteliklerin kendisini yüceltmek, kötü gördüğünüz niteliklerin de niçin ortaya çıktığını anlamak ve insan topluluklarının iyi nitelikler sergilemelerini mümkün kılacak toplumsal düzenlerin inşa edilmesi için çabalamak: insan yaşamını ahlaki açıdan anlamlı kılabilecek şey budur. tabii bundan da önce, iyi gördüklerinizi niçin iyi, kötü gördüklerinizi niçin kötü gördüğünüz üzerine de derin bir tefekkürle başlamak elzemdir; çünkü hepimiz içine doğduğumuz ailenin, çevrenin, toplumun ve dünyanın ürünüyüz, onlarla sürekli etkileşim içinde şekilleniyor ve şekillendiriyoruz.

    geçelim, şu entrymden kürt milliyetçiliği çıkarmaya çalışan davşanlar olmuş, ona gelelim. (bkz: #53582155) bu davşanlar kötü niyetli filan değil hayır, gayet iyi niyetli, samimi davşanlar, içinde yüzdükleri ideoloji deresinden dolayı çeşitli melekelerinin sakatlanması söz konusu sadece. ve ben kendimi her seviyeye hitap etmekle mükellef hissediyorum.

    entryde anlattığım şey, ülkenin batısındaki gençlerin genel olarak askerlikten mümkün olduğu kadar kaçma yönünde bir eğilim sergilerken, doğusundaki gençlerin kendi rızasıyla savaşa katılmalarını anlamaya yönelik bir çaba sergilememiz gerektiği. "biz asker milletiz" gibi bir tespit yapmanın ve hatta bunu da sanki bir gurur kaynağıymış gibi benimsemenin saçmalığını vurguluyorum, ve diyorum ki, normal olan, olması gereken, istenmesi gereken, yaşam dürtüsünün ağır basmasıdır. bu dünya üzerinde adil ve özgür bir yaşam hayaliyle varlığımızı ve ahlakımızı anlamlandırıyorsak eğer, yüceltilmesi gereken, idealize edilmesi gereken, seve seve ölüme koşmak değil, yaşamı istemek, yaşama değer vermektir.

    peki, düpedüz milliyetçi, devletçi reflekslere sahip ve bunu gözden kaçırmaya çalışırken sürekli ele veren bir davşansanız eğer, buradan ne anlam çıkarırsınız? "kürt milletinin evlatları vatan toprağının savunması için gözünü kırpmadan kendi hayatını hiçe sayıyor, asker millet geçinen türk milletinin evlatları ise vatan savunmasından kaytarmak için fırsat kolluyor diyosun yani he mi? seni gidi seni, yer miyiz biz? bir de milliyetçiliğe karşıyım diyosun, tüh allah belanı versin."

    entrynin hiçbir yerinde vatan savunmasından filan bahsettiğim yok, sadece pkk, ypg'ye değil, ışid'e katılım oranının da ülkenin doğusunda yüksek olduğunu söylüyorum ve biz sormalıyız diyorum: kürt gençleri niçin bu kadar rahat ölüme koşabiliyorlar, niçin yaşamaktansa ölümü daha rasyonel bulabiliyorlar? nasıl koşullarda doğmuş büyümüşler ki böyle bir eğilim göze çarpıyor? bunları anlamalı ve insanların ölümü değil yaşamı tercih edebilmesi, bu ülkede, bu dünyada anlamlı bir gelecek hayal edebilmesi için ne yapmalıyız, koşulları nasıl değiştirmeliyiz, neye yönelik mücadele vermeliyiz, neyi değiştirmek için çabalamalıyız, bunları sorgulamalıyız. hele ki on yıllardır anlamsız bir savaşla birbirimizi öldürüyorsak eğer, bizim yüceltmemiz gereken şey barıştır. elinde silah olanlar savaş dilini konuşabilir, ama biz barışı konuşmalıyız, barışı istemeliyiz.

    yani ideal göreceğimiz bir dünyada, olması gereken, bile isteye savaşa gitmek değil, bilakis ölümden kaçmaktır, yaşama tutunmaktır diyorum. nitekim ülkenin batısında doğup büyüyüp, belirli imkanlara sahip olan, belirli koşullarda büyüyen, belirli bir hayat standardına alışan ve onu korumaya yönelik tutum alan, kaybedeceği bir şeyler olan bizler, askerlikten kaçıyoruz, bedelli yapıyoruz, gitmemek için, mümkün mertebe geciktirmek için türlü çeşit yollara başvuruyoruz. peki zorunlu olmadığı halde, kendi isteğiyle bir savaşa katılan insanlar niçin bunu istiyor, bunu anlamalıyız. schopenhauer'ın dediği gibi, "insan istediğini yapabilir, ama istediğini isteyemez." ("gelmiş geçmiş en felsefi söz" gibisinden bir başlık vardı sözlükte, oraya yazın bunu) hiçbirimiz, sandığımız kadar özgür bir iradeye sahip değiliz.

    toparlayalım. türkler asker millet filan değil, kürtleri de halihazırdaki baskın eğilimlerinden dolayı savaşçı filan diye tanımlayamayız. koşullar değişirse, gayet barışçı olabilir insanlar. veya olur da topyekun bir savaşa girersek, işgale uğrarsak mesela, şimdi askerden kaçan bizler bambaşka insanlara dönüşebiliriz, 20 yıl sonra gayet savaşçı bir topluluk haline gelebiliriz. değişmeyen, sabit bir özümüz, karakterimiz filan yok, aslında üzerine yeteri kadar düşünürsek, topyekun ortak çıkarlara sahip bir "biz" bile yok ortada, aynı anadili konuşuyor olmamız her konuda her açıdan aynı ortak çıkarlara sahip olduğumuz anlamına gelmiyor, bir işgal kuvveti anadilimizi yasaklarsa eğer ortak bir paydada buluşup birlikte mücadele edebiliriz, ama işgalden kurtulduktan sonra üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerine kurulu bir toplumsal düzende yaşamaya devam edersek, çıkarlarımız ortak filan olmaz, biz öyle zannederiz sadece. üretim araçlarına ve devlete sahip olanlar, kendi çıkarlarını ortak çıkarmış gibi belletirler bize. eduardo galeano'nun dediği gibi, sistemin adını "vatan" koyarlar, size yalan dolan bir tarih anlatırlar, vatan diye diye size ait olmayan çıkarları savunursunuz, buna karşı duranları da vatan haini bellersiniz.

    yüzlerce sayfada anlatılabilecek bir şeyi, barrington moore olabilecek en güzel, en saf şekilde özetlemiş; bu dünyaya ve insana dair, bir şeyleri anlamaya ve değiştirmeye dair bir derdi olan herkesin mottosu olması gereken ilkeyi belirlemiş:

    "tarihsel süreçlerin kurbanlarına sempatiyle, kazananların savlarına ise kuşkucu bir tutumla yaklaşmak, toplumla ilgili araştırma yapan herkese, egemen mitoloji tarafından teslim alınmasını önleyen önemli bir kalkan oluşturur. nesnel olmaya çalışan bir bilginin kağıt kalem kadar bu duygulara da sahip olması gerekir"

    gelelim davşanlara. davşanlığı bırakın, kendinizi liberal, realist filan zannederken, ya da "trollüyorum kafama göre, sataşıyorum" gibi bir izlenim bırakmaya çalışırken, içinizi zift gibi kaplamış milliyetçiliğinizi, devletçiliğinizi oluk oluk akıtıyorsunuz hep, ondan sonra adınızı koyduğum zaman "bizi genelliyorsun, niyet okuyorsun, haksız ithamlara başvuruyorsun" diye ağlıyorsunuz. yazdıklarımda ısrarla bir açık, tutarsızlık arama nedeniniz, sandığınız gibi bir trolleme arayışından kaynaklanmıyor, keşke öyle olsa. kötü niyetli filan değilsiniz, gayet ideolojik bir körlükten dolayı yazdıklarımı yanlış anlamaya meyyalsiniz, egemen mitolojiden ne kadar zehirlendiğinizi teşhir ediyorsunuz sürekli. dönüp dolaşıp, başlığımda birbirinin aynı yüzlerce entry ile aynı hizaya gelip, "milliyetçiliği eleştiriyosun güya ama kürt milliyetçiliği yapıyosun" diyen yüzlerce bebe ile aynı safta buluşuyorsunuz, bu bir tesadüf olamaz, bunun üzerine düşünün diyecem de, neyle yapacaksınız onu, orası biraz meçhul tabi. her entryde aynı kelimeleri evirip çevirip, komik olduğunu düşündüğünüz ve fakat insanda sadece facepalm hissi yaratan saçma sapan esprileri döndürüp döndürüp aynı ifadelerle bot gibi ortalığa saçmaktan daha iyisini yapabilecek olsaydınız, yapardınız zaten şimdiye kadar. nasip kısmet. idrak midrak :(
  • ınsanın doğuştan gelen özelliklerini;
    misal uzun boyunu ya da babasının parasını bir övünç kaynağı olarak kullanmasını nasıl anlayamıyorsam, normal kosullarda (oda sıcaklığında misal) milliyetiyle övüneni de asla anlayamayacağım.
    ulan azcık sağda doğsak grek, azcik solda olsak pers kökenli olacaktık. yani... eee?

