• okullarda çok yanlış öğretilen savaştır.

    arkadaş ortaokulda lisede öyle bi anlattılar ki savaşı, sanki daha önce bizanslılarla hiçbir ilişkimiz olmamış, 1071'de anadolunun dışında orduyu toplamışız sonra hurra diye dalmışız bitchlere.
    halbuki çok farklı bir durum var ortada.
    bir kere zannediliyor ki bizansla ilk savaş bu. gerçekte daha önce savaşmış olmayı geçtim, bir barış antlaşması var ortada. hatta diyojen kaşarı bu antlaşmayı bozup da mevzuya giriyor.
    ikincisi sanki tek düşmanımız bizans. halbuki mevzubahis antlaşmaya güvenen alp arslanın fatımilerle olan savaşı derinleştirmesi gibi bir durum var ortada.
    üçüncüsü saldıran taraf bizmişiz sanrısı. la diyojen ipnesi evi arabayı satmış, paralı askere yatırmış, öküz gibi ordu toplamış, kalkmış istanbuldan muşa gelmiş. az kalsın içimizde gezdirecekmiş de reyizin casusları haberdar etmiş milleti. stratejik manevralarla bizi sayıca ikiye katlayan orduyu devirmişiz.
    dördüncüsü hilal taktiğiylen bizans ordusunu komple erittiğimiz düşüncesi. halbuki yüzde onunu falan doğramışız, bir o kadarını esir almışız, yarısı firar etmiş kaçmış, bizim tarafımıza geçenler var. ağır bir bozgun ama ortaya sıkıştırıp hepisini kılıçtan geçirdik gibi bir durum yok. (burda yanlış anlaşılmayayım. zafer büyük ama zayiat kısmında kafa karışıklıkları var)

    biz zannediyoruz ki yalnızca askeri bir zafer kazandık da bizans öyle dağıldı. halbuki malazgirtin siyasi önemi çok daha büyük. devlet siyasi kaosa sürüklenmiş, son derece zalim bir iktidar savaşı-iç savaş yaşanmış, darbe olmuş, imparator değişmiş. bu karışıklıktan faydalanmışız da arazileri kapatmışız.

    kendince çakallık yapan diyojen de öyle bir duruma düşmüş ki savaştan sonra, hafif bir acımadım değil.
  • sultan alp arslan'ın zaferi, en az istanbul un fethi kadar önemli bir yeri vardır türk tarihinde.

    bizans imparatoru diogenes bir haçlı ordusu hazırlayıp, türkleri anadoludan çıkartmak ve bu stratejik ve zengin bölgeyi ele geçirmek buradan da tabii ki mısır, suriye gibi ülkelere uzanmak istiyordu... 200 bin ciwarında askerden oluşan haçlı ordusuyla beraber yola koyuldu, o sırada selçukluların ordusunun neredeyse 4 katıydı bu rakam, insan korkuyor gençler...

    bu sefere çıkmadan önce diogenes'in şöyle bir hikayesi wardır, altın haçtan yardım dilemek amacıyla ayasofya'ya gider, o sırada haç kıbleye doğru döner, diogenes herslenir, tekrar düzeltir, ertesi gün gider haç yine kıbleye dönüktür, haçın zincirlenmesini emreder ve ertesi gün tekrar gider, haç yine kıbleye dönmüştür; morali bozulan diogenes "sıçtım olm... yok bu sefer sonunda madara olacam gibime geliyo" diye bi düşünceye kapılır ama 200 bin askeri toplamışsın, paralarını vermişsin, vazgeçemez...

    islam aleminin ve hatta türklerin de geleceğini, kaderini belirleyecek olan sawaş öncesi, malazgirt'te kamp kuruldu, 40.000 ciwarında ordusu olan alp arslan, bir barış heyeti gönderdi, fekat diogenes heyeti tersledi, "gidin olm nereye giderseniz, sitip atacam sizi ülkeden" tarzı cümleler savurdu heyet de sinirlendi tabi "kim kimi atıyo göreceez" diyip alp arslan'ın yanına dönüp "abi olay böyle böyle" diyerek anlattılar olanları; sawaş hazrlıklarına başlandı.

    24 ağustos gecesi, alp arslan'a yardıma gelen akıncılar, bizans karargâhına bir baskın çektiler, erzakları falan talan ettiler, o sırada karmaşadan dellenen diogenes, "altını inciyi dökün etrafa, ganimete dalsınlar ansızın" diye emir verdi, fekat ortaya atılan paraya, altına, inciye kendi askerleri daldı, bu karışıklıkta bizans ordusundaki türk asıllı hemşolar da akıncılarla annaşıp, selçuklu ordusuna katıldılar. 25 ağustos günü, yine öyle hazırlık falan derken geçmiştir, afişe hadiseler öncesi zaman çabuk geçer...

