• "ismini vermeyeceğim bazı filozoflar yüzünden 2500 senedir taze"

    orjinalini 2 parça halinde bloga ve mediuma yazmıştım. resimler mühim değil, içerik aynen aşağıda. ınternet çok kısıtlı olduğu için eleştirilere zamanında cevap veremeyebilirim ama ekleyeceğim. yalnız eleştiri yapmadan önce bu uzun yazıyı dikkatle okuyun çünkü adım adım gidip, farklı konulardan bahsettim

    ---

    kutsal sığır ve kötülük problemi: 1. bölüm
    özgür irade, adalet, greater good ve orwell

    daha önce ölümle pençeleşen bir sığır görmemiştim. tipik bir şehirli olarak, o ana kadar hayatıma giren sığırların %90'ı süpermarkette dilimlenmiş, %5'i siyasette kaşarlanmış, kalanı da çiftliklerde evcilleştirilmiş haldeydiler. sığır dediğin ya mutlu ya da lezzetliydi, “mücadele” maddenin olası hallerinden biri değildi.

    önümdeki bu dev bufalo ise, tepeye doğru kıvrılan dar bir köy yolunun kenarında, uzaktaki sakin şehir manzarasına karşı, kırık bacaklarının üstüne yıkılmış ağır ağır soluyordu. her yeri yara bere içindeydi. nasıl o hale geldiğini öğrenemedim ama o halden çıkamayacağı belliydi.

    bu ülkede sığır öldürmek yasak. onlara taptıkları için değil, din-adet-konformizm karışımı sebepler yüzünden.

    (bu “ineğe tapma” meselesi de tam bir oryantalizm örneği. “süper-oryantalizm” hatta: doğulunun, daha da doğuluya yaptığı oryantalizm. normalde zararsız ve naif bir cehalet olarak görülebilir. ama ölü bir adamın 3 gün sonra dirildiğine, bir balina içinde yaşanabileceğine, 900 yaşındaki gemi mühendislerine, konuşan çalılara yılanlara inananların, bu yalanı birbirlerine tekrarlamasının kökünde bir çeşit “yansıtma” yoksa, ben de psikoloji hakkında bir şey bilmiyorum. not: psikoloji hakkında bir şey bilmiyorum. ama balinalardan biraz anlarım. ıs anybody here a marine biologist?)

    hayvana su ve yemek verdiler ama gösterdikleri şefkat, acıyı arttırmaktan başka bir işe yaramadı. üç gün boyunca gidip geldim o yoldan, her seferinde o belli belirsiz inip kalkan ciğerin etrafındaki sinek vızıltıları daha da yükseliyordu.
    sonunda dayanamayıp, gece etrafta kimse yokken bir kürek kapıp gittim. boyun tarafı çamur dolu bir kanala düşmüş olduğu için, yaklaşıp kesmeme imkan yoktu. hoş, imkan olsa da yapamazdım zaten. kürekle uzaktan vurarak öldürürüm diye planlamıştım ama yanına gidince o koca kafayı tek vuruşta kıramayacağımı, hayvana daha da büyük eziyet çektireceğimi anladım, geri döndüm. ertesi sabah hala inliyordu.

    descartes zamanında benzer bir tabloya bakıp, nasıl da “hayvanlar aslında bizim gibi mutluluk veya acı hissetmiyorlar, acı çekermiş gibi tepki veren automatonlar onlar” diyebilmiş, hayret ediyorum.

    ---

    kötülük problemi

    bu, felsefe tarihinin en temel sorunlarından biri. kökü taa epiküre kadar gidiyor ve ismini vermeyeceğim bazı filozoflar yüzünden 2500 senedir taze. bana kalsa m.s. 800–900'de halletmiştim.

    hemen bir tanım yapayım da bilmediğiniz belli olmasın: dünya’da varolan kötülük ile sonsuz kudret ve iyilik sahibi bir tanrı anlayışının uyuşmazlığı.
    epikür paradoksu versiyonu ise:

    ya tanrı kötülüğü bitirmek istiyor ama gücü yetmiyor,
    ya gücü yetiyor ama kötülüğü bitirmek istemiyor,
    ya da ne kötülüğü bitirmek istiyor, ne de gücü yetiyor….o zaman ona niye tanrı diyelim?

    (tabii burada epikür’ün bahsettiği “tanrı” kavramı, hristiyanlıktakiyle ve islamdakiyle aynı değil. ama zaten bu paradoksu da epikür’den değil, daha sonraları hristiyanlık bağlamında yazan ve epikür’e atıfta bulunanlardan duyuyoruz).
    “hey adamım, senin bunla problemin ne ha” dediğinizi duyar gibiyim. ya da tv’den geliyor ses, bilemedim şimdi. benim bu problem ile olan problemim, asıl problemin ufacık bir kısmına değiniyor olması. asıl problem, acı problemi. ama biraz ağırdan alalım ve geleneksel yolu takip edelim.

    augustine, thomas aquinas ve leibniz gibi, aralarında yüzyıllar olan filozoflar, kötülük problemi çözümüne hep aynı noktadan başlıyorlar: “merhametli ve iyi bir tanrı, kötülüğü yoketmek zorunda değil, ona izin vermek için geçerli sebepleri olabilir”.

    ---

    özgür irade

    bu sebeplerin en yaygını özgür irade: “kötülüğün kaynağı, insanın yanlış kararlarıdır ve tanrı bu kararlara karışamaz”.

    (bu sadece ibrahimi dinlerle sınırlı değil, karma inancıyla da alakalı. hatalarının bedelini sonraki hayatlarında ödüyorsun).

    özgür irade hakkında hiçbir şey bilmesek bile, daha bu noktada bir itiraz oluşmalı:

    “yargılama adına özgürlüğe, dolayısıyla kötülüğe izin vermek makul mu?”

    kötülük probleminin bence en az irdelenen kısmı burası. judeo-hrıstiyan geleneğe göre (ortamlarda “islama göre” demek yerine bu kalıbı kullanın, 10 entel puanı kazanın) adem’in hatası öncesinde kötülük yoktu. tüm tantana, yani o yılan hikayesinde anlatılan bilgiye ulaşmak, özgürlük, seçim, yargılama, vs bundan sonra başladı.

    augustine, tanrı ile mevcut kötülüğün arasına ne kadar mesafe koyarsa koysun, bu olaylar zincirinin başlangıcında tanrı’nın sorumlu olduğu bir nokta var (“prime mover” fikrine paralel). net bir kötülük artışına sebep olan bir şeye, “sonsuz iyilik ve merhamet sahibi” diyebilir miyiz?

    zira şöyle de bir alternatif hayal edilebilir: hiçbir sınav yok, yargılama yok, hak etmek diye bir şey yok, tüm ruhlar otomatikman ebedi bir huzur içindeler. tüm varoluş, kapısı herkese açık bir cennetten ibaret. ve tanrı hiçbir zaman bu düzenden sıkılıp, özgür ruhlar yaratmıyor. bu tanrı daha iyiliksever değil mi?

    (“kötülük olmazsa iyiliğin, acı olmazsa zevkin anlamı olmaz” denilebilir. ben bu zıtların gerekliliği fikrine katılmıyorum ama onu deşmek yerine, daha kestirmeden gideyim ve yukardaki itirazı modifiye edeyim: alternatif bir evrenin tanrı’sı, ne iyiliğe ne de kötülüğe izin veriyor. onun cenneti de cehennemi de, dingin bir varoluştan ibaret. böyle bir tanrı olabiliyorsa, aksiyon dolu bir cennet ve cehennemi olan bir tanrı’ya nasıl “sonsuz merhamet sahibi” diyebiliriz?)