    düşünüyorum düşünüyorum, anca çin in zulmü altındaki bir uygur türkü ya da filistinde bir müslüman olsam filan heralde bu benim için bir övünç kaynağı olurdu.
    ki bu da zulme direnen, çilekeş bir halkın ferdi olmam hasebiyle, bi çeşit savunma mekanizması olurdu zaten. direnme ve ezilen kimliği üzerinden yaşamını savunma refleksiyle alakalı bişey bu. o zaman anlarım bunu. (ki feminizm ya da queer dünyanın pride'i da böyle bisey zaten)

    kabul edelim ki etnik köken, dini inanç ya da mezhep üzerinden "öteki" halklara eziyet eden tüm erk sahibi kurumsal yapıların derdi, çok temelde ekonomik ya da politik. (ki politika da biyerde dönüp dolaşıp dolaylı yoldan ekonomiye bağlanıyor)
    milliyetçiliğin en dolaysız ilişkisi , aslında milliyetlerle değil, mülkiyetlerle sürüyor.

    yani tamamen sömürgeci, kan emici amaçlarla bu eziyetlerin yapıldığı bu kadar aleni bir gerçekken, bi de bireylerin, halkların bunun üzerinden düşmanlık geliştirmesi olayını asla anlamiyorum arkadaş ya. yani kafam basmıyor.

    geçen gün birisi bir sosyal mecrada "ayakta uyutuyorlar hepimizi. tek tek zekiyiz ama topluca gerzekleşiyoruz." yazmıştı. yemin ederim bu konuda daha doğru bi cümle okumadım.

    milliyetçilik (şayet zulüm ya da soykırım tehdidi altında degilsek) kolektif bir akıl tutulması, bi çeşit * zekâ geriliği gibi geliyor bana.
    (öte yandan milliyetçi bir popülasyon yaratıp onları konsolide tutabilmek adına haybeden yaratılan "tehdit" algıları? olmayan düşmanlar yaratma ya da "öteki"lerden düşman devşirme stratejistliği... bu toplum mühendisliği...
    neden? çünkü çoğunluk da güçtür.
    çoğunluk da sermayedir, mülkiyettir.
    hatta en kullanışlı sermayedir davasına inanmış, harekete hazır, organik bir topluluk)

    ...

    bi de bu konuda şey müthiş ya, bakıyorsun kendi iç işlerinde medeniyet allamesi tadında takılan fransa mesela daha dün ruanda soykırımını kurguladı resmen. lan ben fransız olsam kafam yerden kalkmaz, bırak milliyetçiliğini yapmayı.

    hadi o emperyalist şrfsz. ama mynamar gibi örnekler de var. bakiyosun, insanı gelişmişlik sıralamasında 147. bu arkadaş. 1240 usd gsyih var.
    zaten aslinda çoktan ölmüş de, ağlayanı yok yani.
    ama kıçında donu olmayan burdaki budistler de arakanlı müslümanları kesiyo sittin senedir.
    ha o kesen budistlere sorsan, "müslümanlar çok törörö" derler. eheh
    birmanlik gururunu, mynamar'ın gücünü test etmesin kimse! höyt!!!
    buyur burdan yak...

    herkes çok milliyetçi anasını sattiminin dünyasında. herkes çok doğru, herkesin davası en haklı, herkesin ırkı ya da inancı en muhteşem!

    bu kadar gerizekalılık bana hakkaten fazla geliyor ya. tamamen mülkiyet temelli tüm bu güç, iktidar, sömürü, toplum mühendisliği, ilkel eğilimler karmasının ilişkiler zinciri ve sonucunda ortaya çıkan tablolar;
    bu tabloları açıklamak yada aklamak için ortaya atılan her türlü milliyetçi söylem bana hakkaten müthiş salakça ve sahtekarca geliyor.
    asla samimi bulamıyorum.
    halkların bunlar karşısındaki hipnotize olmuş hali; normalde vicdanlarina ya da akıllarına yatmayacak tüm o zulümleri "milliyetçilik" kılığına girdiği anda şevkle, iştahla kabul edip ölümüne savunmaları bana müthiş riyakârca geliyor**

    medeniyetin ulaştığı seviye itibariyle, içinde bulunduğumuz çağın görünümü bu olmamalıydı gibi hissediyorum. bu açıdan, bu çağa çok kirginim.

    belki de yerleşik hayata hiç geçmemeliydik.

    her şey mülkiyetle başladı. yerleşik hayata geçmeden önceki çağlarda en azından sadece vahşi hayvanlara yem oluyorduk.
    artık birbirimizi yiyoruz ve bunu müthiş stratejiler dahilinde opere ederek; buna çok büyük kutsiyetler atfederek filan yapıyoruz.
  • türkiye cumhuriyeti devletinin kurucu resmi ideolojisidir, belkemiğidir. devletin "ülkesi ve milleti" ile kurduğu ilişkinin formatını belirleyendir, "milletine" yüklediği temel vazifedir, hatta milletine biçtiği varoluş formasyonudur. devletin damarlarında akan sıvıdır milliyetçilik.

    son zamanlarda gitgide artan bir serzeniş, bir itham, bir yakınma, bir sitem yükseliyor: "maarri propaganda yapıyor, beyninizi yıkıyor, cahil gençleri kandırıyor, çok cahil ve salak olduğunuz için kanıyorsunuz hemen, kendi aklınızla düşünmüyorsunuz, maarri gibilerin peşinden gidiyosunuz, ama biz zeki ve kendi aklıyla düşünebilen kültürlü pırıl pırıl insanlar olduğumuz için yemeyiz bu propagandayı."

    propaganda he mi? lider kültü he mi? beyin yıkama he mi?

    gelin sizinle mevzuatta bir yolculuğa çıkalım.

    anayasa başlangıç metninden: http://www.mevzuat.gov.tr/…lsearch=&mevzuatiliski=0

    "türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce türk devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu anayasa, türkiye cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda...

    ...hiçbir faaliyetin türk milli menfaatlerinin, türk varlığının, devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği...

    ...topluca türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu..."

    anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen 2. maddesi: "türkiye cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir."

    milli eğitim kanunu madde 2: http://mevzuat.meb.gov.tr/…anun_0/temelkanun_0.html
    "türk milli eğitiminin genel amacı,türk milletinin bütün fertlerini,

    1. atatürk inkılap ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan atatürk milliyetçiliğine bağlı; türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan türkiye cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek..."

    madde 10: "eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde atatürk inkılap ve ilkeleri ve anayasada ifadesini bulmuş olan atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır. milli ahlak ve milli kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine ve öğretilmesine önem verilir."

    madde 11 (çok güzel bir madde): "güçlü ve istikrarlı, hür ve demokratik bir toplum düzeninin gerçekleşmesi ve devamı için yurttaşların sahip olmaları gereken demokrasi bilincinin, yurt yönetimine ait bilgi, anlayış ve davranışlarla sorumluluk duygusunun ve manevi değerlere saygının, her türlü eğitim çalışmalarında öğrencilere kazandırılıp geliştirilmesine çalışılır; ancak, eğitim kurumlarında anayasada ifadesini bulan atatürk milliyetçiliğine aykırı siyasi ve ideolojik telkinler yapılmasına ve bu nitelikteki günlük siyasi olay ve tartışmalara karışılmasına hiçbir şekilde meydan verilmez."

    yükseköğretim kanunu madde 4: http://www.yok.gov.tr/…klikbirimi/2547-sayili-kanun

    "yükseköğretimin amacı:

    a) öğrencilerini;

    (1) atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda atatürk milliyetçiliğine bağlı,

    (2) türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan,

    (3) toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu,

    (4) türkiye cumhuriyeti devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren..."

    madde 5: "yükseköğretim, aşağıdaki "ana ilkeler" doğrultusunda planlanır, programlanır ve düzenlenir:

    a) öğrencilere, atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılması sağlanır."

    b) milli kültürümüz, örf ve adetlerimize bağlı, kendimize has şekil ve özellikleri ile evrensel kültür içinde korunarak geliştirilir ve öğrencilere, milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirici ruh ve irade gücü kazandırılır."

    evet. nerde kalmıştık? propaganda mı demiştik en son?

    şeye benziyor haliniz. matrix'te doğup büyüyen, içinde yaşadığı dünyanın gerçekliğinden bir an bile şüphe etmeyen birinin, kendisine bir fanusun içinde yaşadığını anlatmaya çalışanlara, "propaganda yapıyorsunuz, beynimi yıkamaya çalışıyorsunuz, ben yemem" demesine benziyor.

    oğlum, kızım, evladım. sizin beyninizi iğfal ettiler. evet evet, sizin aklınızı, zihninizi, idrakinizi, fikrinizi, zikrinizi on yıllar boyunca iğfal ettiler. okula başladığınız ilk gün, elinize tutuşturulan o okuma fişleri var ya, işte o okuma fişleriyle başladılar. "ali topu at", "ışık ılık süt iç" fişleri vardı ya hani, o fişlerin arasında bulunan, "atatürk yurdumuzu düşmanlardan kurtardı." "türk öğün çalış güven" "ne mutlu türküm diyene" fişlerini hecelemeye, yazmaya çalışırken sizin beyninizi hadım etmeye başladılar. devlet sizin beyninizi avuçlarına alıp her gün, her sabah ince ince nakış gibi işledi, hamur gibi yoğurdu. her sabah andımızı okuttular size, her sabah "türküm, doğruyum, çalışkanım. ilkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi, özümden çok sevmektir. ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. ey büyük atatürk! açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. varlığım türk varlığına armağan olsun. ne mutlu türküm diyene !" böyle iğrenç bir metni, baştan sona sefil bir milliyetçiliğin, pespaye bir faşizmin buram buram koktuğu bir metni okuttular size. varlığınızla ne yapacağınıza karar verme hakkını bile size bırakmadılar, sizden daha büyük, soyut bir şeylerin varlığına armağan ettiler sizi, size hiç sormadan hem de.

