• ...sene 2004, mevsimlerden sonbahar. bir aşkın komasından yeni çıkmışımdır muhakkak ya da yeni gireceğimdir bodoslama, yani öyle nedensiz bir sıkıntı halinde siyah-beyaz fotoğraflar çekmeye gittim eyüp mezarlığına. epey derinlerine kadar ilerledim. ezilmiş ve güz yağmurlarıyla kendine has çürük kokularını etrafa yaymış yapraklar arasında dolaştım. etraf doğal sessizliğinde ve en az üçyüz dörtyüz senelik mezar taşları kırık dökük bir halde, göçmüşler,birbirleri üzerine devrilmiş mezarlar, sırt vermişler adeta yek diğerine. kaval kemikleri görüyorum etrafta, ya bir şehremininin olmalı, ya da gariban bir asesin tekinin...

    derken takıldım bir servinin dışarıya gövermiş bir kök damarına ve kapaklandım bir mezarın üstüne. yokladım hemen kendimden önce düşündüğüm makinemi, sağlamdı. ağır ağır doğruldum ve kafamı kaldırdığım anda gördüm mezar taşının üzerindeki silik harfleri: ahmet haşim

    senelerdir ziyaret edilmediği o kadar belliydi ki. ot bürümüştü mezarın her yerini ve eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprakla semayı göremez bir tenhalıkta yatıyordu işte koca haşim. hey koca usta be dedim, hayatında da, yüzündeki şark çıbanının, hala nedenini çok merak ettiğim mahçupluğuyla kaçardın kalabalıklardan, şimdi de saklanmışsın ormanının derinliklerine.

    - melali anlamayan nesle aşina değiliz, dedi sanki bir fısıltı. korktum ve denli utandım da...

    neden yaptım bilmiyorum ama, elimdeki modern zamanlar petinden birazcık su döktüm mezarının üstüne. başım eğik uzaklaştım...
  • "sıkınıtıyı/hüznü anlamayan gençlere tanıdık değiliz, onlar bizi anlayamaz, baktıklarında sadece dış görünüşümüzü görürler; derinliğimizi bilemezler" anlamı taşıyan dize*.
  • devam ettirdigi cumlenin kontekstinde okunsun istedim.

    "...
    ne sen,
    ne ben,
    ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
    ne de âlam-ı fikre bir mersa
    olan bu mâî deniz,
    melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
    ..."
  • melali anlamak ile meali anlamak arasındaki ters orantılı ilişkiyi düşünürsek, meal ancak hatırlama ile melal ise unutamamak/unutmak eşiği ile mümkün. bir olasılık, bir kuram, bir nöbet me(l)ali bulmam, bulamamam.
  • bu ağır sözden çok daha acıklı bir haldeyiz artık.
    o çaresizliği bile "biz" olarak değil gecenin karanlığında tek başımıza yaşıyoruz.
    dalıp gidecek bir mum ışıği dahi yok.
    yerini parlak florasanlar almış, soğuk betondan resimsiz duvarları parlatıyor.
    güneş de gözükmüyor zaten bu şehirde artık doğarken ve batarken.
    kelimelerimizi çalmışlar ne yazabiliyoruz ne konuşabiliyoruz.
    hormonlu domatesler yiyerek mal gibi yaşıyıp gidiyoruz.
  • sanki o günlerden bugünün ahvalini görüp de söylemiş ahmet haşim bu güzide dizeyi. ne onlar bize aşinadır ne de biz onlara aşınayız. melâl olmadan yaşamak manası niyedir? gel de anlat.
    acınası bir hal, üzüntüyü ıstırabı tatmadan, aşkı görmeden, sevgilinin hicranıyla yanmadan, gönlü aşk ile dolmadan şu diyardan göçüp gitmek... hem derman derdin içindeyken bunu bilmemek.
    zevk uğruna yaşayıp fütursuzca bir hayatı sürdürmek melalden anlamayan neslin en büyük hastalığı.

    "sanman ki taleb-i devlet ü câh etmeğe geldik
    biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik"

    yenişehirli avni
  • ahmet haşim'in melalden kastı; sebepsiz hüzün.

    asaf halet'in yine bir şiirinde geçer:

    "sebepsiz hüzün hocamdı
    loş odalar mektebinde"

    loş odalar benim için bir mektep. neyi öğretiyor bana? sebepsiz hüznü, melankoliyi.

    elbette sebepsiz hüzün her insana zaman zaman çöker. her şey iyidir aslında, ama bir hüzün sarar. en olmadık şeyler gelir akla.

    ne olacak benim halim dersin. sonra, ona bir şey olsa ben naparım? hiçbir şey olduğu yoktur aslında.

