• hayatımda bana galiba daha önce hiç yaşamadağım bir sinema deneyimi yaşatan film. hiç anlamadım. iyi mi kötü mü diyemedim bile.
  • altyazı dergisinin 100. özel sayısında reha erdem'in film hakkında yazdığı yazı;

    joe, annem, bunmi dayım

    bir film, eğer 'sinema sanatından' ise o filme 'kültürel ürün' muamelesi yapamazsınız. kültürel ürünleri minimalist, art-house, zart-house, sanat filmi, ana-akım, baba-akım diye istediğiniz şekilde kategorize edebilirsiniz, böylece bu 'ürünlerin' dağıtımını, satışını, tüketimini kolaylaştırırsınız. ama bazı filmler bu kategorinin hiçbirine uymazlar, kültürel 'ürün' değildirler, zaten varlıkları da diğer kültürel 'ürünler' için bir tür tehdit oluşturur. onlara büyük festivallerde büyük ödüller de verseniz, en büyük salonların hepsini onlara açsanız da, onları ehlileştiremezsiniz. bütün vahşetleri, bütün ihtişamlarıyla orada öylece dururlar. yanına her yaklaştığınızda başka bir şey görürsünüz. gerisi size kalmıştır, ya her seferinde başka bir zenginlikle dönersiniz ya da her seferinde 'bütününü kavrayamamanın' verdiği tuhaf bir huzursuzlukla ayrılırsınız yanından. (çünkü bütünü kavrama alışkanlığı sadece kültürel ürünlerin tüketim şartlarındandır.) göklerin, yıldızların, allah'ın, aklınızın, ruhunuzun, insanlığın bütününü ne kadar kavrayabiliyorsanız o filmin de bütününü o kadar kavrarsınız, orası size ait kısmıdır işin. işte apichatpong weerasethakul'un (aw) uncle boonmee filminin de bu nadir filmlerden bir tanesi olduğunu düşünüyorum.

    kendi dünyasını sadece bu filmle değil gördüğüm bütün filmleriyle, birbirine tuhaf bir geçişkenlikle, üstelik ince bir ritim duygusuyla kurabilen bir yönetmen aw*. onun sinemasından öğrenebileceğimiz, belki kendisinin bile tam bilmediği (bilmesi hiç gerekmiyor) çok şey var.

    filmlerinin yapısı seyirciyi son derece özgür bıraktığı halde yine figürleri, figürlerine giydirdiği varoluş meseleleri, bu meseleleri ses bandına yayış biçimi, çerçevelerinin yetkinliği, geceli gündüzlü cangıl'ı ile seyircisini asla yalnız bırakmadığı bir ruh yaratıyor. bu ruh joe'nun (weerasethakul'un batıdaki takma adı) en büyük zenginliği.

    örneğin uncle boonmee'de 'çerçeve dışı' yok. en müthiş sinematografik özelliklerinden biri bu. her şey önümüzde. dolayısıyla öte dünyadan gelenler bile rahatlıkla yerini alıyor çerçevenin içinde, çerçeve dışı olmadığı için "nereden geldi bu şimdi?" demiyoruz. o hiçbir yerden çerçeveye geliyor.

    ama bunlar birer deneme değil, çünkü o tecrübelere yaslanmıyor ki denemelere sığınsın.

    benim seyirci olarak bu kadar çok "özdeşleştiğim" sahne bir filmin içinde yoktur. mağaradaki unutulmaz ölüme yatma (gidip yanlarına uzanıverdim), uncle boonmee'nin ölmüş karısıyla sarıldığı yatak sahnesi (ben de onlara sarıldım), yine uncle boonmee ya da bence bunmi dayı'yı ağaçlar altındaki teselliye bende katıldım, yine bunmi dayı'nın karısının geldiği gece o masadaydım...

    ben sanki bunmi dayı'nın geçmiş hayatındaydım! bir film daha ne yapabilir ki?