    her pazartesi sabahı, her cuma akşamı "kahraman ırkıma bir gül!" diye bir şiir okuttular size. her yıl milli bayramlarda, 10 kasımlarda size baştan sona ırkçı rezilliklerle, lider tapıncıyla, devlet kutsamasıyla, bayrak fetişizmiyle dolu şiirler okuttular, o şiirleri okurken duygulanmanız, gururlanmanız gerektiğini bellettiler size.

    baştan sona yalanla, çarpıtmayla, hamasetle, gururla, kibirle, ne kadar iğrenç duygu varsa onunla doldurdukları bir tarihi anlattılar size, insani duygulara değil, milliyetçi duygulara sahip olmanızı istediler. yetmedi, din derslerinde de size türk milletinin yüceliğini, atatürkün muhteşemliğini anlatmaya doyamadılar. yetmedi, milli güvenlik dersi verdirdiler. yetmedi, eşşek kadar adam olup üniversiteye gittiniz, orada da sizin peşinizi bırakmadılar, hangi bölümde okursanız okuyun size atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi dersi almayı zorunlu kıldılar, apaçık bir propaganda dersini 20 yaşınıza geldiği halde size dayatmaktan hiç gocunmadılar. (hiç unutmam, daha ilk derslerden birinde, dersi veren süper kemalist hocamız, "çocuklar bu bir tarih dersi değil, bir ideoloji dersi" demişti. sağolsun, samimiyetine hayran kalmıştım.)

    size bunları yapan bir devlete hizmet etmeyi vazife edinen bir medyayla çepeçevre kuşatıldı etrafınız. on yıllar boyunca, dünyadaki en iğrenç, en yalancı, en sefil, en alçak medya propagandalarından birine maruz kaldınız.

    bu devlet size milliyetçi olmayı en birinci vazife, en yüksek ülkü olarak öğretti, sahip olabileceğiniz tek ideoloji, tek varoluş formasyonu olarak belletti. bir türkün nasıl olması, nasıl düşünmesi gerektiğini en ince ayrıntısına kadar bellettiler size, kafanıza yıllar boyunca vura vura soktular. kafatasınızı açıp, yıllar boyunca her gün ama her gün ideoloji bombardımanı yaptılar. ülkenin iç ve dış politikası hakkında, en temel meselelerden en ince detaylara kadar nasıl düşünmeniz, nasıl davranmanız gerektiğini pompaladılar size, milletçe bir örnek refleks tepkilerinizin ne olması gerektiğini bellettiler. bak ne diyor adam: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28754307.asp

    bir bakan, bir akp yalakası için, "bu görüşler bir türk vatandaşına yakışmamıştır" diyor. yani bir türk vatandaşının ermeni mevzusu hakkında ne düşünüp ne düşünemeyeceğini, neyin yakışıp neyin yakışmayacağını söyleme hakkını, cüretini kendinde görebiliyor. (hitap ettiği kişinin ermeni olması da, olayı daha da ironik, daha da trajik hale getiriyor, o ayrı)

    o kadar mükemmel, o kadar başarılı propaganda yaptılar ki size; okyanusun içine doğup büyüyen balıklar gibi, hiçbir zaman suyu hissetmediniz. şimdi benim yazdıklarımı görünce, "propaganda" diyebiliyorsunuz. bunun ne kadar muhteşem, ne kadar göz yaşartıcı bir şey olduğunu keşke anlatabilsem size.

    "propaganda" diyorsunuz, "liderin peşinden gitmek"ten filan bahsediyorsunuz, "kendi aklınla düşünebilme cesaretinden" bahsediyorsunuz, cehaletten filan bahsediyorsunuz. ve bunları söylerken, devletten değil, benden bahsediyorsunuz. minik bir yavru olarak avuçlarına doğduğunuz, avuçlarında büyüdüğünüz devletten değil, on yıllar boyunca her gün ama her gün her saat her saniye her an her yerde propagandasına maruz kaldığınız devleti değil, ilkokul birden üniversite son sınıfa kadar size milliyetçilik propagandası yapan devleti değil, milyonlarca insanı bir fanusa hapsetmeyi en birinci vazifesi addeden devleti değil, sözlükte yazdıklarıyla birkaç yüz kişiye ulaşabilen maarri'yi hedef belliyorsunuz. hiçbir şekilde kaçamadığınız ve avuçlarında büyüdüğünüz, okullarında yetiştiğiniz, her gün medyasından beslendiğiniz devleti değil; istediğiniz zaman engelleyebileceğiniz, görmezden gelebileceğiniz maarri'yi takıyorsunuz kafanıza. propaganda denince aklınıza devlet değil, maarri geliyor. "kendi aklınla düşünebilme" erdeminden bahsediyorsunuz bir de, "sapere aude" diyorsunuz kant gibi. bunun ne kadar muazzam, ne kadar inanılmaz bir şey olduğunu idrak edebilseydiniz, bana sarılıp ağlardınız.

    kendi aklınızla düşünebilmeyi gerçekten dert ediniyor olsaydınız, her şeyden çok devlet batardı gözünüze. kendi fikirlerinizi kendi iradenizle, mümkün olduğu kadar başkalarının etkisi altında kalmadan oluşturmak gibi bir hassasiyetiniz var olsaydı gerçekten, her şeyden önce, her şeyden çok devleti dert edinirdiniz. propagandadan, beyin yıkamadan, lider fetişizminden rahatsız olsaydınız gerçekten, her şeyden çok devletten nefret ederdiniz, hem de öylesine nefret ederdiniz ki, başka bir şeyden nefret etmeye fırsat bulamazdınız, başka bir şeyi kafanıza takmaya vakit bulamazdınız.

    zerre kadar düşünce haysiyetiniz olsaydı, sırf şu yukarda gösterdiğim tablo yüzünden milliyetçiliği sorgulardınız. "ulan bu devlet niye sapık gibi bana bunu dayatıyor" diye merak ederdiniz, sırf size bu kadar zorla dayatıldığı için milliyetçiliği sorgulamaya başlardınız. birilerinin propagandasına maruz kalmayı gerçekten dert ediniyor olsaydınız, sırf bu yüzden devletten ve milliyetçilikten nefret ederdiniz, "ulan madem sen bana bunu bu kadar hırsla ve zorla dayatıyorsun, kaçamayacağım bir şekilde beni ufacık bir çocukken başlayıp büyüyene kadar böyle bir propagandaya maruz bırakıyorsun, sırf sen dayattığın için reddediyorum bunu" derdiniz. size minicik bir çocukken zorla bağırtılan şeylerden, sırf zorla yaptırıldığı için nefret ederdiniz. ama sizin en çok fikir haysiyetinizi hadım ettiler.

    "anlayabilseydiniz, ağlayabilirdiniz" diyordu reis bey. aklıma geldi öylesine.
  • madem öyle, biraz teoriye dalalım, sonra hdp ve kürt milliyetçiliğine gelelim.

    "icat" kavramı kafa karıştırıyor olabilir, kafanızın karışmasından korkmayın, rahat olun, her şey kontrol altında. değilse de endişeye lüzum yok, her şey olacağına varır.

    milliyetçiliğe dair modernist kuramlar, özellikle gellner, anderson ve hobsbawm gibi milliyetçilik kuramcılarıyla, "icat", "hayal" gibi kavramlar üzerinden yürüdü, "geleneğin icadı", "hayali cemaatler" vs. ancak bu adamların kendi aralarında da bu kavramlaştırmalara dair tartışma var. icat ya da hayal etmeyi, sahtelik ya da gerçeklik olarak okumaya indirgememek lazım.

    her şeyden önce, icat bir yoktan yaratma değildir. sütü mayalayarak yoğurt yapmak da bir icattır. veya yayıkla sütten tereyağı ve ayran çıkarırsınız, bu da bir icattır. kısacası var olan bir şeyleri birleştirerek, dönüştürerek, çeşitli işlemlerden geçirerek yeni bir şeyler üretirsiniz.

    modernist kuramların ana hattı, milletin ve milliyetçiliğin modern bir ürün olduğudur. millet ve milliyetçilik kavramlarına dair çalışmalar, 18. yüzyılda, kant, rousseau gibilere ve aydınlanma düşüncesine dayandırılan, fransız devrimi ve alman idealistlerinin (özellikle fichte gibi) romantik milliyetçiliği ile temellendirilen yaklaşımların genel olarak primordialist, ilkçi perspektifiyle 19. yüzyılda şekillenmeye başladı, 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar da bu ilkçi yaklaşım egemen oldu. yani modernist kuramların ortaya çıktığı tarihe kadar milliyetçilikle ilgili yapılan çalışmaların çoğunlukla ortak noktası, millet ve milliyetçilik kavramlarının doğallığının pek sorgulanmamasıdır, milliyetçiliği savunanlar da, karşı çıkanlar da bu noktada ortak bir paydada buluşmaktadır. millet ve milliyetçilik, gayet doğal, verili fenomenler olarak algılanmıştır, milletler "kendiliğinden" gelişen oluşumlardı ve hep vardılar.

