• kırmızı başlıklı kız, rapunzel, uyuyan güzel, kurbağa prens, pamuk prenses, külkedisi, balıkçı ve cin…bu masalları ya da bunların varyasyonlarını hiç duymamış olan var mı içinizde? bu orta avrupa masalları 17.yüzyıl civarında ilk kez derlenmeye başlanıyor. 19. yüzyılın sonunda da avrupa’nın dışına yayılıyor. kanaat kitabevi’nin çocuk masalları serisi vardır mesela. 1930 civarı olması lazım. her neyse, 19. yüzyıl ile beraber hemen hemen tüm dünyada “çocuk edebiyatı” zuhur ediyor. yüzlerce yıl evvelinden beri anlatılagelen bu hikayelerin hala taze kalabilmesi ve üstelik tüm kültürlerde de kabullenilmesine dikkat çekmek istiyorum. yüzlerce yıl öncesinin bakiyesi hangi şiir, hangi şarkı, hangi resim dünyanın her yerinde taze kalabilmiştir? beethoven’in 9. senfonisi? bizim okulun teneffüs ziliydi ama zannederim üniversite mezunu olmayan pek çok ebeveyn için hiçbir şey ifade etmiyordur. doğduğu kaynağın uzağında cılızlaşan bir müzik. şiir? yunus emre? gel gör beni aşk neyleydi falan… veya mevlana ile ilgisi olmayan ama ona atfedilen ne olursan ol gene gel… tamam, bizim memlekette duymayan azdır bu şiirleri ama edirne’den çıktığı anda ölüdür bu şiirler. halk türküleri, halk dansları gibi. doğduğu kaynağın uzağına varamazlar. istediğin kadar tercüme et, uyarla. anlatabildim değil mi? hiçbir halkın müziği evrensel olmamıştır. bırak evrensel olmayı komşuları dışındakilere temas bile edememiştir. everek dağı’nın ağlatabileceği bir portekizli olabilir mi mesela? tabii burada şu ayrımı da yapmak gerekiyor; bazı milletlerin kültürleri evrensel olmaya daha müsaittir. sözgelimi amerikan halk müziği, orta avrupa nesri, slav resmi, yunan tiyatrosu, fransız mutfağı… bazı milletlerin kültürü -bilhassa doğu toplumları- ise ebeden evrensel olamazlar. java halk müziği, divan edebiyatı, etiyopya mutfağı (emin olun sandığınızdan daha zengin), japon tiyatrosu gibi. neden? iktidar kiminse onun borusu öter. akla ilk gelen cevap bu. son 300-500 yılın muzaffer milletleri olan batılılar, sadece mallarını değil kültürlerini de pazarlıyorlar. doğru fakat eksik duruyor. mesela 19. yüzyıl ile birlikte hint müziği, mutfağı ve dinine duyulan ilgi niçin artmıştır? muzaffer milletlerin fertleri niçin aynı ilgiyi japonya’ya, iran’a, etiyopya’ya (taktım etiyopya’ya) göstermemişler? türkçeye tek bir kitabı bile tercüme edilmemiş olan edward t. hall, bu soruya en doyurucu yanıtlardan birini vermiştir. milletlerin kültürlerini yüksek bağlamlı (high context culture) ve düşük bağlamlı (low context culture) diye tasnif etmiştir. buradaki yüksek/düşük ibareleri bir üstünlük belirtmiyor. baştan söyleyeyim. yani mesela “incinmişsin dedi” esprisi yüksek bağlamlı bir kültürün ürünüdür. çünkü bunu başka dile tercüme edemezsin. hiçbir şey ifade etmez. biz bu espride neye gülüyoruz bir düşünün. neyse devam edelim, hall diyor ki; kimi kültürlerde bağlam, kelimelerin ne anlama geldiğini belirlemede sözlük anlamlarından daha etkindir. bu önemli çünkü insanın yaptığı her şey başkalarıyla kurduğu etkileşimden ibarettir ve dolayısıyla etkileşim, kültür evreninin merkezinde yer alır. yani iletişim, kültürü doğuran rahim, onu emziren memedir. ve iletişim kelimelerle değil onların zihinlerdeki imajlarıyla mümkündür. iletişim kültürü, kültür de bağlamı yaratır. dolayısıyla yüksek bağlamlı kültürlerde insanlar birbirlerine daha yakındır ve aralarındaki iletişim daha “sıkı”dır. sıkı kelimesini mahsus kullandım. sıkıdır çünkü dışarıdan birinin dahil olması zordur. iletişim geçirgen değildir. japonya, iran, etiyopya, meksika, gürcistan gibi ülkeler etnisite olarak görece daha homojen ülkelerdir. buna karşın abd, hindistan, ispanya, isviçre, ingiltere çok daha heterojen bir yapıya sahiptirler. mesela hindistan’da 10 küsur dil konuşuluyor fakat hintçe ortak dil değil mi? haliyle hint kültürü (tüm alt grupların dahil olduğu büyük yapı) sivrilikleri törpülenmiş, geçirgen, esnek, kolay anlaşılır, düşük bağlamlı bir kültür olmaya mecburdur. tezgahta alıcısı olur. batılının ilgisine mazhar oluşunu bu geçirgenliğe ve düşük bağlamlı oluşuna borçludur. aynı şeyi japon kültürü için söyleyemeyiz değil mi? edebiyatı, müziği, tiyatrosu, spor müsabakaları ve hatta kadın-erkek ilişkileri bile dışarıdan birisi için anlaşılmazdır. misal 17. yüzyılda yaşamış besteci yatsuhashi kengyo çok önemli figürdür ancak popülerliği batı’daki akranlarıyla (monteverdi, vivaldi, buxtehude…) kıyaslanabilir mi sizce? asla! çünkü batı’nın klasik müziği daha düşük bağlamlı bir müziktir. bu müziği anlamak için sarf etmeniz gereken emek, yatsuhashi’nin müziğini anlamak için sarf edeceğiniz emeğin yanında sağır bir devede kulaktır. shakespeare’in soneleri pek çok dile tercüme edilmiştir. hakiki bir şaheserdir. bu sonelerin tercümesini okuyan insanlar, shakespeare’in ifade etmeye çalıştıklarını az çok anlar, duyarlar. fakat baki’nin tercümesi için aynı şeyi düşünmezsiniz değil mi?

