• cannes 2015'te altın palmiye adayları arasında gösterilen, joachim trier'in üçüncü uzun metrajlı filmi.
  • 1987 çıkışlı the smiths albümü ve aynı isimle çekilen 2015 yapımı joachim trier filmi. isim yoldaşlıkları elizabeth smart'ın 1945 tarihli by grand central station i sat down and wept kitabından gelmektedir.

    “everything flows like the mississippi over a devastated earth, which drinks unsufeited, and augments the liquid with waterfalls of gratitude; which raises a sound of praise to deafen all doubters forever; to burst their shamed eardrums with the roar of proof, louder than bombs or screams or the inside ticking of remorse.”
  • --- spoiler ---
    savaş fotoğrafçısı anne, şahit olduklarına hatta bedenine değen şarapnel parçalarına rağmen, asıl acıyı konforlu bir amerikan banliyösündeki evinde hüküm süren iletişimsizlikle yaşar. eski bir aktör olan baba zaten ruhen kayıptır. ikisi arasında sallanan ergenin kendisini duymayı tercih ettiği müzik ve oyun gürültülerini kulaklıklarla sınırlamasına şaşmamak gerek. ironi o ki, aradaki ilişkiyi sağlamak amacındaki üniversite profesörünün hayatı da iletişimsizlik başta olmak üzere kendi sorunları ile sallantıdadır.
    --- spoiler ---

    elinde joker ve as kartlar* olmasına rağmen oyunu kazanamamak gibi bir şey bu film.
  • --- spoiler ---
    intihar oncesi bariz ben burdayim diyen sorunlar var. mesela, kadin büyük oğluna bi parti sonrası içini dökmeye çalışıyor, oğlu uyumuş numarasi yapıyor. bi baska zamanda, küçük oğlu ve kocasıyla araçta hareket halindeler. adam direksiyonda uyukluyor. kadin kocasina sadece bakıyor, uyandirmiyor. küçük ogul bunu görüyor, annesinin uzaklara dalıp gidisini de. yani kadının iki çocuğu da annelerinde yolunda gitmeyen bişiler olduğunu biliyo ama tepkisizler. koca zaten ayrı bi alem. peki kadın neden evde ailesiyle bi yasam istesin, evine neden baglansin? nitekim kadın her seferinde işine dönüp savaş bölgelerinde çalışıyor. yaptigi işe inanıyor. ne var ki kendisini etkileyen karelerin, hikayelerin havaalanında uçuş bekleyen bi yolcunun parmakları arasında hızlıca gecildigini görüyor. yaptığı iş herkes için aynı anlamı ifade etmiyo demekki..sonra belki yaşamı için de aynı anlamsizligi düşünüp o 'bildik' yolu seciyor..viki sayfasında en iyi fotografcilardan biri olduğu yazıyor, halbuki ruhu paramparça.
    --- spoiler ---

    afisini ve ismini filmle çok uyumlu buldum. ne yazık ki türkçeye sessiz çığlık diye çevirip pic etmişler.
  • sadece elli saniyelik fragmanı ile oldukça etkileyici bir şey sunmuş. anlık bir şey mi yaşadığım bilmiyorum, tekrar tekrar izlemekten kendimi alıkoyamadım. kusursuz bir fragman değil elbette ama özellikle son yirmi saniyesi bünyeyi sarsacak türde.

    https://www.youtube.com/watch?v=45cvlfdeque
  • albüm kapağındaki bayan ingiliz yazar shelagh delaney dir.
  • hiçbir yere ait hissedememek... dönmek istemek, ama dönememek. gitmek istemek, ama gidememek, kalmak istemek ama kalamamak. “bu son... bu son...” diye diye temelli konamamak hiçbir dala. sıkıştığını hissettiğin bu yerler arasında, bitmek bilmeyen yollar yapmak kendine sonra. gittiğin ve döndüğün yerlerde, sana daha az yer kaldığını hissetmek git gide, varlığına daha az ihtiyaç olduğunu anlamak, nefes alabilmek için daha az havaya, görebilmek için daha az alana, sahip olduğunu farketmek. ne oraya, ne de buraya yetememek, daha da önemlisi yetişememek, ve daha daha önemlisi sığamamak, sığınamamak... üzülerek söylemeliyim ki; sevginin çözemediği şeyler büyüyor bazen içimizde. çok sevmenin dahi üstesinden gelemediği şeyler.