    1960'lardan itibaren, özellikle kedourie ve gellner gibilerinin çalışmalarıyla, modernist kuram ortama hakim olmaya başlıyor. primordialist, ilkçi yaklaşım eleştiriliyor, milletin ve milliyetçiliğin kökleri daha derinden bir sorgulamaya tabi tutuluyor. 1980 sonrası ise, hobsbawm ve anderson'un bütün milliyetçilik tartışmalarının ortasına bomba gibi düşen kitapları ile ortalık iyice karışıyor. onların da ardından john armstrong ve anthony smith'in başını çektiği etno-sembolcüler ortama dalıp primordialistlerle modernistlere "ikiniz de yanlışsınız" diyip bir orta yol bulmaya çalışıyor, nihayetinde bu üç yaklaşım birbirlerine giriyor.

    modernist kuram ile, ulus inşa sürecine odaklanılıyor, gelişen iletişim kuramlarının da müdahil olmasıyla, kitle iletişim araçlarının milliyetçilikteki rolü tartışılmaya başlanıyor. bir taraftan karl deutsch, bir taraftan mcluhan gibi adamlar da bu mevzulara kafa yoruyor. matbaa ile bir örnek homojen yazı dilinin oluşumu, gazete gibi iletişim araçlarının ortaya çıkışı, eğitimin ve okuryazarlığın kitleselleşmesi ve disipline edilmesi, matbaa ile kitap basımının kapitalist bir sektör haline dönüşmesi ve dünyayı algılama biçimindeki dönüşümler, belirli bir coğrafyada konuşulan bir dilin çeşitli lehçeleri arasından birinin öne çıkması ve diğerlerine dominasyonunun etkisi, bütün nüfusun standart bir dilde buluşturulması ve tek bir yüksek kültürün çoğul alt kültürlere hakim kılınma çalışmasından bahsedilmeye başlanıyor. son olarak da, daha net belirlenen siyasi sınırlar içinde hükmettiği insanlara dair her türlü bilgiyi kayıt altına almakta uzmanlaşan karmaşık bir bürokrasi, yani bütün bunları örgütleyecek modern bir ulus devlette düğümleniyor.

    modernist yaklaşımların hemen hepsi, "indirgemecilik" eleştirisine maruz kalmıştır. kanaatimce bu durumda, kendisinden önceki kuramların millet ve milliyetçiliğin "doğallığını" hiç sorgulamamasına verilen bir tepkinin de katkısı vardır. engels'in, marksizme yönelen iktisadi indirgemecilik eleştirilerine "bizden öncekilerin hiç üzerinde durmadığı iktisadı biz fazla vurgulamak zorunda kaldık" şeklinde yanıtlamasına paralel bir durum söz konusudur. aynı şekilde, freud'a yöneltilegelen "her şeyi cinselliğe bağlama" eleştirisi de benzer bir sürecin eseridir.

    primordialist, yani ilkçi yaklaşıma göre, milletler gayet doğal süreçlerle, kendiliğinden gelişen, kendini kendinden türeten oluşumlardır. elbette, çeşitli açılardan birbirinden ayrılan, farklı ilkçi yaklaşımlar söz konusu, ama ortak noktaları üzerinde durmak yeterli şu an. ilkçilik millete "mistik" bir nitelik kazandırır. anderson'un vurguladığı, modern çağla birlikte değişen zaman algısı ve ilerlemeci tarih anlayışıyla şekillendiği üzre, akıp giden bir tarih nehrinde yolculuk yapan milletler tahayyül edilir. ve yine anderson: milliyetçilik, dinin etkisinin zayıflamasıyla, ölüm ve hiçlik korkusuna karşı, ezelden gelip ebede uzanan bir millet tahayyülüyle getirilen laik bir çözüm arayışı. tanrı öldü, yaşasın yüce milletimiz. ortaçağdaki zaman anlayışının değişimi ve "ilerleme" tasavvurunun etkisini, anderson iki iletişim aracı olan roman ve gazete üzerinden okuyor.

    şu an milliyetçiler dışında kimsenin ciddiye almadığı bu primordialist yaklaşıma göre, millet dediğimiz şeyin geçmişi çok eskilere uzanır, millet düşe kalka bir tarih parkurunda ilerler, çeşitli biçimlere bürünür, bazen parlar bazen söner, milli bilinç bazen dinin etkisiyle gerileyebilir, arka sıralara düşebilir, ama yeri geldiğinde tekrar uyanır. uyandıran da aslında yine kendisidir, daha doğrusu milliyetçilerdir. uyuyan bir güzel olan milletlerini öperek uyandırırlar, tekrar milli bilincine kavuşmasını sağlarlar, hain düşmanlar tarafından kurbağaya dönüştürülen prensi tekrar tahtına oturtmaya çalışırlar. türk milliyetçiliği üzerinden örneklendirecek olursak, göktürkler gayet türk milliyetçisidir, sonra maalesef islama geçişle birlikte milli bilinç yerini dine bırakarak uykuya dalmıştır, geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar uyuyan, arap ve fars kültürlerinin hegemonyası altında etkisini kaybeden türklük şuuru, başbuğlarımızla, ziya gökalplerle, yusuf akçuralarla, ömer seyfettinlerle, ittihatçılarla ve nihayet elbette atatürk'le ve kemalizmle birlikte tekrar uyanmış ve tarih sahnesine çıkmıştır. diğerlerinden farklı bir özü olan bu millet, biricik, mistik, kerameti kendinden menkul kıymetler borsasında işlem gören nadide bir fenomendir.

    modernist kuram bu duygusal masalı anlatanlara karşı, hele bir yavaş ol yiğenim diyerek mevzuya girer. özetle; millet ve milliyetçilik, hiç de öyle doğal, kendiliğinden gelişen fenomenler değildir, gayetle modern, belirli bir tarihsel dönemin ve türlü çeşit yapısal koşulun bir araya gelmesinin ürünüdür, özellikle de çoğu örnekte ulus devletten bağımsız düşünülemez. bugün millet dediğimiz şey, inşa edilmiş bir şeydir, milletler milliyetçilikleri ve kendilerine ait ulus devletleri yaratmaz, bilakis tam tersi olur. "we have made italy, now we must make italians." massimo d'azeglio

    modernistlerle birlikte, etno-sembolcüler de sahaya dalar. milliyetçiliğin modern bir ürün olduğunda modernistlerle hemfikirdirler, ama milletin kökenlerine, bu köklerle olan bağlarına daha fazla yoğunlaşırlar. milleti önceleyen yapılara dair modernistler de bir şeyler söylemiştir elbette, hobsbawm proto-nation kavramını kullanır mesela. etno-sembolcüler ise etnik kimlik, etnik bilinç gibi kavramlara başvururlar, anthony smith "ethnie" diye bir kavram kullanır hatta, etnik topluluk anlamında. ibni haldun'un asabiyye kavramı gibi. bu arada milliyetçilik terminolojisi de gitgide daha karmaşık bir hal alır.

    etno-sembolcüler, milletin ve milliyetçiliğin harcı yoğrulurken kullanılan etnik bağlara, sembollere, mitlere ve geleneklere yoğunlaşırlar. bunların daha eski tarihlerden başlanarak, daha uzun bir zaman sürecinde oluştuğunu düşünürler. ilkçilerden ayrıldıkları nokta, etnik kimliğe sabit, değişmeyen bir öz atfetmemeleridir. ve etnik kimliklerin tarihini insanlık tarihinin başına kadar götürmezler. mitler, semboller ödünç alınıp verilebilir, farklı birimlerin birleşmesiyle veya bölünmesiyle etnik topluluklar değişir ve çeşitlenir.

    modernistler etno-sembolcüler arasındaki tartışma, etnik topluluklarla milletler arasındaki farkların büyüklüğü çerçevesinde döner aşağı yukarı. bu tartışmalara girmeyip, mevzuyu kendimce toparlamaya çalışayım.

    bundan 500 yıl önce, bu topraklar üzerinde türkçe konuşan insanlar vardı. kürtçe konuşan insanlar da vardı. ama bir türk milleti, bir kürt milleti yoktu. bir türk milliyetçiliği, bir kürt milliyetçiliği hiç yoktu. insanların kendi anadilleriyle, kültürleriyle kurduğu ilişki, aynı anadili ve kültürü paylaştıkları insanlarla olan ortaklıklara ve diğerleriyle aralarındaki farklılıklara yükledikleri anlam, şu anki gibi değildi, alakası yoktu. bir etnik bilinç, ortak bir geçmiş ve gelecek kurgusu yoktu. 1500 yıl önce bunların var olduğunu düşünmek daha da imkansız. bilge kağan'ın "türk" kavramıyla kurduğu ilişki, yüklediği anlam ve hissettiği duygunun, sizin şu an türk derken hissettiklerinizle kurduğunuz ilişki ile aynı olduğunu düşünmek, ancak bir iman ile mümkün, bu da milliyetçiliğin dine dönüştüğü nokta oluyor zaten. kaldı ki, bir tür bilinçten bahsedilebileceği durumlar söz konusu olsa bile, bu bilincin kitlesel olarak paylaşıldığını düşünmek için elde en ufak bir veri yok, bu da ancak inanç ile mümkün. bu tür bilinçler ancak toplulukların seçkinleri için söz konusu olabilirdi, ve onların bilinci ile sizin şu anki türklük bilincinizi ve kimliğinizi ortaklaştırmak için deveye bırak hendeği, uçurumları aştırmak zorundasınız. bilge kağan ve içinde yaşadığı topluluk, türklükle, türkçe ile ve türkçülükle sizin gibi bir ilişki kurabilecek anlam dünyasından, bu anlam dünyasını kitleselleştirecek ve taşıyacak kurumlardan, iletişim ve eğitim araçlarından, zaman ve tarih algısından yoksundu. hele ki belirli seçkinler dışında sıradan halk, mesela konuştuğu dil hakkında muhtemelen pek bir şey düşünmüyordu, kurduğu bir duygusal bağ filan da yoktu. kaldı ki, bir şeyle duygusal bağ kurmakla, o duygusal bağı siyasal bir anlama tahvil etmek arasında da fark vardır. kısacası, onlarla aranızda bulabileceğiniz üç beş ortak nokta varsa, üç beş milyon tane ortak olmayan nokta vardı.