    ---

    ilahi adalet

    ikinci sorun, özgürlüğümüzün bize yüklenen sorumlulukla orantılı olmaması.
    ceza hukukumuzu düşünün. suçlunun sadece eylemden sorumlu olduğunu kanıtlamak yetmiyor, sorumluluğunun bilincinde olması lazım. akli dengesi çok bozuk biri, adam öldürebilir ama cinayet işlemiş olmaz. cinayet, yargı içeren bir terim, bir sorumluluk iması var.

    bizim bu konudaki kıstasımız çok kesin olmak zorunda değil. mesela aptal insanlara ceza verebiliyoruz. oysa aptal birinin eylemlerinden sorumluluğu, deli birininki kadar düşük olabilir. nihayetinde “akli denge” bile siyah beyaz bir konu değilken, analitik zeka veya duygusal zeka gibi kıstasları işin içine katmak hukuk sistemini felç ederdi. o yüzden, biraz rastgele bir noktada kestirip atıyoruz: “sen 18 yaşında normal biri olarak yaptıklarından sorumlusun, o 17 yaşında anormal biri olarak sorumlu değil”.

    ilahi adaletin ise böyle bir rastgelelik lüksü yok. her kıstası değerlendirmek ve suçlu bulduğunun %100 sorumlu olduğunu kanıtlamak zorunda. çünkü verilen hüküm ebedi bir hüküm. bir yanlışın sorumluluğunun %99'u bizde, %1'i başka bir yerde bile olsa, ebedi bir hüküm giymememiz lazım.

    (bir başka yan soruya saparsak: “dünya’daki sınırlı kötülüğe ek olarak, ahirette sonsuz cezaya izin veren bir şeye, sonsuz iyilik sahibi denilebilir mi?”)
    halbuki doğumdan beri çevreyle etkileşimde olan sosyal yaratıklar, eylemlerinin bir tanesinden dahi %100 sorumlu olamazlar. herhangi bir kararım, binlerce başka insanın kararlarının ve rastgele olayın toplamı aslında. onlardan etkileniyor dahi değil, onların toplamı. bu yüzden “tanrı gereken içler dışlar çarpımını yapıp o dış etmenlerin hesabını düşer, kafana takma” demek mümkün değil.
    ama ben bir adım daha ileri gideceğim: biz o %99'un da çok uzağındayız. özgür irade bir illüzyon.

    bunu sadece, önceki paragrafın uzantısı olarak, “genetik + aile + kültürün kararlarımıza toplam etkisi çok fazla” manasında söylemiyorum. daha da derinde, insanın yapısında olan bir “sorumsuzluk” var. bir çok nörolog, bilincin asıl görevinin karar vermek değil, verilen kararları rasyonalize etmek olduğunu savunuyor. ve bu süreç bize kapalı. (“free will is an illusion” diye aratınca çıkan her haberi okuyun, hepsi ilginç. bu bir, bu da iki mesela)

    biz, aklımızın bize sürekli tekrarladığı o anlatıya inanıyoruz: patron biziz. george bush’un zamanında meşhur ettiği söz gibi: “ı am the decider”.

    bunların hepsini toplarsak, ortaya şöyle ilginç bir tablo çıkıyor: farkında olmadan verdiğimiz kararları, elimizde olmayan etkilerden (genetik, kültür) mürekkep bir farkındalıkla rasyonalize ediyoruz, ve bundan ebedi bir hüküm giyecek kadar sorumlu tutuluyoruz.

    hatta burada en başa dönüp, daha da ölümcül bir bağlantı kurabiliriz: tanrı, özgür irademize ve ona göre yargılanmamıza o kadar değer veriyor ki, doğacak onca kötülüğü göze alıyor. fakat bir yandan da, bizi tamamen bu amaca ters gelen, garip bir karar verme(me) mekanizmasıyla yaratıyor. bu, mevcut önkabuller ışığında (tanrı iyi ve güçlüdür) çözülecek bir çelişki değil.

    ---

    fallen angels

    tabii nörolojiye, psikolojiye, vs hiç bulaşmadan daha basit bir eleştiri mümkündü:

    “irade %100 özgür olsaydı bile, her kötülük bir irade gerektirmiyor”.

    zaten yüzyıllar önce de birileri “e peki doğal afetler, kazalar ne olacak hocam?” diye sormuşlar alimlere. burada bir klasik, bir de fantastik açıklamadan bahsedeceğim. fantastik olanı, augustine ile başlıyor yanılmıyorsam (hippo’lu augustine bu, hayatınızdaki diğer augustine’lerle karışmasın):

    “doğal kötülükler de özgür iradenin bir sonucudur ama insanın iradesinin değil, şeytan gibi işten kovulmuş meleklerin iradelerinin sonucu (fallen angels).”

    özgür irade kavramını baltalamadan ve tanrı’yı sorumluluktan uzak tutarak, rastgele olayları da açıklayan bir teori bu. öncelikle, bu tip giderek fantastikleşen açıklamalar, garajımdaki ejderha hikayesini hatırlatmalı herkese. ama bu hikayeyi bilmesek de iki bariz sorun var:

    ilkin, tanrı’nın insanın iradesine karışmaması, yargılama için gerekli olabilir ama etrafta deprem, kolera salgını, göktaşı düşmesi gibi terörist eylemler yapan eski hizmetkarların özgür iradelerine niye karışmıyor? onlar test edilmiyorlar ki. edilseler bile yan sınıfta sınava girmeleri lazım, niye bizim sınıfa girip ortalığı dağıtıyorlar?

    ikincisi, bu “doğal kötülüklerin” dağılımı sorunlu. japonlardan nefret eden deprem melekleri, afrikalılardan nefret eden kuraklık fetişisti melekler, tropik bölgeleri hastalığa boğan mikrobiyoloji uzmanı melekler var ama atıyorum, ankara’yla derdi olan melek yok. belki de gökçek’le muhattap olmak istemiyorlar, hak veriyorum.

    ---

    soul making

    doğal felaketler veya salgın hastalıklar gibi iradeden bağımsız acıları açıklamaya çalışan daha klasik fikir ise: “acı karakteri geliştirir, gerçek bir test için elzemdir.”

    bu tip acıların coğrafyaya bağlı değişmesi, bu “karakter gelişimi” teorisine bir engel. bu engel genelde “tanrı onun hesabını düşer” diye savuşturuluyor. fakat acıdaki değişimin bir de zaman boyutu var, bu daha önemli:

    eskiden grip salgınlarında milyonlar ölüyordu. avrupa’da birkaç veba salgını oldu ve bir tanesinde nüfusun üçte biri gitti. amerika kıtalarında yaşayan yerlilerin muhtemelen %90'ı, avrupalıların getirdiği mikroplardan öldüler.

    (ufak bir “intikam” olarak, birkaç yüzyıl sonra oradaki koloniler başkaldırınca, isyanları bastırmak için anakaradan gönderilen askerlerin de çoğu sıtmadan, sarı hummadan öldüler ve denizaşırı sömürge devri kapanmaya başladı).

    salgınlar veya %50'ye varan bebek ölümü oranları, geride kalanlar için çok büyük testlerdi. insanlık tarihinin büyük kısmında da bu testler sabitti (bebek ölümleri, onbinlerce yıl boyunca %50 civarındaydı mesela). son 100 yılda test metodları mı değişti?

    bazıları bilimsel gelişme yüzünden (bebek ölümleri, sıtma), bazılarıysa rastgele olarak (veba) azalmış bir çok kötülük var. biz, istatistiksel olarak epey “sıkıcı” devirlerdeyiz. düşünün ki gençler yıllar boyunca epey zor bir üniversite sınavına giriyor, sıra size gelince sorular ilkokul seviyesine düşüyor.