    bir sanat eserinin karşısında, en az onun yaptığı çalışma kadar çalışma lazım, deşifre etmek için değil, açıklamak için değil ama ritmini hissetmek, yolunda coşmak için, karanlığında yüzmek için... yoksa eyi açıklayacaksın? reenkarnasyonu mu? budist şamanist imgelerle öte dünyaları mı? aslında bir anlamda, barthes'ın 'obtus' anlam dediği, yani "eserin bütün enformatik bilgileri ve analizi sonrası bunların artık eseri açıklamaya yeterli olmadığı noktada gerekli olan, şiirin ya da şarkının başladığı yer, sözlerin yetmediği yer" diye tanımladığı, aynı kahve falına bakar gibi* bakılacak bir dizgeden söz etmeye çalışıyorum.

    aw'nin filmlerinde hiçbir planda bir sonraki planın ne olacağını kestiremiyorsunuz, kestirmeniz beklenmiyor. sadece bakıp dinlemeniz bekleniyor. kimi zaman karanlık öyle bir basıyor ki, örneğin tropical malady'deki, gece cangıl sahneleri. görüntü bile varla yok arasında geçiyor. ya da uncle boonmee'de 'karanlıktan' gelen konuklar aydınlık masaya oturduklarında "ışıkları azaltalım", diyor uncle boonmee ve ışıklar kısılıyor. hep beraber, öteden gelenlerin 'gizemini bozmayarak' karanlığa dalıyoruz. bunu ancak sinematografiyle yapabilirsiniz.

    "hayaletler ne tam aydınlık, ne tam karanlıkta gelirler" diyor bir yerde aw, ve bütün filmi hayaletlerin gelebileceği bir ışığa getiriyor. bunu ancak sinematografiyle yapabilirsiniz.

    tropical malady'de filmi tam ortasından bir aynayla kesiyor. ikilinin iki tarafını da yansıtan bir ayna. bunu ancak sinematografiyle yapabilirsiniz.

    hayaletler ve öte dünya gibi son derece metafizik imgelerle haşır neşir bir film bu, yani ölümü ve ölüyü sahnenin ortasına koyuyor. filmde, ölüm insanın 'göbeğinde' taşıdığı korkunç bir hastalık değil, 'kendisinin bir parçası' olarak 'kucağında' taşıdığı ve yolunun üzerindeki mağarada huzurlu bir uykuya dönüştürdüğü bir evre. ölüme huzurla eşlik edebiliyorsunuz. bunu ancak sinematografiyle yapabilirsiniz.

    aw'nin filmleri ancak ve ancak sinemayla yapılabilecek, öyküyle, yazıyla, resimle olamayacak 'şeyler'. 'iyi filmin' en büyük kıstaslarından biri de bu değil mi?

    filmde her ne kadar tayland'ın tarihi, aw'nin kendi geçmişi, budist güzellemeler vs. varsa da bunlar size bir iletişim bilgisi olarak sunulmuyor. bunlar maddenin yapısını oluşturan katmanlar gibi önümüze çıkıyor. sanki bunları elleyerek filmin maddi dokusunu hissediyorsunuz. 'bunları trenin penceresinden, kulağınızda walkman, manzara izler gibi özgürce izleyin' diyor joe, etkisi size kalsın... bana muhteşem bir etki, büyük bir etki kalıyor bunmi dayı'dan.