    milliyetçilik eldeki malzemeden işine gelenleri kullanır, var olan mitleri ve sembolleri kendi tasavvuruna ve siyasi çıkarlarına uygun olduğu ölçüde alır, bağlamlarından koparıp yeni anlamlar katar, dönüştürür ve geri kalanını, malzemenin büyük çoğunluğunu çöpe atar, geçmişle arasında böylece muazzam bir ortaklık kurar, daha da ötesine geçip, yeni mitler yaratır, gelenekler icat eder, kendi tarihini kendi yazar. renan'ın dediği gibi, millet yaratmak için bir şeyleri hatırlamaktan ziyade, unutmak gerekir. hatta renan bu noktada, tarih araştırmalarının ilerlemesinin millet için tehlikeli olduğunu söyler.

    elbette, milliyetçilik kuramlarıyla ilgili genel sorun, millet ve milliyetçilik üzerine tamamen kapsayıcı bir tanım yapmanın zorluğudur. bir kere her şeyden önce, bunlar gösterdiği muazzam çeşitlilik bir yana, hiçbir şekilde sabit olmayan, sürekli değişen ve gelişen mefhumlar. pek çok kuramcının üzerinde uzlaştığı tek nokta, genel bir kuram oluşturmanın zorluğudur, modernist kuramcıların üzerinde en çok tartıştığı mevzulardan biridir bu. geliştirilen türlü çeşit millet ve milliyetçilik tipolojisi vardır, her birini farklı farklı inceleyip değerlendirmek gerekir. amerikadaki sömürge milliyetçiliklerini gayet güzel açıklayabilen bir kuram, avrupa milliyetçiliklerini açıklamakta yetersiz ve hatta yanlış olabilmektedir. bunun binbir sebebi vardır, mesela modernleşme her yerde aynı zamanda, aynı hızla, aynı süreçlerle işlememiştir. ya da mesela, anderson'a yöneltilen kimi eleştiriler, milliyetçiliğin illaki dinin önemini yitirmesiyle ön plana çıkmadığı, bilakis ikisinin el ele geliştiği örnekleri vurgular. ayrıca, bir devlet projesi olarak dayatılan milliyetçilikle, tam da bu projenin doğumuna yol açtığı, yani farklılıkları eriterek homojenleştirmeye yönelik güç kullanımının, soykırım ve asimilasyon çabalarının ürettiği mikro milliyetçilikler arasındaki nüansları da daha dikkatli incelemek gerekir. velhasıl, ağaçlara fazla odaklanıp ormanı gözden kaçırma, ya da ormanı görmeye çalışırken ağaçları gözden kaçırma tehlikesi her zaman mevcuttur.

    bir diğer önemli nokta da, millet ve milliyetçiliği ayrı ayrı ele almak ve gelişimlerini, muhtevalarını, halihazırda farklı konjüktürlerde farklı anlamlara ve sonuçlara tekabül etmelerini değerlendirmenin lüzumu. süt yoğurdu kendiliğinden üretmez, birileri onu mayalar, tabi bunun ne kadar bilinçli bir üretim olduğu tartışma konusu, bir başka konu da, yoğurdu gördüğü işlevle değerlendirmek. elinizdeki yoğurtla ne yapacağınız mühim, yoğurdu birilerinin kafasından aşağı dökmek şeklinde bir amaçla kullanabilirsiniz, mesela sizin kafanızdan aşağı yoğurt döken birilerinden intikam almak için. nihayetinde, yoğurtçular arası bir iktidar savaşı söz konusuysa, yoğurt hakkında daha derinden düşünmek gerekir. mevzu gitgide ilginçleşiyor ben de farkındayım.

    nihayetinde, ortaya bir yoğurt çıkmıştır, epey yüksek sayıda insanın üzerinde mutabakat kurduğu bir anlamsal muhtevaya sahiptir, yoğurdu kötü emellerine alet etmek amacıyla üretenlere karşı tutarlı bir tavır alabilme arayışıyla "yoğurt diye bir şey yoktur" demeniz çok da anlamlı bir tavır olmaz. tavşan şapkadan bir kere çıkmıştır, onu geriye sokmaya çalışmak yeni bir tahakküm biçimi yaratmayla sonuçlanabilir gayet. yoğurt ekşimiş olsa da, nihayetinde yoğurttur, yok saymaya çalışabilirsiniz, veya yiyebilirsiniz, veya hegel'in aufhebung kavramını istihdam edecek olursak, içererek aşmak gibi bir yöntem tutturabilirsiniz. bunların hepsini ayrı ayrı tartışmak lazım. mevzu uzun. ama milletten bahsetmenin milliyetçiliğe yenik düşmek olduğu savı, sandığınız kadar anlamlı bir sav değil, onu bilin yeter şimdilik. mevzu, milleti doğal bir fenomen olarak ele alıp almadığınız, ve siyasi amaçlarınız açısından millete nasıl bir rol verdiğinizle ilgili.

    "milliyetçilik" dediğimiz şeyin içeriği üzerinde anlaşmak gerekiyor. evet, dediğim gibi, bu anlaşmayı yapmanın türlü çeşit zorluğu var, ama bu demek değildir ki, millet ve milliyetçiliğe dair bir çerçeve kurmaya çalışamayız. breuilly, (ismini yazmak çok da zor değildir bu arada, bol bol pratik yaparak kendinizi geliştirebilirsiniz) tam da bu tartışmalar açısından önemli bir yerde durur ve milliyetçiliğin her şeyden önce devletle ilişkisi içinde okunması gerektiğini söyler. milliyetçilik her şeyden önce bir siyasettir ve iktidar arayışıdır. bir milliyetçilikten bahsedebilmemizin bir diğer ön koşulu da, milli çıkarları ve değerleri diğer tüm değer ve çıkarlardan üstüne görmektir. gellner da gayet kısa bir tanım yapar: "milliyetçilik siyasi ve milli birimin birbiriyle uyumlu olması gerektiğini savunan ilkedir." kısacası milliyetçilik, milletin siyasi örgütlenmesinin, bu siyasi örgütlenmenin katı sınırlar içinde hüküm sürmesinin ve milli kimliğin diğer kimliklere egemen olmasının, sınırlar içinde de türdeşliğin savunusuyla düşünülebilir ancak.

    buradan hdp'ye gelelim.

    daha geçenlerde selahattin demirtaş verdiği röportajda, ortadoğuya yönelik, sınırların kalkacağı, ya da anlamsızlaşacağı, avrupa birliğine benzer bir birlikteliğin kurulacağı şeklinde bir siyasi vizyonda buluşma isteğinden bahsetti.

    kürt siyasi hareketi, 90'ların başından itibaren bağımsız kürdistan arayışını sorgulamaya başladı. nihayetinde de, ulus devletin bir çözüm değil, bilakis sorunların kaynağı olduğu görüşüne geldi. dolayısıyla, kürtlerin ulusal kurtuluşu gibi bir siyasi projenin hem anlamsız, hem de hiçbir şeye, sorunların kaynağına bir çözüm getirmeyecek bir arayış olduğu düşüncesine ulaştı. selahattin demirtaş'ın aylar önce tanıl bora ile yaptığı söyleşide söyledikleri önemli: http://www.birikimdergisi.com/…i-altinda-minik-ulus ve hayır, bu görüşe daha geçen yıl gelmediler, yıllardır her fırsatta aynı şeyleri söylüyorlar. hdp, bu arayışın en son ulaştığı nokta.

    kendisine siyasi vizyon olarak, milliyetçiliğin ve ulus devletin yarattığı sorunları, tahribatı aşmaya yönelik bir proje belirleyen, etnik, kültürel, dinsel, cinsel her türlü kimliğin eşit katılımla kendini ifade edebildiği ve böylelikle her türlü ayrımcılığa karşı kendisini güvenceye aldığı siyasal mekanizmaların oluşturulmasını hedefleyen; yani aslında milliyetçiliklerin karşılıklı olarak birbirini parlattığı bir dönemi sona erdirip, milliyetçiliklerin ve milli kimliklerin zamanla sönümlenerek anlamsızlaşacağı bir süreci başlatmayı amaçlayan bir siyasi hareketi, "milliyetçilik" olarak nitelendiremezsiniz. nitelendirirseniz, saçmalamış olursunuz, düşünsel tembelliğinizi, cehaletinizi, ideolojik kamburunuzu ve önyargılarınızı teşhir etmiş olursunuz, başka bir şey yapmış olmazsınız. hdp, kürt siyasi hareketinin, "kürt siyasi hareketi" olarak tanımlanmaktan kurtulmaya, kendisini aşmaya yönelik sarıldığı ve öncülük ettiği bir proje. bileşenleriyle, çoğulculuğuyla, elinden geldiğince bu amaca hizmet ediyor. bunun için iktidarı ele geçirmeyi değil, ele geçirilebilir bir şey olmaktan çıkararak dağıtmayı, yerelleştirmeyi, merkeziyetçilikten ve yoğunlaşmadan kurtarmayı hedefliyor. buna yönelik olarak devletin gadrine uğrayan her kesimi kendi örgütlenmesiyle ortak bir mücadelede buluşmaya davet ediyor. hdp'nin içinde ve çevresinde siyaset yapan pek çok kadın için, kadın kimliği, kürt kimliğinden de önce geliyor. ermeni, süryani, ezidi milletvekilleri, belediye başkanları gitgide artıyor. yani bütün bu karmaşık kimlik ve ilişkiler yumağını anlamaya çalışmadan "milliyetçi" deyip indirgemeye çalışırsanız, şaklabanlıktan başka bir şey yapmış olmazsınız.