    aceb ol şâh-ı zâlim âşıkın hûnına kanmaz mı
    bu denlü nâle bir gün ana tesir ede sanmaz mı
    kıyâmet yok mudur sanır yahud haşre inanmaz mı
    beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
    felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı

    [that tyrant, is she not persuaded by the tears of the lover?
    doesn't she know this wailing will find its way to her once more?
    doesn't she fear the resurrection? doesn't she believe the dead will rise again?
    she's tortured my soul-has she never had enough of this torment?
    the heavens are set aflame by my sigh, so why does my candle of hope not burn?]

    ne dersiniz oldu mu? şiir tercümesi evvelden beri çok konuşulur, tartışılır. kabul. fakat shakespeare’in şiirleri bu denli kayıp yaşıyor mudur tercümede? kaybettiği şey sadece ahenk değil, bağlamını da yitiriyor. mesela necati’nin bir beyitini seçelim:

    düşme zülfinün uzun sevdasına
    hiç kimse ömr ipin muhkem dimez

    herhalde bilmediğiniz kelime yoktur şu beyitte. peki ne anladınız? gönül tekin şöyle anlatır:
    “sevda kelimesi siyah renk, karanlık ve aşk anlamlarında tevriyeli olarak kullanılmıştır. uzun kelimesi de hem saçın hem ömrün uzunluğuna işaret eder. saçın ipe benzemesi ve ömrün ip gibi uzayıp gitmesi arasında bir ilişki kurulmuştur […] ancak aşıkların gönüllerini bağladıkları saç rüzgarla savrulan bir şeydir. böyle karanlık, dağınık bir yerde olmak aşık için devamlı bir karmaşa ve şaşkınlıktır. […] divan edebiyatında sevgilinin saçı uzun ömrü, dolayısıyla hayatı temsil eder. bir yanıyla da kıvrım kıvrımdır ve yılanı çağrıştırır. gılgamış’tan beri de yılan hayat suyunu bulan ve ölümsüzlüğe kavuşandır. saç-yılan-hayat kavramları arasında açık bir ilişki vardır. sevgilinin saçı yüzünü örtmekte, nefesiyle hayat bağışlayan dudağı gizlemektedir. tıpkı ab-ı hayatın karanlıklar içinde saklı olması gibi. diğer kalıplaşmış imaj da yılanın gizli hazinelerin bekçisi oluşudur. adeta yüz bir cennet bahçesi (yanaklar gül, gözler nergis, dudaklar gonca), havva’yı kandıran yılan da onun bekçisidir. böylelikle yüz kutsal ve gizli bir hazineye dönüşmektedir. zaten yüz parlak ve şeffaflığıyla hayat sebebi olan suyu çağrıştırır. ahmed paşa’nın beyitinde bu çok sarihtir [izarın abı ne sudur ki hüsn mevcini urur / letafetinden eder hatrına sirayet-i lutf : yanağının parlaklığı nasıl bir sudur ki güzellik denizinin dalgası gibi dalgalanır / letafetinden -yani yüzünün şeffaflığından- yüzündeki ayva tüylerine lütuf -parlaklık- sirayet eder]…”