    26 ağustos cuma; alp arslan beyaz mintanlar giyip "ölürsem aha bu elbise kefenim olsun" diyerek kılıç ve topuzunu aldı, "en önde cenk edeceğm" mesajını da verdi böylece...
    selçukluklar klasik stratejileri olan turan taktigini uyguladılar ve mağdur ettiler bizans ordusunu ve diogenes 'te esir alındı.

    alp arslan'ın diogenes'e özel bir çadır kurdurduğu ve emrine hizmetkârlar verdiği söylenir bazı kesimce, bunu mukabil bir de, başka söylenti wardır, fakat nedense o aklımda yoktur, alp arslan sorgulamıştır ona göre diogenes'i "niye bizim elçilere zeval ettin, nie bize saldırdın deyyus" falan demiştir mutlaka.

    daha sonra antlaşma yapılmış ve bizans, selçukluya boyun eğmiştir, yılda belli bir miktar vergi, yardım gerektiği zaman, selçuklulara yardım etmek falan gibi maddeler wardır bu antlaşmada, daha sonra bozulmuştur tabii...

    lakin tarihin en büyük zaferlerinden biri olup, stratejisiyle de tarihe geçmiştir fekat ülkücüler tarafından sahiplenilmesinden dolayı kıl kapmıştır millet, o yüzden fazla söz edilmez. özellikle meydan muharebesi olması ve alp arslan'ın geride durup "haydin gençler cenge, savurun düşmanı bin bir yana" gibi komutlar vermek yerine yaradana sığınıp girmesi açısından bir başka önemi wardır benim için... başarılar... [tez yazdım lan, parmaklarıııım]
  • bu mevzuda bir iki not birakip gidelim...

    ilk olarak türkmen boylarinin anadolu'daki tarihinin 1071'den en az bir yüzyil öncesine dayandiğini söylemek gerekir. bu neredeyse bir yüzyillik süreç boyunca türkmenler anadoludaki kentleri ve bizans merkezlerini yağmalamıştır ve cogunlugu dogu'da olmak uzere birçok kenti ele geçirmiştir. dolayısıyla 1071 malazgirt meydan savaşı, "türklerin anadolu'ya girişini sağlayan" tek yönlü ve basit bir kapı açma harekati değildir. hatta alparslan'in savaştan kaçinmak için türlü çeşit kaçinma taktiği izlediğini de söyleyelim. ancak kahpe bizans diyojen'i zaten hizla ege kiyilarina kadar yürümeye baslayan, kentleri yağmalayan, anadoludaki ticareti darmaduman eden ve sürekli yağma peşindeki türkmen boylarini, anadoludan temizlemekte kararlidir.

    kisacasi savaş anadoluyu ege kiyilarina kadar türk topraklarına katma arzusunun sonucu vs. değildir. ama savaşın en önemli sonucu anadolu'da kalici bir türkmen nüfusuna yolaçmasidir. savaşla birlikte zayiflayan bizans artik anadolu'daki türkmen varliğini ülkeden söküp atamayacaktir. sonuçta anadoludaki türkmen varliği özellikle 1076-79 dolaylarinda ege ve akdeniz kiyilarina kadar kesintisiz bir şekilde ilerlemiştir. bizans tarafindan bakinca meselenin ana hatlari kisaca böyle..

    alparslan tarafina gelince. alparslan'in savaş öncesinde iznik, bursa, konya antakya hattinin gerisindeki türkmen boylarinin geri çekilmesini kendilerinin de arzu ettiğini bizans impatoruna belirttiği ve savaşmaya gerek olmadiğini vs. ilettiği biliniyor. ancak diyojen ve bizans kentleri o kadar canindan bezmiş olacak ki bunu bile kabul etmemiştir. şaka gibi anlattiğima bakmayin, savaş sonrasinda da selçuklular anadolu'ya tam anlamiyla girmiş değildir. selçuklularin anadoludaki türkmen boylariyla ciddi problemleri vardir. öte yandan selcuklular savaşı kazanmalarına rağmen ne anadolu'dan bir toprak talebinde bulunmuş ne de ağır bir tazminat, vergi vs. istemiştir. izleyen dönemde melikşah da bizans'la yakin bir ilişki içinde olmayi, bizansın korunmasina yardimci olmayi, bizans prensesiyle evlenmeyi vs. istemiştir... emin oktay'in ve tarihi türk cengaverliğinin merceğinden bu savaşı ele alan şovenist türk tarihçilerinin düşündüklerinin aksine bizans, selçuklu için hemen her zaman düşman olarak değil, bir müttefik olarak görülmüştür. bu noktada daha sonra anadolu selçuklu devletini kuracak olan, merkez secluklularin zaman zaman ortadan kaldirmaya calistigi kutalmişoğullarinin da bizansla örtülü bir anlaşma ve tabiyet ilişkisi içinde bölgede hakimiyet kurduklarini hatirlatmak gerekir. kutalmışoğullari bizans iznik'i kaybettikten sonra bizans hakimiyetindeki bölgelerdeki türkmen varligini bizans'in da onayiyla düzenli ve disiplinli hale getirmeye çalişirlar vs.