    işe yaramayacağını bilsem de, saçmalama arayışlarını en azından zorlaştıracak bir not düşeyim. hdp'nin milliyetçi bir parti olmadığını söylemek, kürt milliyetçiliği diye bir şeyin var olmadığını söylemek değildir. yanlış ikilem yanılgısını solumakla hayatta kalabilen bünyeler açısından bunu idrak edebilmek zordur, biliyorum, ama yine de elimden geldiğince yardım etmemek elimde değil. bu bünyeler, durdukları yerden bağımsız olarak aynı reflekslere ömürlerini geçirirler: zorunlu din dersini eleştirirsiniz, "zorunlu din dersini kaldıralım da herkese dinsizlik dersi verelim di mi? çocuklarımız müslüman yetişmesin de satanist olsunlar he mi?" gibi bir tepki alırsınız. devlet cinayetlerinden bahsedersiniz, pkk'nın yaptığı ileri sürülen bir cinayeti mit görevlisinin işlediğini bizzat içişleri bakanının dile getirdiğini hatırlatırsınız, pkk'nın uzaydan gelmiş irrasyonel vahşi bir robot sürüsü olmadığını anlatmaya çalışırsınız, "tabi tabi, pkk sevgi kelebeği zaten hiç cinayet işlemedi" şeklindeki tepki hazırdır. halbuki sizin söyledikleriniz, pkk'nın bir sevgi kelebeği olduğu, hiçbir cinayet işlemediği şeklinde bir iddiayı hiçbir şekilde içermemektedir, ancak bu tip bünyeler açısından sizin söylediklerinizi bilerek çarpıtmak, anlamsızca uç ve aşırı noktalara çekmek ve nihayetinde hiçbir şekilde söylemediğiniz bir şey üzerinden size saldırmak hayati bir reflekstir, bunu yapmayı bıraktıkları anda insan olmaya doğru yol almaya başlayacaklarını içten içe hissederler ve bundan çok korkarlar. aynı şekilde, hdp'ye yönelik saçma sapan eleştirileri cevaplamak, hdp'nin milliyetçi bir parti olmadığını söylemek, kör partizanlık olur, "tabi tabi, kürt milliyetçiliği diye bir şey yok zaten, kürtler milliyetçilik yapamaz zaten di mi, kürtler süper, hdp über alles" şeklindeki bir gerizekalılık yığınını önünüze dökerler, bütün bunlara karşı fazlasıyla idmanlıyım, alışkınım, sabır sınırlarımı da her geçen gün geliştiriyorum çok şükür. ama her şeye rağmen, biraz daha gayret gösterirseniz daha hızlı ilerleriz, sonuçta ne yapsanız kendi hayrınıza.

    kısacası, hdp'nin mayasında milliyetçilik de vardır, ama ondan daha baskın olarak, bu mayayı aşmaya yönelik bir siyasi proje ve çaba söz konusudur. sütten peynir yapabilirsiniz, peyniri kullanarak da cheesecake üretebilirsiniz, ama "cheesecake bir çeşit süttür" diyemezsiniz. (teşbihlerimizde hata varsa, adalet bakanlığı teşbih işleri genel müdürlüğünü arayınız.)

    şu anda, kürtlerin bağımsız kürdistandan başka bir hedefinin olmaması gerektiğini savunan, hdp'yi kürtlere ihanetle, kürtleri kandırmakla suçlayanlar var. hdp'ye milliyetçi diyecekseniz, bu insanları nereye koyacaksınız? bu kadar saçma sapan bir milliyetçilik tanımı, ne bilimsel, ne siyasi tasnif açısından hiçbir işlev göremez, nihayetinde halihazırdaki dünya konjüktüründe ileri sürülebilecek her türlü siyaset, "hayali cemaatler" arasında çıkan ve hayali olmayan, gayet gerçek, somut sorunları çözmeye yönelik bir vizyon ortaya koymalıdır, "aman tanrım, millet dedin, demek ki milliyetçisin sen!" şeklinde saçma sapan bir yaklaşımla mevzuya dalarsanız, ortada milliyetçi olarak tanımlanamayacak hiçbir şey bırakmamış olursunuz. lenin'i de "ulusların kendi kaderini tayin hakkı"ndan bahsettiği için "milliyetçi" olarak tanımlayabilirsiniz gayet, tutar. nihayetinde de, lenin'i, hitler'i, mhp'yi, hdp'yi, atatürk'ü, öcalan'ı aynı havuza doldurmuş olursunuz ve aslında hiçbir şey söylemiş olmazsınız. avrupa birliğini, avrupa insan hakları mahkemesini, birleşmiş milletleri de "milliyetçi" projeler olarak nitelendirebilirsiniz, adında millet geçiyor, öyleyse milliyetçi olmalı. evet, atış serbest. iki tane kitap okuyup, kıt zekanızla, cahil cesaretinizle yalan yanlış yorumlayıp ortalıkta salınmaya devam edinmek yerine, oturup hdp'yi, kürt hareketinin tarihini, sosyolojisini biraz daha yakından tanımaya ve anlamlandırmaya çalışsanız, şu ideolojik körlüğünüzden kurtulmaya gayret etseniz olmaz mı? olur bence. ama malesef, değişmek hem zordur hem de basit genellemelerle kestirip atarak önyargılarını sürdürme lüksünden mahrum kalmak yorucu gelir biraz. sürekli değişen bir şeyin sürekli değiştiğini idrak etmeye çalışmaktansa, kafanızı bir noktada sabitlemek daha caziptir, kendinizi yormamış olursunuz. siz muallakta asılı, zamanın ve mekanın donduğu bir sıfır noktasından olan biteni gözlemler ve yorumlarsınız, her şey çok güzel olur.

    geçelim, biraz daha derine inelim. hdp'nin ısrarla "milliyetçi" olarak algılanmaya çalışılmasını anlamak zor değil. bu sadece cehaletin veya kıt zekanın ürünü değil, bütünüyle ideolojik bir körlük. bu ülkede resmi ideolojinin rahle-i tedrisatından geçen, medyanın kürt siyasetine dair şeytanlaştırıcı dilinden fazlasıyla nasibini alan hemen her türlü kesimin, az buçuk empati yapabilen ve resmi söylemin savunulamaz olduğunu idrak edebilenlerinin, ki bu akp'yi de, utangaç kemalistleri de kapsar, kürt hareketine karşı tutumları son yıllarda şöyle bir hissiyata doğru evrilmiştir: "evet, pek çok konuda haklısın, ama ben hala senden nefret ediyorum."

    duyguların değişimi, o duyguları şekillendiren fikirlerin değişimiyle paralel, senkronize bir şekilde yürümez. bir şeyden yeteri kadar uzun süre nefret etmişseniz, nefretinize yol açan bilgilerin çoğunlukla yalan ve yanlış olduğunu öğrendiğiniz halde, duygularınız bir anda ortadan kalkmaz. nefret yumuşasa bile, yıllarca oluşan mesafeyi, soğukluğu bir çırpıda aşmak kolay değildir.

    akp'nin de, utangaç kemalistlerin de, hatta kürtlere büyük haksızlıklar yapıldığını kabul etmeye az da olsa yaklaşabilen ülkücülerin de, bu noktada yaşadıkları sorun, bilişsel çelişkiyi aşma pratiğidir. kürtlere yapılanların müsebbibi olarak milliyetçiliğin ön plana çıkarılması ve bütün dünyada da milliyetçiliğe, ırkçılığa yönelik söylemlerin gitgide ağırlık kazanmasıyla, milliyetçiliğin ve ırkçılığın gitgide daha çok kişi tarafından lanetlenmeye başlamasıyla, bizimkiler de kürt hareketine karşı hala süren nefretlerini veya soğukluklarını açıklayabilecek bir sebep bulduklarını fark ettiler birden: kürt hareketi milliyetçiydi. bingo! evet, kürt hareketini sevmemek için "bölücü bebek katili şerefsiz teröristler"den daha yeni ve daha uygun bir zemin bulmuşlardı, böylelikle kendileri de otomatikmen milliyetçilik denen şeyden azade oluyordu, bir taşla kuş sürüsü vuruyorlardı.