    (bu arada tüm azalan kötülükler insanlığın gelişimine bağlı olsaydı bile, bunun etkisini denklemden çıkaran bir alternatif evren mümkündü: mesela mühendislik gelişip 8.0 şiddetindeki depremlere dayanıklı binalar yaptıkça, tanrı da acıyı sabit tutmak için 9.0 depremleri arttırabilirdi. acının giderek azalması, burada açıklanan amacına ters düşüyor).

    buradaki sorun tanrı’nın bir şeyi becerip becerememesi değil. yani zaman-mekan boyutlarına yayılmış bu kadar farklı hayatı adil biçimde kıyaslayıp yargılamak tanrı için imkansız olmayabilir. ama amacı bu olan bir tanrı, böyle bir senaryo yaratmazdı.

    bireylerin karar verme mekanizmaları, coğrafi koşulların farklılığı, biyolojik zayıflıklar, bilimsel ilerleme kavramının kendisi… bunların hepsi kötülüğün varlığının amacına ters.

    buradan ateizme veya agnostisizme atlayış yapmak mümkün değil. ama şuna atlayabiliriz: bizi ve acılarımızı umursamayan veya herhangi bir farkındalığı dahi olmayan bir tanrı hipotezi, sonsuz iyilik ve merhamet sahibi olan ve insanın hayatına karışan bir tanrı hipotezine kıyasla, gözlemlerimizle daha uyumlu.

    ---

    kırmızı çizgiler

    bir vites daha arttırarak, tanrı’nın kapasitesini de işin içine katacağım. tanrı’nın, sihirli bir içler dışlar çarpımıyla, insan hayatındaki her türlü değişkeni ortak bir paydada yargılayabileceğine olan inancın (kötülük probleminin açıklamaları için elzem bir inanç bu) teorik bir sınırı var. nedir bu? bir dinin kesinlikle hoş göremeyeceği bazı kırmızı çizgiler.

    mesela judeo-hrıstiyanlıkta (10 puan daha) tanrı’nın tek olması böyle bir çizgi. bu inanca sahip olmayanların eşitlenebilecekleri bir ortak payda yok. tanrı, 1000 sene önce doğmuş animist bir apaçi’yi, sanki 2000 yılındaki bir suudi’yi sınarmış gibi acıyla sınayamaz. onun “hesabını göremez”. apaçi hayatında ne kararlar vermiş olursa olsun, o toplumda doğduğu için, atalarının işlediği “suçtan” (yani bal gibi monoteizm dururken çiçeğe böceğe tapmaya devam etmekten) sorumlu tutulacak.

    aynı soruna, islam’ın temel açıklamalarından biri olan “biz her kavme peygamber gönderdik”te de rastlıyoruz: ınternet ve düşünce özgürlüğü öncesinde peygamber gönderirsen, onların çoğu mesajını yayamadan ölecekler, bu belli (bu da ayrı bir adaletsizlik gerçi). bunun hesabını dönemin barbarlarına kesebilirsin ama onların torunları da ateist veya polyteist yetişince ne olacak? bizim hukukumuzda bile, babanın işlediği suçtan çocuk sorumlu tutulmuyor. (sins of the fathers)

    tüm bunları uzun uzun yazıyorum ki, şu çift katlı adaletsizlik belli olsun: kırmızı çizgileri geçmiş bu insanların başına gelen her türlü kötülük ve acı gereksiz (zaten sınıfta kaldılar). hem bu dünyada, herhangi bir amaca hizmet etmeyen acılar yaşıyorlar (doğal ve yapay), hem de ahirette atalarının suçu yüzünden sonsuza kadar hüküm giyecekler.

    ---

    kurban bayramı

    tüm bu sakatlıklar yetmezmiş gibi, bazı açıklamalar daha da ileri gidiyorlar ve asıl testin “acıya rağmen inanabilmek ve sadık kalabilmek” olduğunu ileri sürüyorlar. incil’deki job hikayesi bunun klasik örneği. bizzat tanrı tarafından haksızlığa uğramış, akılalmaz acılar yaşamış bir insan var ve bu insan hakkını arama yolunda isyan etmediği için övülüyor. bırak isyanı, kendine zulmedeni sevmeye devam ettiği için övülüyor.

    bizim kurban bayramı’nın kaynağı da böyle. haksızlığa karşı çıkmamanın kutlanması. totaliter distopyalarda olabilecek çocuk masallarını andırıyorlar
    deminki eleştirilerin hepsi, bu anlayış için de geçerli ama burada fazladan bir sorun var: “iyi ile kötüyü ayırmak için sadakat kavramını kullanan, acıyı da sadakati ölçmek için kullanan bir tanrı, iyi olabilir mi?”

    ---

    greater good

    benim yanlı görüşüme göre, yukarda birbirini takip edecek şekilde anlattığım ama mantıken birbirinden bağımsız duran karşı argümanların her biri, kötülük problemi savunmaları için ölümcül. fakat elbette kimse, inancına bir münazara konusuymuşçasına dışardan bakmıyor. inanç kimliğin bir parçası ve “emperyalistler” buna saldırırsa, hattı savunma yoktur, sathı savunma vardır. bu yeni savunma hatlarından en yaygın olanı şu:

    “tamam, ortada bazı gereksiz ve hakedilmemiş kötülükler olabilir, ama bunların hepsi, ilerde daha büyük kötülükleri önlemek için gerekli”.

    orjinal star trek filmlerinin birinde (1853), spock’un kendini feda ettiği bir sahne var. tüm filmin temasını, son sözlerinde tekrarlıyor: “the needs of the many, outweigh the need of the few” (çoğunluğun ihtiyaçları, azınlığın ihtiyaçlarına ağır basar).

    oradaki faydacılık (utilitarianism) fikrine paralel, bir nevi “ilahi faydacılık” bu.
    örneğin, 2.dünya savaşında gerçekleşen korkunç şeyler, ilerde olabilecek daha büyük felaketleri önlediler. verili parametreler ışığında (özgür irade, yargılanma), toplam acıyı minimumda tutmak için bazı acılara izin veren bir tanrı var karşımızda.

    bu görüşle tartışmak hem kolay, hem zor. kolay tarafı şu: “verili parametreler” dediğimiz şeyleri, yani oyunun kurallarını, halihazırda eleştirmiştik. zor tarafıysa, tartışırmış gibi yapıp aslında tartışmanın kendisini yoketmek istemesi, çünkü özünde dediği şey: “olası tüm gerçeklikleri göremeyiz ama tanrı görüyor, vardır bir bildiği, boşuna kafa yormayın”.