    büyük selçuklu devletinin anadolu siyasetini belirleyen en önemli eğilim, anadolu'yu fethetmek falan değil, öncelikle kendilerine alternatif, türkmen kökenli bir "türk-islam devleti"nin doğuşunu engellemektir. ayni önlem çizgisi gelişiminin başlarında osmanlı tarafindan takip edilecektir unutulmasin. tarihi boyunca rum vilayetini, avrupayi vs. değil, öncelikle islam coğrafyasini fethetmeyi birincil hedef olarak belirleyen selçuklular'in döneminde çok daha büyük bir zenginlik kaynağı olan suriye ve misir yöresini fethetme gayreti içinde olmasinin anlaşilir nedenleri var. ama bu konuda ikinci bir mesele de imparatorluğun neredeyse kuruluşundan beri başina bela olan "türkmen" boylarinin merkezden rum vilayetlerine doğru itilmesidir. bir yandan taht üzerinde iddiaları, iktidar kavgalarina giren soyluları, diğer yandan da savaşçı, yağmaci gelenekleriyle selçuklu imparatorluğu'nun en önemli sorunu olan türkmen boylari, selçuklular tarafindan sık sık kırımdan geçirilir ve kirimdan kaçanlar, iktidar savaşlarinda yenik düşenler vs. genellikle anadolu'ya kaçarlar... göçebe türk boylari moğollarin, tatarin vs önünden kaçtiği kadar selçuklu önünden de anadoluya kaçarlar.

    kisacasi anadolu, orta asya ve hazar bölgesinden gelen türkmen boylari için sınırdaki bir yaşam alani, ama ayni zamanda da bir mayin tarlasidir. anadoludaki türkmen varilği, uzun yillar bir varolma ya da yokolma savaşi verir. bir yanda bizans ve avrupa-baskisi, haçli harekatlari, öte yandan da selçuklunun devlet girişimlerini akamate ugratma çabalari arasinda sıkışırlar. malazgirt'in sonuçlari bakimindan bu uzun ve zorlu sürecin belki önemli evrelerinden biri olduğunu bugünden baktiğimzad söyleyebiliyoruz. ancak o günün koşullari altinda bu doğru değildir. danişmentlerle kutalmişoğullari arasindaki rekabet, miryakefalon savaşi, anadolu selçuklulari'nin sünni selçuklu geleneğinin karşisinda zaman zaman şii islam yorumunu desteklemeleri vb. anadolu'daki türkmenin hikayesi bakımından çok daha önemli gelişmelerdir.

    savaş sonrasinda anadolu'da ilk kez bir türk devleti kurulduğu, türklere anadolu'nun kapilarinin malazgirtle açildiği vs. türünden cehalet denizinden süzülüp gelen gerzekliklere ve savaştan beşyüz yıl sonra yazilmiş yalan yanlış menkibeler içinden süzülüp gelmiş saçmaliklara kulak asmamakta da sonsuz yarar vardir...
  • alpaslanın deplasman galibiyetiyle sonuçlanmıştır...
  • batı roma imparatorluğu, bitmek bilmeyen istilacı akınları sonucunda kısa sürede çökse de doğu roma istilacılara karşı kendini korumayı bilmiş, tehlike geçtikten sonra da eski gücüne kavuşup önemli fetihler yapmayı başarabilmişti. bugün dünyada bilinenin aksine bizans terimi bu imparatorluğu yönetenlere ve tebaasına yabancı bir kavramdı. onlar kendilerine romalı derdi ve kendilerini de roma imparatorluğu’nun devamı olarak görürlerdi. iberya ve italya’daki fetihler, onlara göre kaybedilen vilayetlerin geri alınmasından başka bir şey değildi.

    doğu roma, justinianus döneminde eski vilayetleri geri kazanma yolunda önemli atılımlar yapmışsa da devamlı olarak yükselen güçlerle karşı karşıya gelmek durumunda kalıyordu: tuna havzasında bulgarlar ve peçenekler; güney italya’da normanlar; afrika, suriye ve anadolu’da ise araplar. normanlara kaybedilen topraklar bir daha geri alınamamış ve hatta bu istilacılar balkan topraklarına saldırılar düzenlemişti. bulgarlar ve peçenekler ise gerek rüşvet gerek diplomasi gerek de asker kiralama yöntemiyle bir şekilde kontrol altına alınabiliyordu. araplar ise istanbul’u bir kez kuşattıysa da bir daha o kadar ileri gidebilen bir ileri harekat yapamadı. bunda en büyük sebep roma’nın savunmaya dayalı stratejisinde yatar. roma’nın savunma stratejisi, anahtar savunma mevzilerine dayanıyordu. mısır ve suriye gibi bölgelerin merkezden uzak oluşu, buradaki garnizonların arap saldırılarına karşı kaderine terk edilmesine neden olmuştu ancak imparatorluk, anadolu platosunda çok kuvvetli bir iletişim ağına sahipti. istilacı bir ordunun sahrada tutunabilmesinin tek yolunun yağmalamak olduğu bir çağda tarım yapılmayan, pek az yerleşimin olduğu ve geceleri oldukça soğuk geçen bir platoda tutunabilmek hemen hemen imkansızdı. bu statik savunma anlayışı araplar karşısında işe yarasa da doğudan gelen yeni bir güç karşısında tamamen etkisiz kaldı: türkler.