    ırkçı söylemlerdeki dönüşüm de paralel ilerliyor, sözlükteki ırkçıların yazdıklarına dikkat ederseniz, ırkçılıklarını açıklamak için, meşrulaştırmak için başvurdukları argümanlar da aynı yöne evrildi. ırkçılığın kötü bir şey olduğuna dair çok fazla kişinin uzlaştığını gördükçe tedirgin oluyorlardı, kürtlerden topyekun nefret etme haklarının ellerinden alınmaya çalışılmasından dolayı endişeliydiler. ve birden, onlar da dahiyane bir çözüm keşfetti: kürtler ırkçıydılar. evet, kürtler kesinlikle ırkçı bir ırktı, onlar da zaten tam da bu yüzden nefret ediyorlardı aslında.

    nihayetinde, türk milliyetçiliğinin savunulması güçleştikçe, kürt milliyetçiliğine vurmak, kaleyi muhafaza etmek için vuruşa vuruşa geri çekilmek eğilimi gitgide güçlenecek, bu da gayet anlaşılır bir durum. kürt milliyetçiliği de güçlendikçe, kendi pozisyonunu türklerin ırkçılığa fazlasıyla teslim olduğu ve türklerle birlikte bir siyasi gelecek kurmanın imkansızlaştığı argümanına dayandırıyor. kısacası, milliyetçilikler birbirlerini beslemeye, domino taşları gibi ilerlemeye devam ediyor. türk milliyetçiliği, kürt milliyetçiliğini besleyip büyütmeye devam ediyor, yok saydıkça, aşağıladıkça, nefret ettikçe kürt milliyetçiliğini güçlendiriyor.

    buradan çıkışın yolu, her şeyden önce, bu savaşı bitirmekten geçiyor. savaşlar, milliyetçilik inşasının en önemli çimentoları olur her zaman. savaş kendi dilini üretir, kendi psikolojisini üretir. savaş, kaçınılmaz bir şekilde, insanları ölmeye ve öldürmeye ikna etmek için, ölmeyi ve öldürmeyi yüceltmeyi gerektirir, ölüleri yüceltmeyi ve yeni savaşçılar için motivasyon üretmeyi gerektirir, bayrakları, marşları gerektirir. bu noktada, tsk, pkk, pyd, ışid fark etmez, hiç kimse bundan azade kalamaz, kimin haklı taraf kimin haksız taraf olduğu filan da fark etmez, herkes bir noktadan sonra aynı dili konuşmaya başlar. bu, savaşın içindekiler için anlaşılabilir bir durum olabilir, ama biz, savaşın dışındakiler, bu dili mümkün olduğu kadar aşmaya çabalamalı, ve savaşın bitmesini temel amaç edinmeliyiz. savaş bitsin ki, militarist hissiyat bitsin; eşit ve adil bir yaşam kuralım ki, milliyetçilikler sönümlensin. hdp'nin içinde buna yönelik bir irade var, ve bu iradeyi desteklemeli, omuz vermeli, el uzatmalıyız ki, başarılı olsun. kendi kendini gerçekleştiren kehanetlerin etkisi küçümsenmemeli; yeteri kadar çok kişi olarak yeteri kadar yüksek sesle hdp'yi milliyetçi diye diye mahkum ettikçe, milliyetçiliğe kaymasına vesile olabiliriz, veya tam tersine, hdp'nin milliyetçiliği aşma çabasına odaklanıp destekledikçe, bu yönde ilerlemesine vesile olabiliriz. hem hdp'nin, hem de barıştan, adaletten, demokrasiden yana herkesin omzunda tarihi bir yük var.

    "işte savaşın bize yaptığı şey bu, bizi tek bir boyuta, millet boyutuna indirgemek. ancak burada sorun şu: eskiden eğitimimle, işimle, düşüncelerimle, kişiliğimle, ve evet, milliyetimle de değerlendirilirken, şimdi bunların hepsini kaybetmiş durumdayım. bir zamanlar insanların kültürel kimliklerinin bir parçası olarak üzerine titredikleri şey artık siyasi kimlikleri haline geldi ve üzerlerine tam oturmayan bir gömleğe dönüştü. kolları kısa gelse de, yakası sıksa da bu gömleği giyeceksiniz, çünkü giyecek başka bir şey yok. kısacası şu anda, yeni hırvatistan'da, kimse hırvat olmama hakkına sahip değil." slavenka drakulic
  • babaannem kendi köyünden neredeyse hiç çıkmamıştı. yan köyden insanlara pek güvenmez, onları pek sevmezdi. kendi köylüsü onun gözünde daha güvenilirdi.

    babam orta anadolunun bir şehrinde okumuştu. oturduğu şehirden neredeyse hiç çıkmamıştı. kendi şehrinden olmayanlara pek güvenmezdi. heleki çorumlulara, kayserililere... hemşerisi onun gözünde daha önemliydi.

    abim türkiye'de bir çok şehir gezdi. izmir'de doğdu, lise'yi ankara'da, ünivesite'yi istanbulda okudu. doğuya hiç gitmedi. gördüğüm kadarıyla tüm arkadaşlarıda türkçe konuşuyordu. türkçe konuşmayanları pek sevmezdi. kürtleri, yunanları, ermenileri, arapları pek sevmezdi. kendi milletinden olanlar onun için daha değerliydi.

    ben türkiyenin doğusundan batısına her yerini gezdim. kürtçe konuşan arkadaşlarım da oldu, ermenice konuşan da. üstüne uluslararası bir organizasyonda çalıştım üniversitedeyken. paris, lizbon, new york, beyrut, kahire, moskova... hepsine gittim. bir çok milletten insan görme şansım oldu. dünyayı çok iyi tanıdım.

    açıkça konuşmak gerekirse anasını siktiğimin yeşil marslılarından nefret ediyorum. hele ki andromedalılar... ulan bir canlı nasıl bu kadar şerefsiz olabilir? bir de siriusluları görseniz. amına koduğumun itlerinin taharet musluğu bile yok. götlerini lazerle siliyorlar. lan bok lazerle çıkar mı? ayrıca marslı diye bir millet yoktur. marslılar yörünge dünyalılarıdır. dünyalılar yörüngede tavla oynarken bir birlerine mars diye diye "marslı" ortaya çıkmıştır. yoksa tüm marslılar dünyalıdır.

    işte bu yüzden uzaylıları sevmiyorum sevgili kardeşlerim. dünyalılar benim için daha güvenilir, önemli ve değerli yaratıklardır. şunu unutmayınki dünyalının dünyalıdan başka dostu yoktur. yaşasın ooo * *

    yani uzun lafın kısası sevgili okur; milliyetçilik, insanların sadece etrafında gördüğü, konuştuğu, anlaşabildiği insanları insan zannetmesi; diğerlerini orospu çocuğu ya da orospu çocukluğuna meğilli sanmasıdır. * *
  • türk milliyetçisi iseniz, kürt milliyetçiliğine karşı olmaya hakkınız yoktur. karşıysanız eğer, ahlak namına, tutarlılık namına hiçbir iddianız olamaz, olamıyor nitekim.

    insanlar için milli bilincin ne kadar önemli, ne kadar hayati olduğunu, ne kadar rasyonel olduğunu, insanın kendi dilini ve kültürünü sevmek, korumak ve geliştirmek ihtiyacının ne kadar kaçınılmaz olduğunu ve bütün bu çıkarları hakkıyla korunup savunabilmek için bir ulus devlete ihtiyaç olduğunu savunuyorsanız eğer, tam da bu sebepten kürtlerin kendi ulus devletlerini kurmaları gerektiğini savunanları desteklemeli, saygı duymalı, hatta yardımcı olmalısınız.

    ama pek öyle yapmıyorsunuz. bilakis kürtlerden nefret ediyor, aşağılıyorsunuz. neden? çünkü sizin için "insan" yok, "türk" var. az önceki paragrafa "insanlar için" diye başladım, ama siz aslında "türkler için" diyerek başlıyorsunuz, bunu bu açıklıkta dile getirmenin nasıl bir ahlaki sefalet yarattığını ister istemez hissettiğiniz için "insan böyledir, böyle yapmalıdır" vs. minvalinde genel geçer bir meşrulaştırma arayışına gitmek zorunda kalıyorsunuz, o noktada da ahlaki sefaletinizi tescillemiş oluyorsunuz. sizin için türklerin milli bilinci elzem, türk milliyetçiliği meşru ve kaçınılmaz, ama onun dışındaki milliyetçilikler yanlış, zararlı, var olmamalı. milliyetçilik bu ahlaki tutarsızlığı içselleştirip kurumsallaştırmaktan başka bir şey değil. bütün milliyetçilikler aynı kafada olduğu için birbirinizi sonsuza kadar yemekten başka bir yolunuz yok.

    "özetlemek gerekirse her birey her komün her popülasyon ilk olarak kendi çıkarlarını gözetir, bu tarih yazılmaya başladığından beri böyledir ve böyle olacaktır. bunu görmezlikten gelmek, bunun aksini iddia etmek üzerinde ne kadar felsefik demogoji yaparsan yap hem tarihten hem biyolojiden hem de insan psikolojisinden bihaber olduğunu gösterir ya da işine gelmeyen şeyleri görmemektir ki bu daha da vahimdir."

    bunu diyorsan eğer, kürtlerin, ermenilerin, yunanların, ingilizlerin, rusların, arapların, japonların da kendi çıkarlarını gözetmelerine ve icabında kendi çıkarları için diğerlerinin çıkarlarına tecavüz etme arayışlarına, nihayetinde de güçlü olanın güçsüz olan üzerinde tahakküm kurmasına da saygı duymalısın, hiçbir şekilde sorun etmemelisin. nitekim halihazırdaki dünya aşağı yukarı senin onayladığın, benimsediğin dinamikler üzerinden şekillenen ve bu yüzden iğrenç olan bir dünya, senin bu dünya ile hiçbir problemin olmamalı, "pis kürtler bölücülük yapıyor, teröre başvuruyor, masumları öldürüyor, ermeniler bize ihanet etti, araplar arkamızdan vurdu, nalet olası emperyalikler bizi eziyor, sömürüyor" diye ötmemelisin. oyunun kuralları bu ise, bu oyunu benimsiyor ve idealize ediyorsan, oyunu kuralına göre oynamalısın, ahlaktan bahsetmemelisin, ahlaki bir zemine vurgu yapan kavramlara başvurmamalısın.