    nasıl? beyit bağlamına oturduğu anda canlandı, hayat buldu değil mi? doğu edebiyatında çok yaygın olan “şerh”lere batı edebiyatında rastlanmayışı bu yüzden olsa gerek; düşük bağlamlılık. şimdi dönelim yazının başına, masallara. öyle görünüyor ki kültür hasılatının en düşük bağlamlısı masallardır. bu motiflerin yüzyıllardan beri tüm dünya çocuklarınca benimsenmesinin sebebi budur. bir kültür mahsulü ne denli düşük bağlamlıysa o derece ilkeldir. yani insanın en ilkel arzularını doyurur, en ilkel korkularını yatıştırır. bu, sanatın ebeden beceremeyeceği bir iştir. çünkü sanat kamunun değil bireyin tasavvuru ve tasarımıdır. birey kendi ilkel arzu ve korkularını bir başına keşfedemez. kendi kendini gıdıklamak kadar imkansız bir iştir bu. bu ilkel arzu ve korkular -ya da bilinçdışı diyelim hadi- iletişim ve etkileşimle bir nebze olsun tanınabilirler. hiç düşündünüz mü niçin anonim olmayan masallar hiç tutmadı? hans christian andersen hem masallar derlemiş hem de kendi yazmış. pek meşhur bir isim. duymuşsunuzdur eminim. karlar kraliçesi, iki barones, uçan sandık, küçük deniz kızı, kibritçi kız… yazdığı masallar içerisinde en bilindik olanlar bunlar. hangisini biliyorsunuz? ben bir tek kibritçi kız’ı duydum ama ne anlattığını pek hatırlamıyorum. yahut günümüz “modern” masal kitaplarına bir bakın. bundan 50 sene öncekiler nasıl unutulup gittiyse, bunlar da öyle unutulup gidecekler. paylaşmayı öğrenen yumuş, ağaca tırmanan bezelye, uykusu gelmeyen porsuk… ı ıh. yeats ve cummings gibi iki dev yazar bile denemiş masal yazmayı, yok. kimse okumamış. neden? çünkü masal çocukların arzu ve korkularına cevap vermelidir. dolayısıyla insanın en ilkel arzu ve korkularına da cevap vermelidir. bu bireyin değil kamunun harcıdır çünkü tasarım ve tasavvur değil birikim ve yoğrulmayla kotarılacak bir iştir. yazıya geçtiği anda o iş biter. çünkü yazıya geçtiğinde sen artık metin okursun. okumakla anlatmak aynı şey değildir. bir hikaye sadece sözlü gelenekte var olduğunda, anlatılan hikayeyi ve anlatıcının hikayeden ne hatırladığını büyük ölçüde onun bilinçdışı belirler. diğer belirleyici ise anlatıcının muhatabıdır. hikaye onun arzularını da tatmin etmelidir. böylece birçok kez tekrar edilen hikaye pek çok kişinin bilinci ve bilinçdışı için öylesine tatmine edici bir şekil alır ki yapılacak başka hiçbir değişiklik uygun görünmez. buna “klasik” denir. her ne kadar masal özetlenemez bir şey olsa da balıkçı ve cin masalını hatırlatayım size. binbir gece masalları’ndan biridir bu. tüm metni okumak isteyen varsa da buyursun 1 - 2 - 3