    tamamı hafif süvarilerden ve atlı okçulardan oluşan türkler için anadolu bozkırları orta asya’daki yurtlarından farksızdı. kıt kaynaklarla uzun seferlere çıkıp yabancı yurtlarda konaklayabilirlerdi çünkü çok önemli bir avantajları vardı: bozkır atı. avrupa’daki cinslerine göre daha ufak ve kısa olan bu at türü kuvvetli ve süratli yapısıyla dikkat çeker. fevkalade bir manevra yeteneğine sahiptir ki bu da bir atlı okçunun bir attan beklediği en temel özelliklerden biridir. bozkırın göçebe halkları binek olarak kısrakları tercih eder. bunun iki sebebi vardır. birincisi kısraklar daha yumuşak huyludur, yani kontrolü daha kolaydır. ikincisi ve daha önemli olanı ise süt vermesidir. at sütü, bozkır insanının temel besin kaynağıdır. bir kısrak günde dört beş kez sağılabilir ve toplamda bir litreye yakın süt alınabilir. uçsuz bucaksız coğrafyalarda hayatta kalabilmek adına bundan daha iyi bir çözüm olamaz.

    muharebenin arkaplanında yatan siyasi sebeplere gelirsek birbirinden tamamen farklı iki cephe görürüz. roma imparatorluğu çok uzun süren istikrarlı bir monarşinin ardından iç çatışmalar dönemine girmiştir. x. constantine’in ölümünün ardından, gücü constantine’in ağabeyi john’a kaptırmak istemeyen imparatoriçe eudocia, romanus diogenes ile evlenmiştir. zeki bir kadın olan eudocia, türklere kaptırılan ani kentinin doğu savunmasında ciddi bir açık oluşturduğunun farkındaydı ve bu sebeple belirleyici bir askeri sefer için romanus’u yüreklendirdi. romanus da tahtı elinde tutabilmek için büyük bir zafer kazanıp, şanına şan katması gerektiğinin bilincindeydi. türk cephesinde ise bambaşka telaşlar vardı. abbasi hilafetini kukla yapıp devletin fiili gücünü eline alan selçuklular, mısır’daki bir başka hilafet olan fatımilerle çatışıyordu. sultan alparslan’ın nihai hedefi fatımileri ortadan kaldırıp mısır’ı fethetmekti. romanus diogenes, romalıların övgüsüne mazhar olacak bir plan uygulayarak önce sultan alparslan’a saldırmazlık anlaşması önerdi. sultan anlaşmayı büyük bir memnuniyetle kabul etti lakin bu diplomatik bir aldatmacadan başka bir şey değildi. alparslan’ın halep’i kuşatmak üzere yola çıktığını öğrenen romanus, ordusunu toplayarak iran sınırına doğru ilerledi. 1071’in temmuz ayında erzurum’a varan romanus’a alparslan’ın halep kuşatmasını kaldırdığı haberleri geliyordu. haberler doğruydu. alparslan sağlam istihbarat ağı sayesinde romanus’un amacını öğrenmişti lakin kuşatmayı kaldırması ona biraz pahalıya malolmuştu çünkü bu hamlesiyle zengin bir kenti yağmalama fırsatı yerine yeni ve uzun bir seferin çilesini çekmek istemeyen birlikler ordudan kaçmıştı. bu durum bir bozkır ordusu için olağandışı değildi lakin bu sebeple ordunun mevcudu 10,000 dolaylarına inmişti. malazgirt’e doğru ilerleyen roma ordusunun mevcudu ise 40,000 kişiydi.

    alparslan ilerledikçe ordusunu yeni birliklerle takviye etse de romalıların yarısı büyüklüğünde bir ordusu vardı hala. ancak alparslan’ın asıl avantajı istihbarattı. sürekli olarak keşif harekatları yapan selçuk süvarileri alparslan’a taze bilgiler getiriyordu. romanus’un aksine alparslan, düşmanının nerede olduğunu kesin olarak biliyordu. eudocia’ya ve doğal olarak romanus’a da düşman ducas ailesine yakın bir tarihçi olan michael psellus, romanus’u “ne yaptığını ve nereye gittiğini bilmemek” ile itham eder. bu ağır bir ithamdır çünkü ducas ailesinin fertleri ve bu aileye yakın olan generaller muharebe sırasında romanus’u tümüyle yalnız bırakarak başkente dönmüşlerdi.

    ordular

    roma ordusu esasında çok uluslu bir orduydu. teorik olarak yüz bin civarında asker çıkartabiliyorlardı ancak bu hem abartılıdır hem de bunların en az yarısının basit çiftçilerden ve esnaftan oluşan garnizon askerleri olduğu unutulmamalıdır. roma her zaman profesyönel askerliğe önem vermiş ve ordusunu da buna göre tanzim etmişti. batı avrupa’dan imparatorluğa gelerek hizmet etmek isteyen asker sayısı hiç de az değildi. dahası bu büyük bir prestij kabul ediliyordu. ordunun genel yapısı zamanla ücretli yabancı askerlere kaymıştı. yönetici aileler arasında dengeleri bozup darbe yapabilecek bir ordu belli ki tutulmamıştı.