    filmi gördüğüm toronto'dan dönüşte hemen hasta annemi ziyarete side'ye gidiyorum. annemin hali tahminimin ötesinde. ölüm gelmiş yanında oturuyor. kabul etmeyi, hazmetmeyi hiç bilmediğim bir duygu karmaşası içine giriyorum. ölüm ve annem sözcüklerinin yan yana olması bile tahammül ötesi. gece ahşap balkonlarında yemek yiyoruz. etraf yemyeşil gürbüz yeşilliklerle çevrili, sanki cangıl. gece çekirgeleri hiç susmuyor. annemin geçmişine dalıyorum. genç yaşta kaybettiği ve ailenin ölüm imgesi olan abisini, yani dayımı hatırlıyorum. babam "şu ışıkları azaltalım biraz" diyor. ben nerede olduğumu iyice karıştırıyorum. evlerinin hemen önündeki ötesindeki motelin adı, neon tabelada gecenin karanlığında bozmadan yanıyor: tropik motel. işte bazen, hayat böyle sahneler sunuyor insana ve bazı insanlar kilometrelerce ötenin karanlığında mahsun bir insanın ta içine böyle filmlerle dokunabiliyor. bunmi dayı'nın tevekkülüyle sarılıyorum anneme.

    şimdi burada, kozlu'da, annemi düşünüp yeni projemle boğuşuyorum. dalıp gidiyorum yine bazen. bunmi dayı gelip yanıma, "vas travailler" diyor.

    hayallere gömülüyorum. önümdeki kitaplardan birinden edip cansever işi bitiriyor:

    bütün iyi filmlerin sonunda
    bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
    meltemi senden esen
    soluğu sende olan
    yeni bir başlangıç vardır**

    *yıllar önce 'yeni bir sinemaya doğru' diye bir dizi seminer vermiştim. onlardan birinde tam bu barthes'ın 'obtus' anlamına örnek bir tablo üzerine konuşuyordum. seminerin ortasında gelen rahmetli atıf yılmaz "kahve falına bakar gibi resim yorumluyorsun" demişti. doğru demiş, sanat eserlerine kahve falına bakar gibi bakabilmeyi hep denemeliyiz.

    **şiirin aslı 'bütün iyi kitapların...' diye başlıyor.
  • bi sik anlaşılamayan film. izlemeyin abi bu filmi. açık ve net.

    2 yıl sonra gelen edit: filmin amına koymuşum resmen. hayır, belki film gerçekten güzeldi ve ben anlamadım filmi? hangi cesaretle böyle bir şey yazdım bilmiyorum, ama kendime ibret olsun diye silmiyorum. siz, ey okuyucu, ey bilginin peşinde koşan güzel insanlar; sakın ola bu entryi siklemeyin.
  • ödül verdilerse bir bildikleri vardır. evet, biz anlamadık kabul ediyorum. bir kaç review de okudum hakkında, hiç bir şey bulamayanlar ve ödülü hak etmediği düşünenlerin yanında illaki kendilerin göre bir şey bulanlar da mevcut. ne yazık ki jürinin filmi seçtikten sonraki açıklamasına ve gerekçelerine ulaşamadım. tim burton'un o tek cümlesi zaten yeterince klişe pek bir şey anlatmıyor bize. güneydoğu asya'nın inanç iklimlerine alışkın olmayınca çok fazla bir şey bulunamıyor ne yazık ki. filmdeki görsellik de inanılmaz sade, ruhani ve derinlikli bir film çekiyoruz, öyleyse zengin bir görsel tanım yapmalıyız diye hiç ama hiç düşünülmemiş, ya da beyoğlu sinemasının dandik perdesinin azizliğine de uğramış olabiliriz, bilemiyorum. sonuç olarak, ver balı, ver arıyı, ver mevlüdü kap ödülü diyerek bu entry'e de burada son vermek istiyorum.
  • kırmızı gözlü gorilleriyle koparmıştır. festivalin en absürd filmi olduğu su götürmezdir.
  • tim burton'un jüri başkanı olduğu dünyanın en önemli film festivalinde ödül almış bi film elbette ki çok güzeldir ve görmek gerekir fikriyle gittik filme. esasında beyoğlu vizyonlarında çoğunluk'la beraber gidilebilcek tek film an itibariyle.

    tim burton film için "güzel, tuhaf bir rüya gibi..." buyurmuş, bense "tuhaf bir rüya gibi" kısmına katılabiliyorum sadece.

