• basrollerini maurice ronet ve jeanne moreau'nun oynadigi, fasist yazar drieu de la rochelle'in karanlik romanindan uyarlama ultra pessimist louis malle filmi.
  • romanin ve filmin baskahramani alain leroy zamanla oldukca unlu bir karakter haline donusmustur.bu filme/romana egilen kisiler genelde depresif veya alkol yuklu donemlerinde kendilerini bu karakterle ozdeslestirir bunalim dehlizlerinde bir leroy tadi yakalarlar.
  • louis malle, bu film ile, sinema tarihindeki kimi unutulmaz planlari pelikule aktardigi gibi, film boyunca kulaklarinizi oksayan, cenenizi titreten eric satie nin muzigi ile de bu goruntuleri hepten olumsuzlestirmistir.
  • bir de maurice ronet yi izlemeye doyamazsiniz bu filmde.
  • louis malle'in en iyi filmi oldugunu dusundugum bu basyapitin oykusu kisaca soyle gelisir: eski alkolik, orta yasli alain leroy, bir sure alkolizm tedavisi gordugu paris disindaki klinikten, doktorunun artik iyilestigini dusunmesi ve tesvikiyle, paris'teki eski ahbap cevresine bir ziyaret duzenler.

    --- spoiler ---
    alain'in paris'te bir cafede oturmakta iken, masasinda onceden bir iki yudum alinip birakilmis icki bardagina kacamak bir bakis attiktan sonra, elinin son derece cekinceli, narin, kibar ve bir o kadar ustalikli bir hareketiyle bardagi onune cekmesi, ve ickiyi kafasina dikme sahnesi ise, erik satie'nin gnossienne # 1 esliginde insanin hafizasina kazinir, icine isler. bence, bu tutunamama oykusunun kirilma noktalarindan biridir, bu sahne.
    --- spoiler ---

    malle beyefendinin en sevdigi, kendisine en yakin buldugu, tamamen oznelligini konusturdugunu soyledigi filmidir. yonetmenimiz ayrica, filmin karamsar gibi durmasina ve hatta oyle de olmasina ragmen kendisi icin son derece ozgurlestirici olmus oldugunu belirtmistir.
  • yalan olmasın myrtle gordon'un birkaç level atlamışı gelip bu filme girmiş, alain leroy olarak. esasen alain'in film süresince "daha da çöküş"ü, dokunarak yokladığı lidya'nın suratında dokunuşunun karşılığını bir türlü bulamayışı ve lidya'nın "seni kendimce bir biçimde seviyorum" demesiyle başlıyor.

    olur, bir daldır, tutunamayabilirsin. ama devamına ne demeli? yanı sıra içsel bunalım somut örnekleriyle meşrulaştırılsın, romanın hikmeti mi, louis malle'ın mizansen başarısı mı, ama nihayetinde bravo. demek istediğim "dokunmak" üzerinden böyle destan gibi maneviyat yaratmak biraz göt isteyen bir şey bence.

    ve bir erkeğin varolduğu veya yittiği ince çizginin tanımları: kadın, para, başarı ve olgunluk! ve bunlara haiz ol(a)mayınca neticenin ta kendisi. sağol louis malle hatırlattığın için. ve bunca "ilgilenir görünüp ilgisiz" kadının ve dorothy'nin gölgesinin arasından, leroy'un anası kimdir merak edemiyorum. yani onlar ona dokunmalarını istediği gibi dokunamıyor ve formül bu kadar basitken, yine de bonus olarak bunca harikulade replik, bunca görsellik, bunca titizlik, bunca filosofi. bence louis malle iyidir.

    (bugünlerde şugar gönlümü louis malle ile eğliyorum. louis malle, şu eşek gözlümün en sevdiği ve saydığı zannederim üçüncü yönetmen. gerçi eşek gözlüm mü kalmış, (her kuytu bugün kahkahanin yâdini saklar). louis malle ki beni bolu yollarında ağlata ağlata bitirememişti. bakınız diğerleri: lacombe lucien, au revoir les enfants ve kendisi bu minvalde benim için yeni anlamlar demek oldu. canımsın.)
  • ben bu kadar guzel, bu kadar derin bir film izlemedim herhalde. maurice ronet'nin oyunculugu, bir adamin caresizliginin tum boyutlariyla anlatilmasi, tam ortasindaki o varoluscu diyalog...tekrar tekrar izlenesi, tapilasi.
  • alain ve dubourg karakterlerinin aynı hırkayı sırayla giydiği louis malle başyapıtıdır.
  • izlediğim en karamsar film heralde. bir de artık bahtın bir oyunu mudur, kaderin cilveleşmesi midir, o dönem çok karamsar görünümlü bir kitaba göz atıyordum. adamın tekinin geneleve gittiği bölümde kalmıştım. fena agresif. içiyor sıçıyor dağıtıyor. onun da niyeyse içi yanıyor. ve bu arada the fire within kitabın depresif havasıyla beraber düşünün; dengeliyici bir unsur olmayı kenara kaldıralım, bilakis pekiştiriciydi. haydaaa ve neyse

    filme dönersek kahramanın o kalan kadehi fondiplemesi, entel tayfaya kafa göz dalması. vedalaşmaları. son yemeği. ve tragedyasında kaderine teslim olumu. üzer.
    bir de eric satie demeden şu yazıyı bitirmemek için kısa bir anı anektodliyim:
    tünel'de elemanın teki hintlilerin kanunu tarzı sopayla vurmalı enstrümanını tıngırdatıyor. işte bu filmde çalan şarkı. tanıdık geliyor. ama o dönem bu filmi izlememiştim. muhabbete girmezden önce enstrüman kutusuna biraz bozukluk atarmış gibi yapıp sanatına saygı duyuyormuş izlenimi yaratarak merakımı gidermek maksatlı "ne bu çaldığın kardeş" diyorum. "bıdı bıdı" diyor. "hmm" diyorum. ve "güzel iş valla sizinkisi. günde kaç para kazanıyorsunuz?!" diye sorduktan sonra cevap beklemeden bölgeyi terk ediyorum. daha bir sonra hatırlıyorum ansızın. başka bir bir müzikal-fetişli bir türk melodramında geçiyordu aynı parça. ama bu filme öyle bir geçmiş parça ki ne zaman dinlesem lavaboya sıcak su dolduruyorum. permatiği kırıyorum.
    hardcore bir film. sen izleme, sen de. iyi, sen izle.
  • hayattan zevk alamayan, hayata dokunamayan, hayatı hissedemeyen bir adam alain. hayatını bir şeylerin olmasını beklemekle geçiren bir adam. insanlar hayatın bir parçası olduğu için insanlara da kendini çok uzak hisseden bir adam. filmde o durağanlık, şehrin içine sıkışmışlık öyle bir işlenmiş ki insan gerçekten kendini hayata çok yabancı hissediyor izlerken. erik satie'nin besteleri de şahane yakışmış tabii.

    "beni öyle çok sevebilsinler ki, ben de onları sevebileyim istedim."
hesabın var mı? giriş yap