    yaklaşık 5,000 mevcutlu varangian muhafızları roma’nın en tanınmış askerleriydi. imparatorun kişisel muhafızları diyebileceğimiz iskandinav kökenli bu askerler rusya üzerinden doğu roma’ya gelmişti ve klasik viking savaş tarzını yansıtıyordu: genellikle çift elle kullandıkları devasa baltalar, yuvarlak kalkanlar, zincir zırh ve koni biçimli burun ve yanak korumalı miğferler. bunlar, yayan şok taarruzlarıyla düşman piyade hattını felce uğratmalarıyla meşhurdu. bu muhafızların imparatora bağlılıkları konusunda ise kimsenin şüphesi yoktu zira 969 senesinde yaşanan taht darbesi bunun en güzel örneğidir. o sırada tahtta oturan imparator nikeforos fokas ünlü generallerinden biri olan john tzimiskes tarafından saldırıya uğrar. imparatorun kullarından biri varangian muhafızlarına haber verir. muhafızlar tzimiskes’i durdurmak için olay mahaline gittiklerinde imparatorun çoktan öldüğünü görürler. o durumda tzimiskes’i linç etmek yerine yeni imparator olarak önünde diz çökerler. muhafızlar kişiye değil imparatorluk makamına sadıktır.

    ordunun büyük kısmını ise mızraklı ve kılıçlı thema (bizdeki tımarın karşılığı) piyadeleri oluşturmaktaydı. bir diğer kaynak da ermeni askerleriydi. hem kilikya’dan hem de bugünkü doğu anadolu’dan (o çağda ermenistan diye geçer) orduya alınan ermenilerin sayısı hiç de az değildi. ordunun süvari ihtiyacı ise çok çeşitli kaynaklardan karşılanırdı. bunların başında ana silahı kargı olan thema süvarileri vardı. orta derecede zırh taşırlardı. yine de türk süvarilerinin hızına yetişmesi beklenemezdi. batıdan gelen frank şövalyeleri ise donanım yönünden romalı meslektaşlarına fark atıyordu. latinikon olarak bilinen bu ağır süvariler, başı tamamen örten bir miğfer ve kuvvetli bir zincir zırh giyerdi. zincir zırhın altına deri giyilerek bir kat daha koruma sağlanırdı. zincir zırhın üzerinde parçalı levha zırhlar da görülebilirdi. ordunun hafif süvari ihtiyacı ise kıpçak, peçenek, oğuz, bulgar ve rus boylarından sağlanırdı. ordunun bu karmaşık ve çok etnikli yapısında şaşılacak bir durum yoktu. romalılar her zaman dünyanın her yerinden en iyi askerleri getirtme eğilimindeydiler. dahası bu orduda hizmet etmek herhangi bir yabancı asker için oldukça prestijli bir işti.

    selçuk ordusu ise bu kadar kozmopolit ve şaşaalı değildi. tamamı atlı olan bu savaşçıların başlıca silahı yay idi. birleşik yay sınıfına giren bu yayın etkili menzili 300 metreyi buluyordu. yayı at sırtında kullanan geleneksel türk savaşçısının muharebe alanında pek çok avantajı vardı. hafif zırhlı olmaları yakalanmalarını imkansız hale getiriyordu. bunun yanında kovalandıkları halde bile geriye dönerek atış yapabilmeleri çok büyük avantajdı. 100 metre menzilden atılan oklar zincir zırhları da delebiliyordu. ağır zırhlı süvarilerin atlarını oklayarak onları atlarından mahrum etmek de geleneksel taktiklerden biriydi. oldukça gevşek bir formasyonda ve müthiş bir çabuklukla dalgalar halinde hareket etmeleri piyade okçular tarafından vurulmalarını da zorlaştırıyordu. yakın dövüşe ise yalnızca düşman birlikleri dağılma belirtisi gösterdiğinde girilir, bunun dışında ekseriyetle yakın dövüşten kaçınılırdı. düşman için başının üstünde arı vızıltısı gibi sürekli ok yağmuru altında kalmak, savaşma azimlerini kaybetmeleriyle sonuçlanabiliyordu. geleneksel bozkır taktiği olan sahte ricat ve düşmanı bu suretle çembere alma taktiği sık sık icra edilirdi.

    muharebe

    sultan alparslan, imparator romanus’un amacını öğrenince halep kuşatmasını kaldırıp derhal doğu anadolu’ya doğru yola çıktı. daha evvel bahsettiğimiz gibi bu kararından dolayı ordusu yavaş yavaş erise de cezire’de (mezopotamya’nın kuzeyi) ordusuna yeni erler kattı ve 20,000 mevcutla ahlat’a doğru yol aldı.