    --- spoiler ---
    filmden çıktığımda beğendiğim tek şey, amcanın gençliğinde öldürdüğü komünistlerin kırmızı gözlü hayalet maymun kılığında amcayı takip etmesiydi.
    aklımda kalacak olan sahne prensesin aradığı aşkı yılan balığıyla sevişerek bulmasıydı.(zira konuluydu)
    düşündüğüm tek şeyse, eskiden avrupa ve uzakdoğu festivallerinde ödül alan filmleri çoğunlukla beğenirdim, hatta kimisine aşık olurdum, 3-5 kez izlerdim.
    bu filmden büyülenmek bi yana, beğendiğimi bile söyleyemem. ya ben artık sıradan bir sinema seyircisi olma yolundayım; ya da festival jürisi kafası bir marjinal ekolleşme peşinde ve ben bu akımı artık takip etmiyorum.
    --- spoiler ---

    velhasıl kelam, filmi izledikten sonra değil öncesinde film hakkında okuma yapmak daha çok işe yarayabilir. ama sözlükte değil başka kaynaklarda. bir de yorgunken izlerseniz uyuma ihtimaliniz çok yüksek.
  • her filmi alt metin bulamazsa ölecek hastalığından kıvranarak izleyenlerin keyif alamayacağı, bu hastaların alıştığı çözümlenmesi basit alegorik satirlerden binlerce ışık yılı kadar uzak, ulvi bir ruh içeren bir kompozisyon. the daily telegraph yazarı sukhdev sandhu'nun da dediği gibi "it's barely a film. more like a floating world".
  • yönetmenin ilk bir saat izleyiciyi hazırladıktan sonra mağara sahnesinde uyutmayı başararak uncle boonme'yle eşzamanlı olarak öldürdüğü, bu açıdan bakıldığında bana daha önce hiçbir filmde tatmadığım saçmasapan bir deneyim yaşatmayı başarmış film. ilk dakikadan itibaren uncle boonme'yle birlikte ben de azar azar eridim, mağara sahnesine kadar bilincimi anca açık tutabildim ama mağaraya gittikleri, maymun oğulun konuştuğu ve aralara fotoğrafların girdiği sahnede kendimden geçmişim. uncle boonme ölürken ben de ölmüşüm. kendime geldiğimde sanki benim cenazemi yapıyorlardı.

    bu film bir mücadele, bu film sinema sanatına bir başkaldırı, bu film koca bir trol.

    hiç var olmamakla var olmak arasındaki ince çizgiden dışarı asla adım atmayan, sanki en başından itibaren biz izleyenler için değil, kim olduklarını bilmediğimiz başka birileri izlesin diye yapıldığını düşündüren, sanki izlemekten ziyade bir manyaklığa tanıklık ediyormuşuz hissi veren, durgun oldukları için eleştirilen kore ve iskandinav sinemasını yanında adeta mad max: fury road gibi bırakan, finalindeki multiplication hadisesiyle ilgili en ufak bir fikrimin olmadığı, bir saat elli dakika boyunca bana tek bir insancıl duygu bile yaşatmamayı başarabilmiş, bir mandanın ağaç dibinde beklemesini, bir keşişin banyoda duş almasını ya da bir adamın böbreğine kateter takılmasını bize hiç acımadan 15 dakika boyunca kesintisiz izletme genişliğine sahip, bir film olmakla hayatın uydurukluğu ve sıkıcılığını ispatlamak için çekilerek uç uca eklenmiş videoların kolajı olmak arasında gidip gelen, imdb'de komedi janrında geçtiğini görünce daha da bir irkildiğim, sıradışı deneysel filmler aşığı biri olarak sinemasına da sanatına da tayland'ına da lanet ettiren film.
  • --- spoiler ---

    filmde kadının kullandığı o sinek öldürme aleti güzeldi. çıtır çıtır avlıyorsun sinekleri.

    --- spoiler ---
  • reha erdem'in, hakkında altyazı'nın 100. özel sayısına yazdığı yazı okunmalı.
hesabın var mı? giriş yap