    ama yok, hem insanı, sadece kendi grup çıkarlarını gözeten ve gözetmesi gereken bir hayvan olarak tasavvur edip, hem de kendi çıkarlarının diğerlerinin çıkarlarıyla çatıştığı noktada ahlaki referanslara başvuruyorsan, bu işte bir saçmalık olduğunu da idrak etmelisin. senin yapamadığın şey bu. milliyetçiliği meşrulaştırmak için bir hayvanlık teorisine başvuruyorsun, insanın bütün bilincini ve vicdanını çöpe atıp, salt leş parçalama mücadelesi veren sırtlanlarla aynı kefeye koyuyorsun, ama bunu yaptıktan sonra, kürtlerin kendi devletini kurma arayışlarına "yanlış" diyorsun, "kötü" diyorsun, bu uğurda insan öldürmelerine "cinayet" diyorsun, "terörizm" diyorsun, "gayrimeşru" buluyorsun. sırtlanlar arasında cinayet olmaz, terörizm de olmaz, meşruiyet diye bir şey de olmaz, ahlak diye bir şey de olmaz, dolayısıyla "kötü" diye, "yanlış" diye bir şey de olmaz. eğer hepimiz özünde sırtlandan farksız vahşi hayvanlar isek ve öyle davranmamız ideal olansa, böyle ahlaki bir zemine referans veren kavramlara başvuramazsın, başvurmamalısın.

    ama kaçınılmaz bir şekilde ahlaka başvuruyorsun. neden? çünkü sen, ne kadar kaçmaya, ne kadar reddetmeye çalışırsan çalış, ahlaki bir hayvansın, sen bir "homo ethicus"sun. (bkz: homo religiosus) sen varoluşuna anlam arayan bir varlıksın, sen empati yapabilen, dünyanın öbür ucunda olan bir olaydan duygusal olarak etkilenebilen, hiçbir zaman görmediğin ve görmeyeceğin yerlerde yaşayan hiçbir zaman tanımadığın ve tanımayacağın insanların yaşadıkları acıları hissedebilen ve onların acılarından dolayı acı çekebilen bir varlıksın. sen bütün diğer bilinç sahipleriyle en temelde ortak bir varoluş farkındalığı derdine sahip olduğunu, aynı dertlerin, aynı ihtiyaçların, aynı acıların ürettiği bir varlık olduğunu idrak etme potansiyeline sahip olan tek hayvansın. ve sen, aynı zamanda, üretim yapabilen hayvansın, ihtiyacından çok daha fazlasını üretebilen, ürettiğini diğerleriyle paylaşabilen, üretemeyecek durumda olan yaşlılarına, çocuklarına merhamet gösteren ve onları koruyup besleyen bir hayvansın. tam da bu yüzden, yeryüzündeki bütün kaynaklar, üretim araçları ve sahip olunan teknoloji ile dünya nüfusunun onlarca katını besleyebilecek kadar üretim yapmak mümkünken niçin her yıl milyonlarca insanın açlıktan öldüğünü sorgulayabilen bir varlıksın. kapitalizm güya kendisini bu hayvanlık tasavvuru ile, bireycilik ile dayatırken, ayakta kalabilmek için insan vicdanına, dayanışmasına, insanın bireyci olmamasına fazlasıyla muhtaç. bu ülkedeki milyonlarca işsiz, milyonlarca asgari ücretli, ailesinin desteği sayesinde, devletin sadaka kültürü yaratarak muhtaçlığı da sürekli yeniden üretmesi sayesinde hayatta kalabiliyor, aksi takdirde bu sistemi ayakta tutmak mümkün olamazdı.

    kısacası, sen leş için mücadele veren sırtlanlardan daha fazlasısın, daha fazlası olabilirsin ve olmalısın. belli bir arazinin etrafına işeyip sınırlarını çizen ve o sınırları çiğnemeye kalkanın üzerine sorgusuz sualsiz atlayarak parçalayan bir kaplandan daha iyisini yapabilirsin ve yapmalısın. kendine hayvanlığı yakıştırmamalısın, sen insansın. kendi çıkarlarını tek mutlak ilke ve gaye olarak belleyip, hayatı sonsuza kadar sürecek bir vahşi mücadele olarak algılamaktan daha fazlasını yapmak zorundasın. kendi potansiyelini yok sayıp kendine en büyük hakareti yapıyorsun, kendine en büyük aşağılamayı yapıyorsun. halbuki sen bırak diğer insanları, bu dünyayı paylaştığın hayvanlara karşı bile bir sorumluluk hisseden ve insanların çıkarları için hayvanların yaşam alanlarının yok edilmesinden rahatsızlık duyan, sürekli bir vicdani tekamül içinde olan bir varlıksın.

    eğer bütün bu potansiyelini çöpe atıp, insanı hayvandan ayıran bilince ve vicdana, yani felsefe ve ahlaka sırt çevirip insanı sıradan bir hayvan olarak tasavvur etmekte ısrarcı olursan, başta da dediğim gibi, ahlaka da hiçbir şekilde referans vermeye hakkın yok, onu insanlara bırak. senin referans zeminin ahlak değil, güç. sen ahlaktan değil, güçten bahsetmelisin, gücü idealize etmeli, gücü yüceltmeli ve güce tapmalısın. "pkk masumları öldürüyor" ifadesi senin için anlamsız bir ifade olmalı, çünkü sen "masum" diye bir şeyden bahsedemezsin, öldürmeye gücü yetiyorsa ve öldürmek çıkarlarıyla bağdaşıyorsa öldürmüştür, sen ahlakı reddediyorsan eğer ahlaki bir sorgulamaya da giremezsin, "niye öldürüyor" diye soramazsın. ama soruyorsun ve pkk'yı da ahlaki açıdan yargılıyorsun, zaten bu yüzden bu derece nefret ediyorsun. bir sırtlan, kendisine saldıran bir başka sırtlandan "nefret" etmez, gücü yetiyorsa püskürtür, yetmiyorsa kaçar gider. ama hiçbir durumda bir "nefret" hissetmez. sen hissediyorsun, çünkü ahlaki düşünüyorsun. aksi halde, mevzuya iddia ettiğin gibi bakıyor olsaydın, yani herkesin kendi çıkarları peşinde koştuğunu ve bunun da normal olduğunu tek gerçek olarak benimsemiş olsaydın, böyle ahlaki bir nefret içinde olamazdın. ve bize "niçin hep devlet cinayetlerinden bahsediyorsunuz, neden ermenilerin yaptıklarından hiç söz etmiyorsunuz, tek taraflı bakıyorsunuz, ikiyüzlüsünüz, samimiyetsizsiniz, adaletsizsiniz" diye ahlaki olarak saldırmazdın.

    "kendinizi bu şekilde bir takım kalıpların içine sokmayın."

    aynen öyle, tam da bundan bahsediyoruz zaten. bu ülkede ve diğer bütün ülkelerde ilkokulu bitiren her çocuğun aşağı yukarı aynı kalıplara sokulmuş olmasını dert edinin, konulduğunuz kalıbı sorgulayın. sorgulamak için felsefeye, yargılamak için de ahlaka ihtiyacınız var, bunlardan isteseniz de vazgeçemezsiniz, vazgeçmeye de çalışmayın zaten, çünkü sizi onlar insan yapıyor.
  • "milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır. insan ırkının kızamığıdır.
    eğer bir adam bir marşa ayak uydurup, emir altında neşe içinde yürüyebiliyorsa, benim gözümde beş para etmez. kendisine yalnızca bir omurilik yetebilecekken yanlışlıkla kocaman bir beyin sahibi olmuştur. uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir.
    emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nasıl da nefret ediyorum.
    ben savaşı öylesine tiksinti verici ve aşağılayıcı buluyorum ki böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi parçalayıp yok ederim daha iyi...
    benim anlayışıma göre, savaşta adam öldürmek cinayetten başka bir şey değildir.
    aynı zamanda hem savaşa hazırlanıp hem de savaşı önleyemezsiniz.
    yalnız bir pasifist değil, militan bir pasifistim. barış için savaşmaya gönüllüyüm. insanların kendileri savaşa gitmeyi reddetmediği sürece hiçbir şey savaşı durduramaz."

    albert einstein

    edit: öyle bir milliyetçilik ki işte einstein falan tanımaz, anlamaz, kötüler durur. zevkle kabul ederim.
  • kimilerince cinayetlere baglanan ideoloji.

    oysa onlar bilmez ki, 60'larda, 70'lerde öldürülen ilk 10 kişinin 10'u da solcu, ilk 100 kişinin 76'sı solcu, ilk 1000 kişinin 721'i solcuydu. komünist katliam böyle bir şey iste.

    alevi oldukları için kahramanmaraş'ta öldürülen yüzlerce insanı katleden, cesetleri sunnet etmeye calisanlarin ideolojisi neydi.
    aynı katliamları her yerde sürdürenler kimlerdi?

    16 mart'ta istanbul üniversitesi ögrencilerine bomba atan kimdi mesela.
    gazi'de kahveleri tarayanlar kimdi
    abdi ipekçi'yi vuran kimdi....
    saysak kac bin ornek cikar acaba.

    kendini en onemli, en buyuk sayan, mozaik degil ulan mermer diye bagiran, ya sev ya terk et diye uluyanlar, kendilerini tek kilmak için baskalarini katlediyorlar. uc tane c isareti ciziyorlar duvara, cete, cehalet ve cinayeti simgeleyen.

    kanlı ideolojileri uzakta aramaya hic mi hic gerek yok.
  • "en değersiz gurur, milli gururdur. bu, onunla gurur duyandaki bireysel özelliklerin yoksunluğunu ele verir. çünkü; insan neden milyonlarca insanla paylaştığı bir özelliğe tutunma gereği duyabilir ki başka türlü? dikkate değer kişisel niteliklere sahip olan, sürekli göz önünde bulundurduğu ülkesinin hatalarını açıkça görebilecektir. ama dünyada gurur duyabilecek hiçbir şeyi olmayan her zavallı aptal, gurur duyabilmek için son çare olarak ait olduğu ülkesi ile gurur duyar."

    (bkz: arthur schopenhauer)
hesabın var mı? giriş yap