    romanus ise ordusunu iki kısma ayırmıştı. birliklerinin bir kısmını türk kökenli bir general olan tarchaneiotes (türkçesi muhtemelen tarkan) komutasundaki bu ordu ahlat’a giden yolu korumak üzere yaklaşık 50 km güneyde konuşlanmıştı. romanus ise ana orduyla malazgirt’i kuşatmakla meşguldu. tam da burada kaynaklar birbirinden farklı şeyler söyler. birincisi tarchaneiotes komutasındaki ordunun mevcudu; ikincisi de bu ordunun selçuk ordusuyla çarpışıp çarpışmadığıdır. romanus’un tarchaneiotes’e ordusunun yarısının komutasını verdiğini iddia eden kaynaklar abartılı görünmektedir. vazifesi selçuk kuvvetlerine karşı öncü kıtası olmak olan bir kuvvetin bu kadar büyük olması beklenemez. ancak romanus’un bu tarz konularda becerikli olmadığı da malumdur. romanus’un özellikle ducas ailesine mensup generallerinin sadakati oldukça şüpheliydi. buna rağmen önemli kıtaları bunların eline vermekte beis görmemişti. ancak her halukarda tarchaneiotes’a bir tagmata verilmiş olsa, bunun toplam mevcudu 5-10 bin arasındadır. bu sayıya roussel de bailleul komutasındaki 500 frank şövalyesi dahil değildir.

    malazgirt’i zorlanmadan alan romanus, tarchaneiotes’ten gelecek haberleri beklemeye başlar. ancak selçuk kuvvetleriyle karşılaşan tarchaneiotes, savaşmak ya da malazgirt’e çekilmek yerine başkente doğru olanca hızıyla kaçar. islami kaynaklarda ise bu ordunun bozguna uğratıldığından bahsedilir ancak tarchaneiotes’in daha sonra ordusuyla başkentte görünmesi bu iddiayı geçersiz kılmış görünmektedir. ahlat’tan haber alamayan romanus, ordusuyla beraber selçuk ordusunun varlığından tamamen habersiz şekilde güneye ilerler. 24 ağustos günü iki ordu malazgirt ovası’nda karşılaşır. alparslan ateşkes teklifinde bulunsa da, romanus bunu korkaklığa yorar. çünkü tarchaneiotes’in yokluğuna rağmen ordusu hala en az 30,000 mevcuda sahiptir. alparslan’ın komutası altında ise yalnızca 20,000 er vardır. alparslan’ın amacı bu sefer gerçek bir barış yapıp güneye fatımi’lerin üzerine yürümektir ancak romanus’tan küstahça bir cevap alınca kılıcını bilemekten başka seçeneği kalmaz. romanus muharebe kararı aldığı sırada muhtemelen tarchaneiotes’in firarından hala habersizdi ve ahlat’a ulaklar yollayarak doğruca muharebeye katılmasını emretti. tabi ki ulaklar, gittikleri yerde tarchaneiotes’ten eser bulamadılar.

    romanus büyük bir hata yaptığının farkına çok geç varacaktır. türk hafif süvarilerine karşı geleneksel roma taktiği, ağır piyadelerle sık saflar oluşturmak, bunların arkasında süvari tutmak ve düşmanın manevra kabiliyetinin kısıtlandığı yerlerde blok halinde saldırıya geçmekti. müthiş bir hareket kabiliyetine sahip tamamı süvariden oluşan böylesi bir orduyla mücadele edebilmenin tek yolu buydu belki ama romanus’un hesaba katmadığı şey, bölgenin alçak tepeler dışında neredeyse dümdüz ve açık bir alan olmasıydı.

    muharebe türk kıtalarının roma ordusu üzerine menzilden ok yağdırmalarıyla başladı. roma hatları ve özellikle atlar, ok yağmurundan çok zarar gördü. süvarilerini hiçbir şey yapmadan kaybetmek istemeyen erzurum dükü basilakes taarruza kalktı ancak kuvvetleri tamamen yok edildi, kendisi de esir alındı. durumu gören romanus bütün kuvvetlerini toplayarak ikinci günü beklemeye başladı. sol kanadı nikeforos bryennius, sağ kanadı theodore alyates, merkezi ise varangian muhafızları ile birlikte romanus aldı. türk paralı süvarileri ise her iki kanatta perdeleme yapacaktı. sadakati oldukça şüpheli olan andronicus ducas, geride ihtiyat kuvvetlerinin başında bekleyecekti. bu kuvvetin büyüklüğü 5,000 kişiydi.

    selçuk ordusu bizans hattının önünde genişçe bir hilal düzeni aldı. ilk hamle romanus’tan geldi. düşman ordusunun üzerine ağır ama disiplinli adımlarla ilermeye başladı. bu hamle selçuk hatlarını geriye itti ancak bir netice getirmedi. sonuçta türk süvarilerinin kaçabileceği oldukça geniş bir alan vardı. üstelik ön hattı geriye ittikçe kanatlardan daha derin bir şekilde sarılmışlardı. akşama doğru romanus ikileme düştü. sürekli ilerlemek kendisine bir avantaj kazandırmamış aksine ordusunu yormuştu. düzenli bir şekilde geri çekilmesi de zor görünüyordu ancak romanus yine de bu tercihi yaptı. roma ordusu hızlı ve düzensiz adımlarla ana kampa geri dönmeye çalışırken selçuk atlı okçuları hızla peşlerinden gelerek hilal formasyonunda saldırdılar. saldırıların ağırlık noktası kanatlardı. çünkü selçuk ordusunun peşlerinden geldiğini gören romanus, birliklerine tekrar geri dönme emri vermişti ve bu sebeple merkez hat sağlamdı ancak kanatlar oldukça düzensiz biçimde geri çekilmeye devam ediyordu. roma sağ kanadı öylesine paramparça olmuştu ki yüzlerini tekrar türk süvarilerine dönemeden dağıldılar. tam da bu noktada beklenen, ducas’ın ihtiyatlarını o noktaya yetiştirmesiydi. ducas bunu yapmak yerine sırtını dönerek savaş alanını terketti. bu durumun önemi muharebe sonrası alparslan ve romanus arasında geçen muhabette de anlaşılabilir. ducas’ın savaş alanını terketmesiyle kalan düşman birlikleri çepeçevre kuşatıldı ve o anda ortalık mezbahaya döndü. varangianlar tamamen kılıçtan geçirildi. sağ kanatta bulunan ve pek çoğu ermeniden oluşan kuvvetin ise büyük bölümü esas çarpışmalardan evvel kaçmıştı. son ana kadar savaşan romanus esir düştü.