    fakir ve ihtiyar bir balıkçı denize açılır, ağını atar. birincide bir eşek leşi çeker, ikincide çamurla dolu bir sandık, üçüncüde ise kırık testiler takılır ağına. son bir kez şansını denemek ister ve bu kez hz. süleyman’ın mührüyle damgalanmış bakırdan bir küp gelir. sevinçle küpü açmaya koyulur ama içinden koca bir cin çıkar. cin balıkçıdan son duasını etmesini ister çünkü onun canını alacaktır. balıkçı şaşırır. “seni küpten kurtardım, sen ise beni öldürmek istersin. bu ne iştir?” der. cin de hikayesini anlatmaya başlar. meğer cin süleyman peygambere asilik etmiş, peygamber de onu bu küpe hapsetmiş. denizin dibinde yüz yıl kalmış ve kendisini kurtarana defineler vereceğine söz vermiş. aradan yüz yıl daha geçmiş, kendisini kurtarana tükenmez servet vereceğine ahdetmiş. nafile. yüz yıl daha geçmiş, kurtarıcısının üç dileğini gerçekleştireceğine and içmiş. yok. yüzyıl daha geçince cinin tepesi atmış, kurtarıcısını öldürmeye karar vermiş. balıkçı cinin hikayesini dinleyince “şu küpün içine girmezsen senin cin olduğuna inanmam” demiş. cin tuzağa düşüp küpün içine girince balıkçı kurtulmuş.

    sizce insanın hangi ilkel arzu ve korkularına cevap veriyor bu masal? öyle ya, kulaktan kulağa, ağızdan ağıza yıllar içerisinde yoğrularak bu günlere kadar güncel kalabilmiş bir hikaye olduğuna göre bu, muhakkak bir sebebi olmalı. ne? bruno bettelheim’in analizi şu;

    yetişkin ahlakına göre tutukluluk ne kadar uzun sürerse, tutuklu da kurtarıcısına o denli minnet duymalıdır. fakat cin ilk başta kurtarıcısına türlü şeyler vadetse de bir yerde sabrı taşar ve onu azat edecek kişiye öfke duymaya başlar. küçük bir çocuk terk edildiğinde tam olarak böyle hisseder. ilk önce annesi geri döndüğünde ne kadar mutlu olacağını, annesini nasıl ödüllendireceğini düşünür fakat süre uzarsa minnet yerini öfkeye bırakır ve onu bundan mahrum bırakanlardan alacağı intikamı düşlemeye başlar.