    -”holokost’ta 6 milyon yerine 5.99 milyon yahudi ölseydi, yetmez miydi?”
    -”vardır bir bildiği”

    fakat ben tabii ki pes etmeyeceğim, çünkü şarabım daha bitmedi (burada, yani nepalde, raksi diye garip bir şarap içiyoruz, tadı daha çok balkanlardaki rakija’ya benziyor, litresi 70 sent).

    tüm bu savunmanın dayanadığı bir varsayım var, o da insanların acılarından ders almaları. bu kabiliyet olmasa, acı yoluyla daha iyi bir geleceğe yönlendirme projesi anlamsız olurdu. fakat tanrı gerçekten merhametli olsaydı, bizi ders almaya yatkın yaratması gerekirdi. daha iyi bir bireysel ve toplumsal hafızaya sahip, daha az agresif, daha az psikolojik zayıflıklara (bias) sahip bir tür olabilirdik. tarihi tekerrürden ibaret olan ve doğadaki kurttan, gorilden çok da farklı olmayan bir tür yaratıp, “belki bu sefer öğrenirler de ilerde rahat ederler” umuduyla sürekli onları acıyla sınamak merhamet değil.

    bu savunmanın en uç noktasında, yani sathı müdafaanın sınırında, karşımıza aquinas çıkıyor. tanrı’nın faydaları ve zararları optimize etmesi fikrini bırakıyor ve diyor ki:

    “bu dünyada gördüğümüz kötülükler, göreceğimiz iyiliklerin (cennet) yanında bir hiç.”

    (işin ilginç tarafı, luther ve kalvinizm de bu yola çıkıyorlar. zira onlar tam kaderciler (özgür irade ve kaderciliği aynı potada eritmek çok zor, bunun hakkında daniel dennett ve sam harris’in tartışmalarına bakabilirsiniz). onlara göre kötülük adem ile başlıyor (“fall of man”), ama adem’in hatası da tanrı’nın planının bir parçası. bu paradoksun tek çözümü, tüm kötülük bakiyesinin, cennetteki iyilik ile katmer katmer karşılanacağına dair inanç.)

    ---

    aquinasın ve lutherin işini kolaylaştırayım ve diyeyim ki cehennem yok. çünkü olsaydı, önceki “ebedi hüküm”e bağlı eleştiriler geçerli olurdu. onları yok sayalım. peki sadece cennetin ve dünyadaki kısıtlı acının olduğu bir düzenin tanrısına, sonsuz derecede merhametli diyebilir miyiz?

    kısa ve sıkıcı cevabı önceden vermiştim: “hayır, çünkü bu tanrıya kıyasla, sadece cennetin olduğu bir düzenin tanrı’sı daha merhametlidir”

    daha ilginç cevap ise şu: aquinas burada ödenen bedel ile gerekçelendirmeyi karıştırıyor (compensation vs justification). yine bunu anlamanın en kolay yolu, kendi hukukumuzla analoji kurmak:

    bir ebeveynsiniz. çocuklarınıza rastgele bir dizi kural koyuyorsunuz: şunu yemeyeceksin, buna dokunmayacaksın, yılda bir kere çatıya çıkıp antene taş atacaksın, vs… bazı çocuklarınızın, bazı kurallara uymaları yapıları itibariyle imkansız ama siz yine de ısrarcısınız. o çocuklara dayak atıyorsunuz. bu yetmezmiş gibi, kurallara uyan çocuklarınızı da dövüyorsunuz, hem de bazen diğerlerinden daha fazla. o çocuklar, “bu da sınavın bir parçası” diyerek bunu sineye çekiyor ama bu dayak hususu zamana göre değişiyor: sonra doğan çocuklar, ne yaparlarsa yapsınlar, daha az dayak yiyorlar. bu sefer “ilerde hepimizin daha az dayak yemesi için bu garip düzen gerekli” diyor çocuklar. ama siz yeni doğan bebeklerinize bile dayak atıyorsunuz. kardeşlerinin cansız bedenine bakıp, “vardır bir bildiği” diyor kalan çocuklar.

    sonra, komşulardan biri sizi ihbar ediyor. polis gelip çocukları elinizden alıyor. mahkemede kendinizi savunuyorsunuz: “boşverin size kime, niye, ne kadar dayak attığımı. biraz daha dayansalardı hepsine sonsuz nutella verecektim”. hiçbir mahkemede bu savunma geçerli olmaz. ya hapse, ya akıl hastanesine kapatılırsınız.

    ama analojimizin bir eksik kısmı var: tanrı bizden sadece “dayanmamızı” beklemiyor. kuralların manasızlığına, dayağın şiddetine ve adaletsizliğine katlanmak yetmiyor. işkencecimizi sevmemiz de gerekli. hem de nasıl sevmek! dünyadaki tüm ebeveynlerin, hatta olası tüm ebeveynlerin en merhametlisi, en adili olduğuna samimiyetle inanmamız gerekli. aklımızı ve kalbimizi, orwell’in çiftdüşünleriyle dizginlememiz gerekli:

    acı merhamettir.
    rastgele ceza adalettir.
    kader seçimdir.
    itaat sizi özgür kılar.

    ancak o zaman sonsuz nutella ırmaklarına ulaşabiliriz. ve nutella her şeye bedeldir.

    ***
    ***
    ***

    hayvan hakları

    yukarda özetlenen tartışmalar ilginçler ama acı probleminin ufak bir kısmını oluşturuyorlar. zira dünya’daki acının ezici çoğunluğu, hayvanların çektiği acılar ve klasik açıklamalar bunu es geçiyorlar.

    önceki bölüme benzer biçimde, argümanlarımızı genişleyen halkalar şeklinde düşünün. en içteki ufak halka olan hayvan hakları, hayvanlarla insanların ilişkileri hakkında olduğu için, özgür irade (hayvana eziyet etmeyi seçmek) ve acı ile sınanma (çocukken en sevdiğin arkadaşın olan çomar’ın kanserden ölmesi) ile alakalı.

    dolayısıyla çocukluğundan beri hayvanlara eziyet eden bir sosyopatın iradesinin özgürlüğünü, davranışlarının ilaç ve terapiyle düzelmesini sorgulayabiliriz. yahut masum bir bebeğin ölümü gibi, masum bir köpeğin acı içinde kıvranıp ölmesini gerektirmeyen, daha merhametli bir sınav hayal edebiliriz.

    fakat tekrar yapmamak için, konuya farklı yaklaşalım. hayvan hakları kavramının kendisi epey yeni bir “buluş” (keşif demiyorum çünkü hak kavramının doğanın özünde olan ve keşfedilmeyi bekleyen bir şey değil, sosyal hayvanların beraber barış içinde yaşayabilmesi için uydurulmuş bir şey). öncesinde de insanların çoğu psikopat gibi hayvanlara eziyet etmiyorlardı ama eden olunca da bu bir suç teşkil etmiyordu.

    titus oates’un tamamen kıçından uydurduğu bir katolik komplosunun (popish plot) tarihini dinliyordum geçenlerde, ingilteredeki protestanlar öyle gaza geliyorlar ki sokakta papa’nın figürünü gezdirip yakıyorlar. ama iğrenç tarafı, o figürün içine kedileri hapsediyorlar, böylece ateş yüzünden attıkları çığlıklar, papa’nın cehennemde atacağı çığlıkları andırdığından milleti daha da çoştıuruyor. şu canilik suç değildi mesela.

    hatta spor için, eğlence için öldürmeye devlet bile sponsor oluyordu. roma’nın gladyatörler ve aslanlarından, ispanyanın matadorları ve boğalarına kadar uzanan bir kan gölü bu. boğa güreşi yine iyi, pakistan’da köpeklerle ayıları dövüştürüyorlar.

    insanların hayvan haklarını bu kadar geç bulup, bu kadar gönülsüzce uygulamasında, tanrı’nın bir sorumluluğu yok mu? sadece hayvana eziyet eden o sosyopatı yaratmasından bahsetmiyorum, daha genel olarak kendi öğretisi, normal insanları dahi bu eziyete ortak edecek şekilde. nasıl mı? örneğin incilde hayvanların neden yaratıldıkları uzun uzun açıklanmaz, sadece insanların malı oldukları yazar, onlar üstünde tam kontrol (dominion) sahibi olduğumuz öğretilir.

    tanrı’nın güzel ahlakı, tıpkı eskiden dünya’yı evrenin ortasına koyması gibi, insanı da dünya’nın merkezine koyup, hayvanlar üzerinde mutlak üstünlüğünü meşrulaştırdıktan sonra, tam ters istikamette bir “ama onlara iyi davranın” tembihi.