    sonuç

    muharebe, roma açısından sonun başlangıcı olmuştu. ancak bu yenilginin ağırlığından kaynaklanmıyor. malazgirt’te 12,000 civarında kayıp veren ve çoğu da kaçan bir ordu vardı. kayıplar yerlerine yeniden konmayacak cinsten değildi lakin roma’yı güçsüzleştiren, kuvvetli aileler arasındaki iç çekişmelerdi. sultan alparslan, romanus’a çok iyi davrandı. ona bir esir gibi değil misafir gözüyle baktı. galip ve mağlup taraflar farklı olsaydı kendisini zincire vurdurup istanbul sokaklarında gezdireceğini söyleyen romanus’a sanki geleceği görmüşçesine şok edici bir cevap verdi: “benim vereceğim ceza daha ağır, seni affediyorum ve serbest bırakıyorum.” alparslan bu hamleyi tamamen duygusal hislere kapılarak vermemişti. roma’daki iç çekişmeden ve romanus’un rakiplerinden haberdardı. onu derhal salıvermezse, taht romanus düşmanlarından birine kalabilir ve bu durumda mısır’a yapacağı sefer yine aksayabilirdi. anlaşılıyor ki alparslan romanus’u gelecekte muhtemel bir müttefik olarak görmüş ve ona cömert davranmıştı. lakin romanus’un sonu, tıpkı alparslan’ın dediği gibi daha kötü olacaktı. tek bir askeri bile kalmamış romanus’a türk süvarileri sınıra kadar eşlik ettiler. romanus, bundan sonra başkente gitse de tahtını john’a kaptırdığını anlar. taraflar iki sefer harbe girişs de romanus hep yenilir. en sonunda esir edilir ve gözlerine mil çekilir. birkaç gün sonra da enfeksiyon kapıp ölür. eudocia ise bir manastırda rahibe olur.

    bu iç karışıklık ortamında kilikya ermenileri yarı özerk bir idare kurdu ve bu idare daha sonra imparatorluktan tamamen koparak bağımsızlaştı. selçuk sultanlığı, romanus ile yapılan anlaşmaya sadık kalıp başka sefer düzenlemedi ancak yeni sultan melikşah ile taht yüzünden kavgalı olan iklim-i rûm valisi süleyman, kendi insiyatifiyle imparatorluk içlerine pek çok akın gerçekleştirdi ve daha sonrasında da iklim-i rum sultanı ünvanıyla bağımsızlığını ilan etti. sonrasında osmanlı hanedanı ve cumhuriyet ile devam edecek olan roma sultanlığı (türkiye devleti) böyle kurulmuştur. bir başka önemli sonuç ise imparatorluğun, batı hristiyan dünyasından yardım isteyerek haçlı seferleri’ne zemin oluşturmasıdır. ileride aynı dertten kendileri de muzdarip olacaklardır.

    muharebenin harp tarihi açısından sonuçlarına bakarsak çok önemli bazı noktaları hemen farketmemek mümkün değildir. birincisi ve belki de en önemlisi sun tzu’nun da belirttiği gibi tüm şartları kendi lehine çevirmeden mümkün olduğunca muharebeden kaçınmaktır. romanus bu noktayı atladı ve tamamen selçuk ordusunun avantajına olan dümdüz bir ovada ordusunu savaşa soktu. tarchaneiotes’in firarından habersiz olması da bunda bir etken olabilir. zira muharebe başlarken tarchaneiotes’e muharebe sahasına gelmesi için ulaklar yollamıştı. açık alanda bir anda karşısında selçuk ordusunu bulan romanus gibi ünlü bir generalin muharebeye girişmesini başka türlü açıklamak olanaksız gözüküyor. romanus belki politik açıdan muharebeyi yapması gerektiğini düşünmüştü lakin intihar sayılabilecek böylesi muharebelere girişmek ne derece akıllı bir politik hamledir, tartışılır. kaldı ki romanus savaşa, sadakati oldukça şüpheli olan generallerle birlikte gitmişti. nihayetinde prestiji ve iktidarı sarsılan romanus’un tahtı gasp edildi ve acılar içinde ölüme terkedildi.

    ikinci önemli nokta ise insiyatif kullanmaktır. meydan muharebelerinde hareket kabiliyeti yüksek ordular daima insiyatif kullanma avantajına sahiptir. romanus, muharebe sırasında arazi şartlarını hiçe sayarak mobilize olmuştu. insiyatif kullanmak isterken ordusunu boş yere yorduğunu farketti. yanlış yanlışı doğurur kuramını ispatlarcasına o haldeki ordusuna bir de geri dönme emri verdi. sonuçta muharebenin başından beri insiyatif kullanma avantajını düşmanına belli etmeden icra eden alparslan, bütün savaş alanını görebildiği alçak bir tepeden verdiği emirle düşmanın çember içine alınmasını sağladı ve o noktada savaş taktik açıdan zaten bitmişti.