    nasıl ama? zorlama bir yorum gibi mi geldi size? çocuğunuza, yeğeninize falan anlatıp tepkisine bir bakın derim. ağaca tırmanan bezelye’ye verdiği tepkiyi mi veriyor izleyin. çocuğun bu klasik masalları işittiğinde nasıl doyduğunu, heyecanlandığını görünce şaşıracaksınız. kırmızı başlıklı kız masalını biliyorsunuz. iki versiyonu vardır aslında. şiddetten arındırılmış ilk versiyonda (charles perrault versiyonu) kurdu öldüren bir avcı yoktur. ikinci versiyonda ise (grimm kardeşler versiyonu) büyükanne ve torununu, kurdun karnını keserek kurtaran bir avcı vardır. ilk versiyon hiçbir zaman tutmamıştır. denemesi bedava. çocuklara anlatın, bakalım hangisinde tatmin oluyorlar. neden ilk versiyon tutmamış peki? çünkü perrault günümüz masal yazarları gibi öğüt vermeye çalışır. “sürüden ayrılanı kurt kapar“ demeye getirir. “annenin sözünden çıkma” falan. bu hangi ilkel arzuya ve korkuya temas edebilir ki? grimm ise öğüt vermez. kızın annesi kıza, yabancılarla konuşma falan demez. yani anne kızının ergenliğe gireceğini bilir, bunu kabullenir ve onu bundan korumak gibi nafile bir çabaya kalkışmaz. böylelikle kızı da ergenliğe girdiği için suçluluk duymaz. oysa uyuyan güzel’in salak babası böyle değildir. “kızının eline iğne batacak ve uzun bir uykuya dalacak” diyen falcının kehaneti gerçekleşmesin diye memlekette iğneyi yasaklar. çoğu baba gibi o da kızının ergenliğe girmesine engel olabileceğini sanır. ne olur? kız ergenliğe girer. niçin öyle uzun bir uyku çeker peki? psikolojide buna uyuklama evresi (latency stage) derler. ergenlikten önceki son evredir. yaa. yani ne kadar düşük bağlam, o kadar arkaik ve ilkel duygular. işte buradan da halk müziğine ve sanat müziğine geleceğiz. halk müziği de tıpkı masallar gibi yazıya aktarılmadan, pek çok kişinin bilinci ve bilinçdışında yoğrularak, kulaktan kulağa aktarılır. bu müziklerin halkın hemen her kesimine ve çağlar boyunca az veya çok temas edebilmesinin sebebi budur. yani yazıya aktarılmayış bir eksiklik değil tercihtir. hatırlayınız, bilhassa ortadoğu toplumları kutsal saydıkları kelamı yazıya aktarmaktan kaçınır, zihinlerinde tutarlar. iş yazıya dökmeye yani kamunun bilinci ve bilinçdışında yoğrulma değil de bireyin bilinç ve bilinçdışında tasarlamaya gelince kültür üretimi durur. halk müziği bunun en sarih numunesidir. biliyorsunuz muharrem ertaş, çekiç ali, piçoğlu osman, halil söyler vs. besteci değil kaynak kişi olarak geçerler. yaratıcı değil icracı, aktarıcıdırlar. bireyin ürünü olan türkülerden kaç tanesi “klasikleşebilmiştir” sizce? kaçı sonraki kuşağa kalabilecek? beş? on? kültür üretimi sade bizim memlekette değil tüm dünyada durmuş gibi. bunun başat sebebi de küreselleşme ve teknoloji. aslında bu ikisi birbirinden ayrılamaz iki şey gibi değil mi? teknoloji olmadan küreselleşme nasıl olsun? her ikisinin de insanlık için felaket olduğunu düşünüyorum. bunların kültür namına üretebilecekleri yegane şey turizm denen beladır. tüm dünyayı birbirinin aynısı koca bir avm’ye dönüştürmekten başka hiçbir boka yaramamıştır. nerede yaşıyor olursanız olun, sokağa çıktığınızda gözünüze değen her şeyin bir ürün olduğunu fark edeceksiniz. böyle bir dünyada, böyle bir hızda kültür üretmek mümkün değildir çünkü kültür demek birikim demektir. ve böyle bir dünyada sanat da yok olacaktır çünkü sanat elemedir. birikim olmazsa neyi eleyeceksin? globalleşme ve teknoloji felakettir çünkü kültür ve sanat üretimini imkansız kılar. kültür ve sanat üretemeyen bir insanlığın, haşere kolonisinden pek farklı olduğuna inanmıyorum.
  • "bugünlerde değil ama eskiden insanlar kültürün sizi daha iyi bir insan yapacağına inanırlardı. insanı geliştireceğine inanırlardı, en azından kadınlar böyle düşünürdü. henüz hitler’i opera seyrederken görmemişlerdi."
    (margaret atwood, "kör suikastçı")
  • çok fazla şeyde, çok fazla yerde, gözümüzün baktığı kulağımızın misafir olduğu her bir şeyde, "kalır adımızla, bir sokak duvarında, bir ağaç kabuğunda, bir takvim kenarında."

    herhangi bir uluslararası havaalanında bile görüyorsunuz bunu, çıkmanıza da gerek yok. hele bir de çıkarsanız, evet insani duygularımız ortak ama, o ortak duygulardan nasıl böyle -paralel de değil, zıt evrenlere ayrılmışız; aynı afrika göçünden bu kadar farklılık nasıl çıkmış aman allahım thank god sosyolog antropolog falan değilim. kafayı yerdim. ben zaten napsam kafayı yerim ve zaten yiyorum da neyse ki hayatta kira ve kredi kartı ve sosyalleşmek gibi gerçekler var. hayat çok acayip vapurlar filan, hayranı olduğun dünyayı daha çok görmek için o hayranlık ve şaşkınlık halinin seni esir almasına izin vermeden efendi gibi işini gücünü yapman gerekiyor. sonra dagny neden delirdi. allah allah neden acaba.

    neyse ya konu o değil.

    konu yaşlı çiftler.

    yaşlı derken nine ve dedeler değil sadece; orta yaştan başlatıyorum.