    ---

    kölelik

    bu size kölelik konusundaki tutumu andırmıyor mu? “köleleri alıp satın ama bokunu çıkarmayın”, bir üçüncü dünya ülkesinin bile anayasasında kendine yer bulamazken, insan iradesini suçlayarak kötülük probleminden kendini sıyırmaya çalışan tanrı’nın yasalarında yer buluyor.

    büyük dinlerin bu konudaki evrimleri, çeşitli toplumların kölelik düzenlerinin evrimine paralel. mesela ilk akla gelen örneklerden olan ispanyollar, güney ve orta amerika’yı isa adına fethedip, altın ve gümüş madenlerini talan ederlerken, hem yerli kızılderilileri, hem de afrika’dan getirdikleri zencileri kullanıyorlardı. zavallı zenciler tam köleydiler ama kızılderililer, encomienda sistemiyle çalışıyorlardı. bu adı konmamış kölelik düzeni, bartolomé de las casas denen rahibin çabalarıyla reforme edildi ama ekonomik çıkarlar çok baskın olduklarından, reformlar yüzeysel kaldılar. sonuç: “köleleriniz tam olarak mal değildir, hakları vardır, sömürün ama iyi davranın” düzeni.

    islam’da kölelik konusunda yapılan en yaygın savunma da zaten eskiden beri süregelen kölelik sisteminin, ispanyollarınkine benzer ufak bir ilerleme kaydetmesi. sanki hem teoride, hem de zamanında pratikte olabilecek en iyi öğreti buymuş gibi sunuluyor.

    halbuki gayet bariz alternatifler var ve bunların farkının iyice anlaşılması için şu kısmı tekrarlamam lazım: tanrı’nın güzel mesajına rağmen, insanlar özgür iradeleriyle hayvanları ve başka insanları hükümleri altına alıp, onlara eziyet ediyor değiller. tanrı’nın kurduğu sistem bizzat buna teşvik ediyor.

    ---

    jainizm

    oysa çok ufak bir çabayla, bambaşka dini öğretiler hayal etmek mümkün:
    “hayvanların sahibi filan değiliz, aynı doğanın evlatlarıyız ve hakkımız olduğu için değil, ihtiyacımız olduğu için onları kullanıyoruz”

    e bu öğretinin hazır yapılmış var: animizm. (animalizm ile karışmasın, bu sadece hayvanlardan ibaret değil)

    hayvanları boyunduruk altına almayı tembihleyen tanrı’nın ispanyolları tarafından hayvan gibi görüp köleleştirilen kızılderililer arasında yaygın bir inanıştı bu (muhtemelen de bu inançları yüzünden etraflarındaki kaynakları sonuna kadar kullanıp, gelişip, büyük gemilerle ve toplarla avrupa’yı istila ederek ispanyolları köleleştiremediler. inançların arasında da bir “doğal seçilim” mekanizması var ve en çok yayılmacılığa izin veren kazanıyor).

    daha da pasifist bir alternatif dahi var: jainizm. hindistan’da doğan dinlerden biri ve hiçbir hayvanı bilerek incitmemeyi öğütlüyor. rahipleri, bir koltuğa otururken, taşıdıkları ufak süpürgeyle orayı süpürürler ki ufak böcekleri ezmesinler.
    “hangi inanç daha iyi” tartışmasına dalmayayım, o başka bir yazının konusu olsun ama jainizm, kötülük problemini açıklarken diğerleri kadar çelişkiye düşmeyecektir.

    ---

    ahlaki abaküs

    hayvan hakları, yaygın dinler yüzünden değil, dine rağmen gelişmiş bir kavram. aydınlanma çağının bir ürünü olan jeremy bentham gibileri, ahlakımızın, toplam acıyı azaltmaya yönelik olması gerektiğini söyleyerek (ve kendilerince bunun bir getiri götürü hesabını yaparak), hayvanlar üstünde yapılan deneyleri kısıtlamaya kadar getirdiler işi ve 19.yy’da konuyla ilgili ilk kanunlar devreye girdi. kanundan da önemlisi, insanlar bunu konuşmaya, düşünmeye başladılar.

    (bu sürecin ilginç bir yanetkisi olarak, ilk defa insanlar evcil hayvan sahibi oluyorlar. şehirleşme yüzünden zaten tarladan kopan insanlar, bu hayvan hakları meselesiyle paralel olarak, bazı hayvanları evlerine hapsedip, bir çocuk gibi onları şımartıp, aynı yatakta yatmaya başlıyorlar. bir yandan da endüstriyel et kesimi ile birlikte, diğer hayvanları hayvan olarak değil et olarak görüyoruz: bonfile, antrikot, but diyoruz inek veya tavuk yerine. ingilizce daha da beter: et isimlerinin hiçbirinde hayvanın ismi geçmiyor, kavramsal olarak ayrışıyorlar insanın kafasında bunlar. sentetik et yaygınlaştığı zaman veya insanlar biyolojik vücutlarından kurtuldukları zaman, geriye dönüp bizim çağımıza baktıklarında, vahşetten başka bir şey görecekler mi acaba? her yıl milyarlarca hayvanı yemek için, milyonlarcasını giysi ve spor için öldüren atalarından utanacaklardır diye tahmin ediyorum. not: adanakebapsporluyum)

    ---

    soykırım

    tüm bunlar, insan-hayvan ilişkisi çerçevesinde olup bitenler. halkayı biraz daha genişletirsek, bireylerin değil ama insan türünün hayvanlarla ilişkisine bakabiliriz. burada, gezegene olan etkimiz sonucu, tek tek hayvanların değil, türlerin topyekün yokolmasından bahsediyorum.

    bazı örnekler kolay: aşırı avlanma yüzünden bir türün yokolmasından, avcılar ve onlara izin veren hükümet yetkilileri sorumlu tutulabilir. ama daha dolaylı yoldan olan ilişkilerde suçluyu bulmak zor. bu sistemin içinde doğmuş her birey gibi, biz de kullandığımız mobilyalarla, plastik ürünlerle, yaktığımız benzinle, ısınmak için açtığımız doğalgazla ve tabii ki süpermarketlerden aldığımız plastik ambalajlı hayvanlar ile gezegenin talanına, türlerin yokolmasına katkıda bulunuyoruz. ve bunu seçmiyoruz. bunu seçmeme şansımız bile yok. en über çevreci vegan bile bu sistemden tamamen kaçamaz. öyleyse, insanlığın gelişmesi ve büyümesi sonucu acı çeken onca hayvanın hesabı, herhangi belli bir insandan veya gruptan sorulamayacaksa, bu hesabı tanrı mı vermeli?