    üçüncü önemli nokta ise ordunun maneviyatını yüksek tutmaktır. alparslan sefere başladığında pek çok boy ordudan ayrılmıştı ve diğerleri de ayrılma eğilimindeydi. yağma yapmaktan mahrum ettiğiniz askerlerinizin moralinin yüksek olmasını bekleyemezsiniz. romanus’un ordusu ise istanbul’dan yola çıktığında başlangıçta sarsılmaz bir inanca sahip gibi görünüyordu. bütün doğu vilayetlerini fethedeceklerine inananlar vardı. muharebe gününe kadar geçen süreçte ise dengeler yavaş yavaş değişti: her zaman için ukala olmalarıyla meşhur ancak lazım olduğunda bir türlü bulunamayan frank şövalyeleri, roma ile ihtilafları yüzünden bağlılıkları şüpheli ermeni kıtaları ve zerre sadakati olmayan romanus düşmanı generaller… roma ordusunun maneviyatı esasında pamuk ipliğine bağlıydı. ermeni birliklerin neredeyse tamamı muharebeden kaçmıştı. franklar ortalıkta yoktu, ducas ve tarchaneiotes ise savaşa bile dahil olmamıştı. türk tarafında ise alparslan uzun bir yolculuğun ardından işleri yoluna koymuş ve muharebenin ikinci günü roma ordusu yürüyüşe geçtiği sırada kendisine düşman ordusunun yaklaştığını söyleyen bir askere “biz de onlara yaklaşıyoruz” diyerek askerlerini yüreklendirmişti. özgüveni böylesine yüksek bir generalin, askerin de özgüvenini artırması şaşılacak bir durum değildir. savaşma azmi olmadan ne donanım ne de sayı zafer getirir.

    kaynaklar

    dr erkan göksu, kutadgu bilig’ göre türk savaş sanatı, uluslararası sosyal araştırmalar dergisi, sayı:6, 2009

    kazım haşimoğlu, türkiye selçuklularında ordu, gazi üniversitesi, 2004

    paul markham, the battle of manzikert: military disaster or political failure?

    ali çimen – göknür göğebakan, tarihi değiştiren savaşlar, timaş yayınları, 2009

    matthew bennet – jim bradburry – kelly devries – ıain dickie – phyllis jestice, dünya savaş tarihi: ortaçağ, timaş yayınları, 2011

    paul k. davis, 100 decisive battles from ancient times to the present, oxford university press, 2001

    abdülkadir yuvalı, malazgirt savaşı öncesi selçuklu ve bizans’ın anadolu politikası

    abdülkadir yuvalı, malazgirt meydan muharebesi hakkında yapılan araştırmalar

    dr rifat özdemir, anadolu’nun türk vatanı oluşunda malazgirt’in önemi, fırat üniversitesi
  • şanlı türk ordusunun, kaderin bir cilvesi olarak tam 851 yıl sonra benzerini yaşattığı zaferdir.

    dünya harp tarihinde veya bir milletin tarihinde böylesi bir nüans zor bulunur.

    1000 yıl evvel girdiğin topraklarda seni boğmaya çalışanlara, 1000 yıl evvelle aynı ay aynı gün tokatı yapıştırmak.

    (bkz: 26 ağustos 1071)
    (bkz: 26 ağustos 1922)

    tüm şehitlerimizin ruhu şad olsun.
  • bizans ordusunda paralı askerlik yapan türk boylarının (bkz: uzlar) (bkz: peçenekler) taraf değiştirerek savaşın sonucunu etkilediği, önemli bir tarihi olaydır.
    26 ağustos 1071'de kesin sonuca ulaşan bu savaştan tam 851 yıl sonra, 26 ağustos 1922'de kurtuluş savaşının son muharebesi olan büyük taarruz başlamıştır.
  • yaygın bir yanılgıyla anadolu kapılarını türklere açan savaş olarak bilinir. halbuki, bu savaşın sonucunda sadece anadoluya ilk defa bir türk devleti hakim olmuştur. bu savaştan öncede anadoluda ve rumelide çeşitli dinlere mensup türkler yaşıyordu zaten.

    (bkz: kavimler göçü)
  • esmer-sarı-kızıl-ye$il-mavi tadında hybrid olu$ sürecimizi ba$latan mevzuat.
  • rivayete göre sultan alparslan'ın 'düşman bize çok yaklaştı' diyen komutanına 'biz de onlara çok yaklaştık' karşılığını verdiği muharebe.
hesabın var mı? giriş yap