    şimdi bak bu çiftlerin evropalısı nasıl biliyor musun, yani aslını bilemem tabii de dışarıdan bakınca, "doğal olarak" beraber. öylesine yan yana iliştirilmiş iki insan gibi durmuyorlar, o yan yana oluş ve birbirlerine temas hallerinde bir doğallık, bir kendiliğindenlik var. o yıllar beraber geçirilmiş, arkada ortak bir geçmiş var, görünüyor bu.

    bizim teyzeler ve amcalara bakın bir de allah peygamber aşkına.

    aynı evde geçen 50 yılın biri bile birbirine değmemiş.

    kadın hep evinde ya da bir şekilde kendi gündeminde, adam zaten ya kahvede ya bir yerde, hiçbir ortak kurgu yok, beraber yapılan tek şey kadının "doğal olarak" tek başına yaptığı yemeğin yenip yine kadının tek başına topladığı sofrada oturmak, o da eğer yine "fena olmayan" bir aileden söz ediyorsak. malum, akşam yemeğine beraber oturmak bile bir artı değer. "adam her akşam evine geliyor daha ne." bu cümleyi gerçekten duymamış olamazsınız ya.

    kalabalık otobüste birbirine tutunan yaşlı çiftin bile bizim için "romantik bir görüntü" olduğu gerçeğini düşünün. işte gavur dediğiniz insan için bu nefes almak gibi bişey. kocasının elini hasbelkader tutan teyzedeki o mahcup hal yok bu kadınlarda, çünkü zaten hasbelkader tutuyor değil.

    çocuklarıyla zaman geçiren babalardan bahsetmiyorum bile.

    o kadar, o kadar, ama o kadar imreniyorum ki hayatlarına.

    mutlaka buranın da kendine göre artıları vardır, ne bileyim, komşuluk iyi bir şey mesela. istanbul'da bile bulamayıp hakikaten aradığım bir şey. palalı dangozlardan tabii ki bahsetmemekle beraber, mahalle esnafından alışveriş yapmayı ve zaten mahallenin kendisini seviyorum. eyvallah.

    da.

    yani.

    yahu insan yerine koyun şu insanı ya. kadınlı çocuklu ibneli translı.

    fakat bırak insan yerine koymayı, hayatınıza almaya tenezzül etmiyorsunuz.

    allah kahretsin eril kültürünüzü.
  • 'benim icin kültür marco van basten'i seyretmektir.'

    maradona
  • "her türlü kültür, son kertede, insanlık durumunun kendisine özgü korkunç, son derece gayri insani bir boyuta verilen bir tepkiden, bir taviz oluşumundan başka bir şey değildir."
    (zizek, "yamuk bakmak")
  • 1. bedenle ve ruhla ilgili yetileri geliştirme.
    2. eğitim görmüş ve bu eğitimle beğenisi, usavurma ve eleştirme gücü gelişmiş bir kişilik kazanmış olma durumu.
    3. bir toplumun kendi iç yasalarına göre, biçim kazanması ve gelişmesi. (örneğin nietzsche, kültürü, bir ulusun bütün yaşama biçimlerinde birlikli bir üslup kazanması şeklinde tanımlar)
    4.bir toplumun yaşama biçimlerinin çeşitli alanlarda olgunlaşması.
    5.tarihin sürekliliği içinde insanlar yoluyla ve insanlarda gerçekleşen tinsel biçimlenme süreci; insanın tinsel başarıları ve yaratışları.
    6. tüm olarak tinsel ve törel yaşam.