    ---

    hobbes haklıydı

    halkayı biraz daha genişletin: insan ile ilişkisi olmayan hayvanların çektikleri acıları düşünün. yanardağ patlaması sonucu yokolan bir ormanın küllerinde saklı o çığlıkların ne rolü olabilir, merhameti bir tanrı’nın sahnesinde?

    insan faktörünü denklemden çıkarmak için sadece coğrafi boyutları esnetmekle kalmayalım, zaman boyutunu düşünelim önceki bölümde yaptığımız gibi. nihayetinde insanoğlu 2.5 milyon yıldır buralarda, hayat ise 3.5 milyar yıldır (kaynak: nasa’da çalışan amcam).

    bu gezegende dinozorlar vardı. insan türünden katbekat uzun yaşamış ve sayısız alt-türe sahip bu koca aile yokoldu. ne uğruna? daha biz ilk fabrikamızı kurmadan, ilk balıkçı ağımızı denize atmadan, ilk plastiğimizi üretmeden önce, dünya’ya gelmiş türlerin %99'undan fazlası yokolmuştu zaten. her biri bir soykırım. ne uğruna?

    sadece yokoluşlardan ibaret değil acı, geride kalanları da içine alıyor. hobbes’un gözlüklerinden bakarsak, acı sadece ölümün habercisi değli, hayatın da gölgesi.

    600 senedir doğa belgeselleri çeken david attenborough şöyle demişti bir ara:
    “when creationists talk about god creating every individual species, they always instance hummingbirds, or orchids, sunflowers and beautiful things. but ı tend to think instead of a parasitic worm that is boring through the eye of a boy sitting on the bank of a river in west africa, [a worm] that’s going to make him blind.”

    (sağolasın ikinci morinek türkçesini yazmış: "yaratılışçı fikre inanan insanlar, tanrı'nın her türü ayrı ayrı yarattığından bahsettiklerinde, sürekli tavus kuşları*, orkideler ya da ay çiçekleri gibi güzel şeylerden dem vuruyorlar. ben ise kuzey afrika semalarında, bir nehrin kenarında oturan bir çocuğun gözündeki parazitli bir solucanın, gözünü nasıl da delip kör edeceğini düşünmeye daha eğilimliyim. bu arada immanuel ne derse doğrudur.")

    korku, onu hissedebilecek kadar karmaşık her canlının -süpermarketlerde şişmanlayan insanoğlu dışındaki her canlının- doğal hali. hiçbir hayvan yaşlılığında tembel tembel uyurken sessizce ölmüyor, ya birinin dişleri arasında can veriyor, ya da ufak canilerce yokediliyor. bir yaban arısının (wasp) önce felç ettiği, sonra karnına kendi yavrularını yerleştirdiği hayvan, birkaç gün içinde acılar içinde kıvranacak ve korku filmindeymişçesine vücudunu yararak içinden çıkan larvalar tarafından canlı canlı yenecek. (wasplarla ilgili bir video, bu da alakalı başka bir video)

    dişi bir örümcek, çiftleştiği erkeği löp diye yutacak. beyni gayet büyük bir fil, 10-20 tane yabani köpek tarafından parça parça yenirken, belki kan kaybından ölmesi saatleri bulacak. bunlar gibi milyonlarca örnek, bugün de gerçekleşecek, 100 milyon yıl önce de gerçekleşiyordu.

    ***

    dahası doğadaki vahşetin çok büyük kısmı, bizim belgesellerde izleyeceğimiz boyutlarda değil. doğanın her karışı, havanın her metreküpü, hatta kendi vücudumuz bile bir savaş alanı: her gün trilyonlarca yabancı bakteri (her biri birer yaşam formu) savaşıp ölüyor. virüsler hücrelerimizi ele geçirip, onları kendi kopyalarını üreten fabrikalara dönüştürüyorlar. gözle görülemeyen binlerce parazit, derimizin iki tarafında da yaşıyorlar. bu boyutta elbette bizim anladığımız gibi bir acı yok ama ölüm, mücadele ve ilkel bir korku var. tüm bunlar ne uğruna?

    bilinci ve amacı olan bir tanrı’ya inananlar, bu “ne uğruna” sorusunu sormak zorundalar. “bakıp ibret alsınlar diye” zaten her halükarda merhamete zıt bir açıklama, ama bırak duygusal olarak kavramasını, matematiksel hesabını dahi yapamayacağımız kadar büyük yokoluşların “ibretlik” olması demek, tanrı’nın sadece “umursamaz” değil “sadist” olması demek olurdu.

    bu noktada halkayı tüm gücünüzle esnetin. artık gezegenimizle sınırlı değiliz, patlayan süpernovalara, kara delikler tarafından yutulan yıldız sistemlerine bakıyoruz. bunların her birindeki sayısız olası yaşam alanında, büyük ihtimalle sayısız başka mücadeleler yaşanıyor ve her bir acının sonu, aynı tekdüze ve topyekün yokoluş. tüm virüslerin, tüm zehirlerin, tüm ısırışların, tüm toslamaların, tüm mızrakların ve atom bombalarının sonunda, galaksinin geridönüşüm kutularında moleküllerine ayrılıp ve yeni yıldızlara yakıt olmak var.

    ---

    cenaze

    nepal’in bir köy yolunun kenarındaki o bufalo, işkencesinin 4. gününde nihayet öldü. cesedi güzel değildi, daha hayattayken kırılmış, çürümüş ve tüketilmeye başlanmıştı. sinekler, larvalarını çokatn açık yaralara bırakmışlardı. bizim ölüme yaklaşımımız hep sessiz, ciddi, saygın ve ağırdır ama doğanın böyle aristokratlıklara ayıracak zamanı yok. bufalo inleyerek, kokarak, kendi pisliği içinde debelenerek öldü ve şimdi aynı iğrençlikle tüketilecek.

    ertesi sabah tarlaya giderken, üstünün toprakla örtüldüğünü gördüm. ölü bedeninin üstünde savaş hala devam ediyordu ve biz bunu görmemek için, pisliği “halının altına” itmiştik. tabii o koca gövdenin kabartısı belli oluyordu. 1–2 güne kalmadı, o da yok oldu. yanına gidip baktığımda, toprağın üstünde ufak bir iş makinesinin paletlerini gördüm. ezmişlerdi toprağı. zamanında ölmesini bilememiş bu münasebetsiz hayvanın acısını sadece toprağın altına değil, hafızalarımızın da dibine gömdük. ve haftaya gelecek olan hindu bayramına hazırlığımıza başladık.

    ---

    [not: bu tip entellikleri, daha erken ve doğrudan emaille almak için fularsız entellik direnişine katılın. hepsi reklamsız, hep reklamsız]
  • tarihi çook eskilere kadar uzanan problemdir. pek çok düşünür bu konu üzerinde kafa yormuştur. kimisi "tanrı madem mutlak iyidir o halde neden kötülüğü yaratmış" demekte, kimisi dünyadaki kötülüğü "gül ağacındaki diken"e benzetmektedir. misal platon kötülüğün kaynağı olarak kötü ruhları görürken, gazali dünyanın olabilecek en iyi dünya olduğunu söylemiştir.
    tartışamalar süre dursun kesin bir sonuca varabilmek açıkçası kabil olmuş değildir.

    david hume ise şu sorularla irdeler konuyu:
    "tanrı kötülüğü engellemek istiyor da gücü mü yetmiyor?
    öyleyse o güçsüzdür.
    gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor?
    öyleyse o iyi niyetli değildir.
    hem güçlü hem de iyi ise bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?"
    bu çetrefilli sorulara herkesi tatmin edecek bir cevap mümkün müdür acep?
    "dünya imtihan dünyası, iyiye karşı kötülük olacak ki birinden birini tercih etmek mümkün olsun" demek de mümkündür. "madem güç tanrının elinde, dileseydi kimse günahkar olmazdı" demekte.
    kötülüğün iyiliğin bilinmesi için var olduğu iddialarına karşılık madem öyle birazcık kötülük olsaydı biz iyiliği bilebilirdik diyebiliriz pekala.