    gelir böyle şeyler arada, bu insani bir şey. ama eğer bu kalıcı olursa, ve bu hal eğer sizin psikolojinizin bel kemiğini oluşturursa, orada bir hastalık başlar. bu sizi melankolik yapar.

    haşim ise bunu ideal ruh hali olarak görüyor. bütün bir hayatı melankoli üzerine kurulmuş.

    ve çok da yalnız bir adam. ölmeden evvel söylediği son şiir, tek bir mısradan ibaret:

    "şairlerin en garibi öldü"
  • osmanlıca türkçe uydurmaca'yı karıştırırken "bir gramer ihtilafı" başlıklı yazıya rastladım. muharririne pek ayıp oldu, serlevhalı mı deseydik, neyse, barışçıl bir vaziyetteyim şu an, gevezelik etmeyeceğim. "ne... ne..." bağlacının olumlu fiille mi olumsuz fiille mi kullanılması gerektiği konusundaki tartışmaların kadimliğinden ve bir okuyucusunun bağlacın kullanımına dair şikayetinden bahsedip ebüzziya tevfik'in bu bağlaç hakkında yazdığı kitabı da andıktan sonra şunu diyor peyami safa:*

    "benim fikrim şudur: eğer 'ne' edatından sonra fiil arayere birkaç fail ve mef'ul karışmıyarak, nihayet bir iki kelime fasıla ile o edatı takip ediyorsa müsbet gelmelidir.
    fakat arayere birkaç kelime, birkaç fail ve mef'ul karışıyorsa, baştaki 'ne' edatının nefyetme* tesiri zaafa uğradığı için fiil menfi gelmelidir."

    ve de şöyle örneklendiriyor savını:

    "ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur
    mısraında 'ne' edatile 'eyledi' ve 'verdi' fiileri arasında, edatın nefyetmek rolünü zaafa uğratan birkaç kelime olmadığı için filler müsbet gelmiştir."

    muallim naci'yle devam ediyor:

    "ben ne mesihî ne mesilha demim,
    zevki hakikatte arar ademim."

    son olarak bir beyit de yahya kemal'den:

    "ben ne harabî, ne harabatiyim,
    kökü mazide olan âtiyim."

    nihayet o belde görünüyor:

    "fakat ahmed haşimin:

    ne sen ne ben,
    ne de alâmı fikre bir mersa
    olan şu mai deniz
    melâli anlamayan nesle âşina değiliz.

    mısralarında 'ne' ile 'değiliz' arasına giren on iki kelime, edatın nefi tesirini azaltmış olduğu için şair, 'aşinayız' yerine menfi şekli tercih etmiştir."

    "on iki kelime" ifadesini, sözcük sayısına bağlı bir kullanımın alt sınırını belirleyemeyeceğimiz için özellikle işaretledim. olumsuzluk etkisinin zayıfladığına dair nesnel bir ölçüt ortaya koyabilir miyiz? sınır beş sözcükse mesela dört ile altının farkı ne olacak? üstelik bu zayıflama işi cümleden cümleye -sözcüklerin uzunluklarına ve ritme göre bile- ya da okuyucudan okuyucuya da değişebilir, okuma hızının ve anlama maharetinin kişiden kişiye farklılaştığını biliyoruz. okunan bir cümle ile dinlenen bir cümle arasında bile ne büyük kayıplar var. çok dağıldım, mesele bu da değil, günün birinde okuma işinde teorik olarak aynı olanaklara ulaşsak bile uzunluğun, iki ihtimalden birini seçmeyi düzene bağlayacak, nesnel bir ölçütlendirmesini yapamayız. peyami safa'nın bu saptamasını -ki bir teklif de sanki aynı zamanda- ciddiye alamıyorum haliyle.

    bu arada, niye bu kadar konuşuyorum diye düşündüm de, bence "melali anlamayan nesle aşina değiliz"in önceki mısralarla olan ilişkisi ve bunun dil bilgisi açısından doğruluğu önemlidir, çünkü pek çok başka konunun kapısını da açar. yaşayan örnekleri tutarlı bir biçimde kapsayan bir dilsel kaide var mıdır ya da belki galat-ı meşhur gerçekten lugat-i fasihten evla mıdır? sözlüklere, dil bilgisi kitaplarına ya da genel manada hayatın yanında donup kalan tüm kitaplara karşı yaklaşımımız ne olmalı? daha da çıldırıp dağılmadan, konumuza dönelim ve şimdi en az kapsayıcı olanı cevaplamaya çalışalım.

    yakup şimşek, tyb'nin sitesinde tdk'nın "ne... ne..." bağlacına olan yaklaşımını özetleyip dert yanmış. yazı burada. kaynağım burası çünkü bir malumu ilamdan, "iyi bir sözlük döngüsel olmalıdır" sözünden hareket edip tdk'nın "tekrarlı bağlaç" için verdiği "ne...ne" karşılığını -evet, üç noktadan sonra gerçekten boşluk yok- bile büyük sözlük'ün kutucuğuna yazmama rağmen bir sonuca ulaşamadım. yakup şimşek'in aktardığı ikinci madde, olumlu-olumsuz kullanımı hakkında önemli:

    "2 . ne ile bağlanan özne veya cümlelerden önceki fiiller aşağıda gösterilen durumlarda olumsuz kullanılırlar: a) fiil, ne ile bağlanan özne veya cümlelerden önce gelirse: gelmediler ne annem ne babam. b) ne'li cümlenin fiili şartlı olursa: sen ne yaz ne kış dinlemezsen çabuk çökersin. c) fiilden önce olumsuz bir anlam veren bir ünlem veya zarf bulunursa: ne tütüne ne içkiye sakın alışmayın. ne izmir'e ne bursa'ya gitti. ç) -diği, -inceye kadar, -ince, -dikçe, -dikten sonra veya -den önceki biçimindeki zarf-fiillerle: ne memlekette konuşulan dili ne oranın âdetlerini bilmediğinden çok zahmet çekti."

    daha derli toplu gözüküyor. ilk örnekte, o belde'deki "ne... ne..." sorunu için neden şüpheleniyorsam* o var: tek cümle değil aslında, şunun gibi daha çok "gelmediler... ne annem ne babam..." virgülle yazılıyorsa bile biri yazılmamış çift yüklem var: "gelmediler, ne annem (geldi) ne babam..." olumsuz kullanım doğru ve başka türlü ifade edebilme olanağı da yok.

    ikinci örnek çok tuhaf. bütün tartışmayı bitirecek kadar yoğun, cevaplardan biri burada belki de: bir dil öğesinin muhakkak bir işlevi olmalı. zaten "ne... ne..."nin varsayılan işlevi biçimce olumlu fiili, anlamca olumsuzlaştırmak. zaten olumsuz bir cümlede işlevi ne olabilir şayet yazılmamış bir yargı yoksa?

    şuna geliyoruz aslında, diğer örnekler için de geçerli: yapıca daha yalın atasözlerinde tarih boyu olumlu fiille kullanıldığı gözlenen "ne... ne..." bağlacı nasıl bu tür zorunluluklara düşebildi? ne gözlüyoruz örneklerde? sözdizimi değişmiş, yüklem başa gelmiş, şart kipi kullanılmış, cümle türkçe için uzun ve yapıyı karmaşıklaştıran bir zarf-fiil var. yani? atasözlerinde olmayan, yazıda ya da şiirde olan -en azından çok daha fazla olan- şeyler: dilin sınırları zorlandıkça ortaya çıkan "ne... ne..."nin olumlu fiille kullanım zorunluluğunu aşan yeni durumlar!

    bu heyecan verici yaşayan sorunların karşısında, işlev meselesi de diyalektik olarak duruyor. yani "ne... ne..."nin bir görevi varsa aslen ve bu görevi sağlamadığı tüm cümleler "ne... ne"siz de yazılabilecekse; bir ilk kez yanlışı benimseyen ya da sonradan yaygınlaştıran sayısız ifadeye karşı nasıl bir tavır takınmalı? işlevsiz olsa da, anlamsız olsa da yaşayıp değişenin yanında mı olmak gerekiyor? çağımızın konuşup düşünmeyi güçleştiren, kestirip atan, kendi anlatmak istediğine bile varamayan onca örneğini düşündüm. "aynen"ler, "sıkıntı yok"lar, "söylem"ler, "algı"lar, "müptela" yerine "müptezel"ler... yine de sorun biçimce bunlardan farklıdır, bunların bir "seviye" üstündedir, edebiyatı eğer dili günlük halinden sıyırma işi olarak tanımlıyorsak ve herhangi bir çağın yazarınının dil bilincinin kalabalıklara göre daha yüksek olacağını kabul ediyorsak: günlük dilde "doğru" kullanılan yapısal bir öğenin edebiyatta tahrifatına karşı tepki ne olmalı?

    sorular burada cevapsız soğurken, ben de o belde'deki "ne... ne..." bağlacı sorunu hakkındaki müthiş tahminimi sizlerle paylaşmak isterim. bu tahmin sadece bağlacın işlevine değil, olası bir anlatım bozukluğuna* karşı da bir açıklama olabilir: söz konusu ifade eksiltilidir, tek bir cümle değildir ve yazılmayan kısımlarıyla şöyle anlaşılmalıdır bence:

    "ne sen
    ne ben
    ne de hüsnünde toplanan bu mesâ
    ne de âlâm-ı fikre bir mersâ
    olan bu mâî deniz (...)*
    (biz/hiçbirimiz) melali anlamayan nesle aşina değiliz."
  • o belde'den bir dize.
hesabın var mı? giriş yap