    -felsefe terimleri sözlüğü
  • "kültür, her şeyi okuyup unuttuktan sonra aklınızda kalanlardır." (bkz: andre gide)
  • "kültür gereksinimi, temel gereksinimlerden farklı olarak doyuruldukça artan kültürel bir gereksinimdir; çünkü eserleri benimsemeye, eserlere sahip olmaya yönelik her girişim, sahip olma veya benimseme olanaklarına hakimiyeti, buradan hareketle her yeni benimsemeyle/sahip olmayla birlikte gelen doyumları da artıracaktır; diğer taraftan yoksunluk bilinciyse yoksunluğun artmasıyla ters orantılı olarak azaldığından, sanat eserlerini benimsemek için gerekli olanaklardan tamamen yoksun olanlar, bu yoksunluğun, bu mülksüzlüğün bilincine de en az sahip olanlardır."
    (pierre bourdieu & alain darbel, "sanat sevdası")
  • uzun süredir endüstrinin konusudur. kültür her şeyi aynılaştırıyor. her şeye aynılık bulaştırıyor. bu da insanı ve toplumu tek boyutlu bir yaşama, topluma götürüyor. (bkz: tek boyutlu insan). insanın nasıl davranacağını, nelerden keyf alacağını nasıl yaşayıp nasıl öleceğini de söyleyerek toplumsal bir tek tipleşmeye doğru yönelterek, özgün olmanın farklı olmanın önünü tıkayan bir cendereye dönüşmesi ve bu cenderenin toplumca bir mutluluk kaynağı olmasına neden olur. tekilliğin genelliğin içinde yok olmasıdır bu. kapitalizm kendi gençlik aşısını bireyin sosyal ve kültürel olarak çürümüşlüğünden almaktadır.
  • biraz önce bir kitabı karıştırırken dikkatimi çekti. kültür kelimesi bizde ziyadesiyle sığ bir anlama sahip. hatta cem yılmaz'dan gidersek bir mefhumun başına "genel" geliyorsa o daha da sığlaşıyor, dip noktalarda geziniyor. türkiye'de anlayış kültürü "genel kültür"e indirgeyip bir nevi içini boşaltmaktan ya da "genel kültür"ü yüksek tutarak çeşitli fantezilerini gerçekleştirmeye çalışmaktan ibaret.** bu entryim de diğer birçok entryim de olduğu gibi kültürü gezintiye çıkaracağız.

    kültür, kullanımı en karışık kelimelerden biridir. türkçedeki anlamıyla 19. yy. türkçülük/uluslaşma tartışmalarından öncesine gidememekteyiz. "kültür" sözcüğünün türkçe (yaklaşık) karşılığı "hars"tır. sözcük, izlenebildiği kadarıyla ilk kez ziya gökalp tarafından bugünkü anlamına yakın (ve daha çok alman romantizmi'nin terime yüklediği anlamda) popülarize edildi. bilindiği üzere gökalp kavramı daha çok teknik ve kozmopolit "medeniyet" karşısında, ulusun (tikel) "ruh"unu karşılayacak bir tarzda kullanıyordu. "ekin" sözcüğü ise, tdk tarafından "kültür"ün temelindeki "cultiver" kavramına gönderme yapmak üzere uydurulmuş bir terim. bu bağlamda görüldüğü gibi türkçede batı esinli bir tartışmanın yapılması, kelimenin batı dillerindeki etimolojik yerini araştırma yapmanın daha sarih bir güzergah çizeceği anlaşılmaktadır.

    kök latincedeki colere kelimesidir. “colere bir dizi anlam taşırdı: ikamet etmek, yetiştirmek, korumak, ibadetle onurlandırmak.” “ikamet” anlamı colonus vasıtasıyla colony’e dönüştü ve sömürge anlamını dahil etti. “ibadetle onurlandırmak” ise cultus aracılığıyla cult’a dönüştü. “cultura, cicero’da olduğu üzere, cultura animi’yi kapsayacak biçimde, yetiştirme veya bakma anlamlarını kazandı.” fransızcadan ingilizceye geçen culture, doğada var olan ekip biçme, tarım sürecinin ta kendisiydi. 16. yy’dan itibaren insanın doğal gelişimini kapsayacak bir yan anlam daha kazandı. 18. yy sonları 19. yy başı itibariyle “civilization” ile yakın bir anlama sahip olmuştur. bu noktada kelimenin anlam değişikliğine ve “insan yetiştirmek” anlamına sahip olabilmesinin temel sebeplerinden birini de “ilerleme” ve “rasyonalite” fikirlerinin hakimiyet sağlaması oluşturur. sanayi toplumlarına geçişle beraber, iktidara geçen “ilericiler”, bu iktidarı insanların alışkanlıklarında, işlerinde, yaşam tarzlarında, ahlaki davranışlarında ve dünya görüşlerinde çok büyük değişiklikler yaratmak için kullanmak istediler. bu inanç james scott tarafından “yüksek modernizm” olarak kavramsallaştırılır ve “en iyi, batı avrupa’da ve kuzey amerika’da kabaca 1830’lar ile birinci dünya savaşı arası dönemdeki sanayileşme ile bağlantılı bilimsel ve teknik ilerlemeye duyulan güçlü (hatta azametli bile denebilir) bir inanç olarak anlaşılır.” velhasıl “yüksek modernizm”, teknik ve bilimsel ilerlemenin kazanımlarının insan etkinliklerini nasıl “uygarlaştırılabileceği” bağlamında kapsamlı bir görüştür.