    bana kalırsa kötülüğün potansiyeli insanoğlunda mevcut ve onun açığa çıkması yine insanın elinde. bir yerde kötülük ve tanrının varlığını iradesini karşı karşıya getirmenin doğruluğunu da tartışmak gerekir.

    edit: bazı yazar arkadaşlar yukarıda david hume'un sorduğunu yazdığım soruların aslında epiküros tarafından sorulmuş olduğunu mesaj yoluyla iletmişler sağ olsunlar. entry'i çok uzun süre önce girmiş olduğum için nereden okuyup aktardığımı pek hatırlamıyorum açıkçası ancak arkadasların ilettiği bu bilgiyi siz saygıdeğer okuyucularımıza aktarmak istedim.
  • (1. bölüm)

    selam. rojbaş. hola.

    bu mevzu üstüne ne zamandır derli toplu bir şeyler yazmak niyetindeydim, fakat hem üşengeçliğinden, hem de bir mevzu üstüne derli toplu yazmanın pek bana göre olmamasından dolayı bir türlü girişememiştim. şimdi girişiyormuşum gibi bir his var ise de çok da güvenemiyorum kendisine, derli toplu olmak gibi bir söz de veremeyeceğime dair sözüm var, ayıp olsun diye bodoslama dalıyorum, yolum açık, toprağım bol olsun.

    mevzu epey uzun olduğuçün bölücülük yapmak hayırlı olabilir. bölücülük tanrıya mahsustur demiş ibni arabi. şaka şaka dememiş öyle. şimdi böyle birden ciddileşince de ortam geriliyor onun da farkındayım, halbuki hiç gerilmeden, neyse işte onu şey etmek lazım. mevzu neydi? evet. öncelikle problemin tanımından girip, teizm ve ateizm açısından önemine değinip, daha sonra da müslüman/hristiyan teist cenahtan probleme dair getirilmeye çalışılan çözümleri ele alıp, bu çözümlere ateist cenahtan getirilen karşı eleştirilerden, ve yine verilen karşı cevaplardan bahsederek böyle daldan dala gideceğim muhtemelen, herhangi bir garanti vermiyorum. öncelikli amacım, kafamda bu mevzu üzerine birikenleri derli toplu bir hale getirmek, düzenlemek. yazmak bu açıdan önemli işlev görüyor.

    kötülük probleminin temel derdi, ibrahimi dinlerin, yani islamın, hristiyanlığın ve yahudiliğin tanrısı olan, gücü her şeye yeten ve her şeyi bilen, yani kadir-i mutlak (omnipotent) ve alim-i mutlak (omniscient), aynı zamanda da mutlak iyilik, merhamet ve adalet sahibi olan bir tanrıya inanmanın makul olmadığını göstermektir. ''makul'' kavramına takılan olursa diye, şu bakınızı vereyim, orayı okuyup sonra buraya geliniz: (bkz: iman/@maarri)

    yani problemdeki temel amaç, kötülüğün varlığı ile böyle bir tanrı'nın bir arada bulunamayacağını göstermektir. gayret bizden, tevfik allah'tan diyerek mevzuya giriyoruz.

    nedir kötülük problemi? ondan da önce, kötülüğü tasnif etmek iyi olacak.

    kötülük, genel olarak, ikiye ayrılmıştır: maddi/fiziksel kötülük ve ahlaki kötülük. maddi kötülük, insan iradesinden kaynaklanmayan kötülüklerdir: doğal afetler, hastalıklar, vs. gibi. ahlaki kötülük ise, insan iradesinden kaynaklanan kötülüklerdir: cinayet, tecavüz, vs. gibi. leibniz, ''metafizik kötülük'' adını verdiği üçüncü bir kötülük tanımı daha getirmiştir. metafizik kötülük, şeylerin özünde bulunan kötülüktür, şeylerin sınırlı, kusurlu ve eksik doğalarından kaynaklanan kötülüktür. insanın yetkin bir varlık olmayışıdır. maddi ve ahlaki kötülüklerin anasıdır.

    kötülük, bir bakıma, dinin, felsefenin, sanatın ve edebiyatın varlık zeminidir denilebilir. en salt anlamıyla, insana maddi ya da manevi acı çektiren her şeydir. schopenhauer gibi filozoflar açısından, varoluşun ta kendisidir. haydeger'in fırlatılmışlığının, varlığının farkında olmanın getireceği, belki de getirmesi gereken ilk his, rahatsızlıktır. bu farkındalık, proust'un gecenin bir vakti uyanıp, bir an nerede olduğunu, içinde bulunduğu zamanı ve mekanı unutan, salt varoluş farkındalığına dair tasviri gibi düşünülebilir.

    peki, kötülük problemi nedir?

    kötülük problemi, daha önce de dediğimiz gibi, kadir-i mutlak ve mutlak iyi bir tanrı ile, kötülüğün varlığının nasıl bağdaştırılabileceği sorusudur. tanrı mutlak iyi ise ve gücü de her şeye yetiyor ise, kötülüklerin varlığı nasıl izah edilebilir?

    aslında soru, teistik sınırlar dışında da ele alınabilir; evrenin tek bir ilkeye dayandığını, ve bu ilkenin de mahiyetinin ''iyi'' olduğunu iddia eden her türlü felsefe, kötülük probleminin kaçınılmaz muhatabıdır. eğer evreni oluşturan ilke ''iyi'' ise, evrende bulunan kötülükler neyin nesidir? ki problemi böyle kurunca, işin içine pisagorlardan başlayan mutat zevat, platon ve şürekası vs. girer, spinoza ve iyimserliği gelir, sonra schopenhauer ve kötümserliği gelir, derken nietzsche gelir iyiyi kötüyü bırak içelim güzelleşelim der, mevzu uzar gider. biz soruyu teistik bağlamda ele alıp, gerisine girmeyelim, mevzuyu şimdilik daha fazla dağıtmayalım, başımıza iç açmayalım.
  • (2. bölüm)

    soruyu epikuros şu şekilde formüle etmiş: ''tanrı kötülükleri ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyor mu? o halde, kadir-i mutlak değil demektir. yoksa, kaldırabilir de kaldırmak istemiyor mu? öyleyse iyi değil demektir. hem kaldırabilir hem de kaldırmak istiyorsa, o zaman niçin kaldırmıyor?''

    soruyu daha sonra, david hume abimiz ciddi bir şekilde gündeme getirmiştir. mevzu her zaman için güncelliğini koruyan, korumaya da devam edecek bir tartışmadır.

    kötülük mevzusu o kadar önemlidir ki, daha önce de dediğim gibi, dinin varlığının, her şeyden önce, kötülüklere bir açıklama arayışı olduğu söylenebilir. kötülük problemi, bütün inançların, tanrı ve ahlaki niteliklerinin, sıfatlarının çerçevesinin belirlenmesinde birincil rol oynar. mesela, düalist bir tanrı anlayışı, insanın kötülük problemine cevap arayışından bağımsız okunamaz; dünyadaki kötülükleri mutlak iyi bir tanrı ile bağdaştıramayınca, kötülükleri yaratan bir başka güç kurgulamak bu açıdan gayet anlaşılır görünmektedir. mesela ezidilikteki melek-i tavus inancında benzeri bir durum söz konusudur. evreni tanrı yaratmıştır (veya melek tavus'a yarattırmıştır, burayı henüz tam çözemedim, araştırmalarımız devam ediyor, gelişmeleri paylaşmaya devam edeceğiz) ancak evrene hükmeden melek tavus'tur. tanrı tamamen iyilikten mürekkeptir dolayısıyla ona ibadet etmeye, dua etmeye lüzum yoktur, çünkü ondan bir zarar görme ihtimalimiz yoktur. kendisinden kötülük görebileceğimiz olana ibadet etmeliyiz, o da melek tavus'tur. ezidiliğin büyük ölçüde etkilendiği zerdüştlük, neredeyse bütünüyle iyilik-kötülük karşıtlığı üzerine kuruludur, bu karşıtlık herakleitos üzerinden antik yunan düşüncesine de sıçrıyor. türlü çeşit mitolojiden budizm'e, maniheizm'den bogomillere, catharlardan melamiliğe, her türlü gnostik, ezoterik, okültist oluşumların öncelikli çıkış noktası kötülüktür.