    bunlar öyle şeyler ki; sonunda bize yaptığı, yanıbaşımızda patlayan bir bombadan çok daha yaralayıcı olabiliyor. bombayı, “bomba” olarak hatırlamaktan başka seçeneğimiz yok çünkü. patlama anını, sesini, yaydığı ısıyı, onun etkisi ile gökyüzüne doğru havalandığımızı, uçtuğumuzu, sonra sert bir şekilde yere düştüğümüzü, duyduğumuz acıyı... tam da olduğu gibi, tam da o ana ait gibi, resmedebiliriz. ama öyle anlar var ki, ve o anların içinde öyle insanlar var ki, ne olursa olsun, ama ne olursa olsun, asla “onları öyle hatırlamak istemeyiz”. ve “öyle” resmedemeyiz. çünkü resmedersek, yüz yüze gelirsek, eninde sonunda kendi çığlığımızda boğuluruz.

    (ben de joachim trier’i bu filmle hatırlamak istemiyorum. umarım, bu filmden sonra yine kendi ülkesine ve diline geri döner. hafızayı didiklemeye, kendi coğrafyasında, kendi geçmişinde, kendi çığlında devam eder.)
  • ''...seni seviyorlar, bunu hissedebiliyorsun. sen de onları her şeyden çok seviyorsun. yine de aralarına girmiş gibi hissediyorsun. genelde yaptıkları şeylerle aralarına. kendini yine yanlış yerdeymiş gibi hissediyorsun. seni orada istemediklerinden değil, ama..sana gerçekten ihtiyaçları yok.''

    isabelle huppert'lı joachim trier filmi.
  • bazı sahneleri var ki terrence malick filmi izliyor hissine kapılıyorsunuz. hikayenin dolmayan veya doldurulmak istenmeyen kısımlarını görmezden gelirsek duygu olarak son derece tutarlı ve meramını net şekilde anlatan bir yapısı var filmin.

    her filmine kendi acısını, hissini koyuyor sanki joachim trier. duyguyu seyirciye aktarmada son derece mahir. oslo august 31st filmine bakıyorsunuz le feu follet kitabının ikinci uyarlaması fakat ilk filmin fersah fersah önünde, hatta bambaşka filmler. dönüyorsun thelma'ya bakıyorsun bu zamana kadar yapılmış en iyi cadı filmlerinden biri. bu filmlerin tamamında gördüğümüz hissi kendisi hayatında her daim yaşıyorsa kendisi olarak yaşamak inanılmaz zor olmalı.
  • --- spoiler ---

    joachim trier in izlediğim ilk filmi oldu. doğru bir başlangıç yaptığımı düşünüyorum. çok beğendim. bugünlerde tam da aile ve çocuk, evliliklere dair bir şeyler okuyordum. tutku sahibi özgür bir kadının annelik, eş olma, evinde hissetme üzerine varoluşsal kaygılarını kadınımız işinde çok başarılı olduğu için belki de çoğu yerde tolere ederek izledik, hatta kesin çapan oğlu kocadan çıkacak sandık. yani ben öyle sandım. evde çocuklarına kol kanat geren, başladığı ilişkiyi bile çocuğuna zarar gelecek diye bitiren babanın hakkını verelim. hep olağan bu tip ilişkilerdeki annenin koruyucu ve verici rolünü baba üstlenmiş. anne ise evde ne de olsa bana ihtiyaçları yok diyerek, duygusal yatırımlarını hep dışarıyı yapıp oradan beslenmiş. ve evinden ruhsal olarak da çok uzağa gitmiş.
    savaş fotoğrafçılığı gibi hayata dokunan bir meslek, tutku, başarı, gurur bunların hepsi çok cazibeli de olsa annelik duygusunu geçebilir mi, aynı şeyler plazada çalışan iş kolik bir baba üzerinden anlatılsa film bittikten sonra kesinlikle böyle hissetmezdim diye düşünüyorum. ama filmde isabelle' e kızamıyorum bile, rüyasında bile sahipsiz hissediyor kendini.
    --- spoiler ---

    yönetmenin diğer filmlerini izlemek için sabırsızlanıyorum.
hesabın var mı? giriş yap