    “civilization”, uzunca bir süre “culture” ile aynı anlamda kullanılmış ve ileriye dönük bir süreci imliyordu. almancada da, fransızcadan alınarak önce cultur, sonra kultur olarak yazılmıştır. ilk kullanımı civilization ile aynı anlamdadır. sömürgeci fetihlerle beraber, artık “kültürler”den söz etmek gerektiği dile getiriliyordu. aynı zamanda ulus içindeki toplumsal ve ekonomik grupların kendine özgü kültürlerinden bahsediliyordu. romantik akım içinde de, egemen “uygarlık”a karşı geliştirildi. alman romantik hareketin kültürü kullanışı “bugün kullanış biçimiyle almanca “kültür” kavramı ise başka bir hareket yönüne sahiptir: bu kavram, “bir halkın özelliklerini içeren” sanat yapıtları, kitaplar, dini ya da felsefi sistemler gibi, tarladaki çiçeklere benzer şekilde var olan insan ürünlerine işaret eder. almanca kültür kavramı sınır çekici, dışlayıcıdır” şeklinde açıklanabilir. almancadaki bu anlamın, sarayda hakim olan fransız uygarlığına dair özentinin karşısında entelektüel üretim yapan avam tabakasından düşünürlerin bir mücadelesi ve uluslaşma sürecinin bir ayağı olarak görebiliriz. bu genç alman entelektüelleri arasında derebeylerine, saray yaşantısına, saraylı aristokratlara, fransız hayranlığına, akıl düşmanlığına duyulan nefrete ve onların “doğal” olmayan yaşamının karşında “doğal” olan yaşantıya özlem duyguları hissedilir. “kültür, aktif doğal gelişme eğilimi anlamına geldiğine göre yapay ve doğala, dünyaya yaptıklarımız ve dünyanın bize yaptıkları arasındaki diyalektiğe işaret eder.” bu da kategorik olarak “uygarlık” ve “kültür” arasında, maddi ve manevi olarak anlam ayrışmasına neden olur. dolayısıyla kültürün üç farklı anlama tekabül ettiğini söylenebilir:

    “(i)18.yüzyıldan itibaren zihinsel, manevi ve estetik gelişime ilişkin genel bir süreci anlatan bağımsız ve soyut ad; (ii) ister özgül ister genel biçimde kullanılsın, gerek bir halkın, dönemin, grubun gerekse genel olarak insanlığın belli bir yaşama biçimini anlatan bağımsız ad. fakat entelektüel özellikle sanatsal etkinliğin ürünleri ve uygulamalarını anlatan bağımsız ve soyut adı da (iii) olarak kabul etmemiz gerekir. şu anda en yaygın kullanım bu gibi görünmektedir: culture müzik, edebiyat, resim ve heykel, tiyatro ve filmdir.”

    günümüzde iki farklı kullanım ve anlam biçimi mevcuttur. arkeoloji ve antropolojideki “culture” maddi üretim ve dolayısıyla toplumsallığı simgelerken, kültürel çalışmalar simgesellikle ilişki kurar. görüldüğü üzere kavram belli bir karmaşıklığa sahip olsa da, anlamdan ziyade kullanım farklılıklarından dolaylı bu yaşanmaktadır. peki bütün entry ne işimize yarayacak? pek tabii ki işkembe-i kübradan orda burda kültür hakkında konuşmamanızı. vallahi genel kültür dediğinizi duyarsam binerim tepenize.

    türkiye entelektüelleri ise bir anlamda almanların "das kultur" kullanımına yakındır. fransızların aksine almanlar bağımsız entelektüelleri küçük görür ve düşünsel aktiviteye pek kıymet vermezler (örneğin bir sanatçıyı, düşünürü vb. hamisine alma gibi bir olay pek yoktur). bu yüzden denilebilir ki sarayın değil yerelin pastoralliğini öne çıkarırlar. türkiyede de hem batıya bir öykünme hem bir bağımsızlık anlayışı hem de cumhuriyet kadrolarının saraydan değil orta sınıftan gelmesi nedenleriyle genel kanının aksine alman düşüncesinin daha yaygın olduğu söylenebilir.
hesabın var mı? giriş yap