    dediğim gibi, düalist inançlar kötülük problemiyle şekilleniyor, yani diyorlar ki bu dünyayı bizim bildiğimiz o iyi tanrı yaratmış olamaz, bu dünya bir başka tanrının, ve elbette kötü bir tanrının, ya da şeytanın eseridir. (schopenhauer da benzeri bir şey der, bu dünyayı mutlak iyi bir tanrı yarattı öyle mi? diye sorar. bilakis, böyle bir dünyayı yaratabilen, ancak ve ancak şeytan olabilir.) ya da bu dünya biri iyi diğeri kötü iki tanrısal gücün savaş alanıdır, biz de safımızı seçmeli, iyinin yanında yer almalıyız, vs.

    fakat düalist yaklaşımlar da bambaşka problemlere gebedir, ve nihayetinde düalist veya multiple tanrı anlayışının yarattığı sorunların, tek tanrının yarattığı sorunlara göre daha fazla olduğu üzerine bir mutabakat oluşmuş olacak ki, insanlığın büyük çoğunluğu tek tanrıda karar kılmıştır. fakat tek tanrının karşısına da, kötülük problemi dikilmiştir, tek tanrılı dinlerin en temel açıklama getirmek zorunda olduğu sorun haline gelmiştir. öyle ki, tanrı'nın varlığı ile kötülüğün varlığını makul bir şekilde uyuşturmadığı sürece, kimsenin tanrıya inanmaya hakkı olmadığını söyleyenler bile çıkmıştır.

    soru, teistik tanrı inancının tutarlılığına dair çok ciddi bir itham içerdiği için, tanrı ile ilgili her türlü tartışmada dönüp dolaşıp gelinen merkezi bir konum teşkil etmektedir. kimi teologlar, kötülük probleminin tek tanrı inancına karşı en güçlü ateist argüman olduğunu belirtip, probleme ''ateizmin kalesi'' demiştir. bu yüzden, en başından beri teist düşünürler, bilhassa hristiyan teologları ve islam filozofları, kelamcıları, meseleyle yakından ilgilenmiş, çözüm getirmeye çalışmışlardır. kötülük problemine çözüm bulma, yani tanrı'yı haklı çıkarma çabasına da, ''teodise'' adı verilmiştir. az önce de dediğim gibi, soru tanrı algısı açısından kilit önemdedir, dualist ya da çok tanrılı inanışların kökeninde de başat yer tutmaktadır, dünyadaki iyiliklerin farklı bir güç, kötülüklerin de farklı bir güç tarafından kaynaklandığına dair inanç böylelikle işin içinden çıkmaktadır, benim meselem değil ki yav demektedir. ama tek tanrılı dinler, iyiliği ve kötülüğü aynı potada eritmek durumundadır, bunu yaparken de, tanrı'nın kudretine ve iyiliğine dair çizilen çerçevenin dışına çıkmamak zorundadır. burası önemlidir, çünkü kimileri soruya cevap getirebilmek için tanrı'nın sıfatlarını kesip biçmeye girişmiştir, kötülüğü açıklamak için tanrı'nın kudretini veya iyiliğini sınırlama yoluna gitmek en sık görülen meyildir, bu da ortodoks itikadın çizgisinden sapmaktır, dinin altını oymaktır. teist cenah bu yüzden soruya çözüm bulma arayışında temkinli olmak durumundadır.

    şimdi, kötülük probleminin doğru kurgulanması için ihtiyaç duyduğumuz sıfat tartışmasına girmek durumundayız. yani, tanrı'nın mutlak kudret ve mutlak iyilik sıfatlarını ele alacağız.
  • (3. bölüm)

    kötülük problemi, tanrı'nın mutlak kudret sahibi ve mutlak iyi olduğu inancı üzerinden şekillenir. bu yüzden, bu iki kavramda hemfikir olmadan, problemi tartışmak mümkün değildir. mutlak kudretten ve mutlak iyilikten ne anladığımız bu yüzden önemlidir, ancak ortak bir tanımda uzlaştıktan sonra tartışmaya geçebiliriz.

    mutlak kudret kısmı görece daha kolay. thomas aquinas bu mevzuya yeterince doyurucu bir şekilde eğilmiş, ve kendisinin düşüncesi hem hristiyan, hem de islam teolojisinde genel olarak paylaşılagelmiştir. mutlak kudretten anlamamız gereken şudur: tanrı, mantık sınırlarında, her şeyi yapmaya muktedirdir, bu kudretin tek sınırı, mantıktır. yani mesela tanrı'dan, kare şeklinde bir üçgen yaratması beklenemez, yaratamaması da, tanrı'nın kudretinde bir eksiklikten ileri gelmez, kare şeklinde bir üçgenin mantıken muhal olmasından ileri gelir. veya tanrı, hem dahi hem de gerizekalı bir insan yaratamaz, çünkü bir insan hem dahi hem de gerizekalı olamaz. "tanrı kaldıramayacağı taşı yaratabilir mi" sorusunda da, benzeri bir mantık problemi, bir dil problemi vardır, dolayısıyla "saçma" bir sorudur. aquinalı tom amca, önemli bir amcadır, kendisine daha sonra da değineceğiz.

    mutlak iyilik kısmı ise, biraz daha komplike. öyle ki, misal mutlak iyiliğin ne olduğunu hiçbir zaman idrak edemeyeceğimizi, dolayısıyla yapacağımız her türlü iyilik ve kötülük tanımının belirsiz ve anlamsız olacağını iddia eden bir görüş, kendisini direkt olarak tartışma sınırlarının dışına çıkarır. mutlak iyiliği bilemeyeceğimiz sürece, neyin iyi ve neyin kötü olduğunu da belirleyemeyeceğimiz iddia edilirse iş daha da karışır.

    misal, tanrı mutlak adaletlidir, ama tanrı'nın adaletinin nasıl bir adalet olduğunu biz bilemeyiz dersek, kötülük probleminin sınırlarından çıkar, bambaşka bir tartışmaya dalarız. şu halde, tanrı'nın adalet kavramı ile bizim adaletten anladığımız, aynı şey olmayabilir, bu durumda tanrı'yı adaletsizlikle suçlamak için gereken kavram zemininden mahrum oluruz. ki bu tartışma, eşarilik açısından şöyle bir zemine oturur; gazali'nin belirttiği üzere, tanrı yarattıkları üzerinde mutlak söz sahibidir, ve mülkünde istediği şekilde tasarruf eder. kimsenin tanrı'ya ''şunu niçin şöyle yarattın'' diye hesap sormaya hakkı yoktur, aksi takdirde, işin ucu tanrı'nın niye kimi mahlukatı taş, kimisini fare, kimisini de insan olarak yarattığını sorgulamaya kadar gider, her şeyde bir adaletsizlik görülebilir.

    ilk bakışta gayet makul duran bir açıklama, fakat dediğim gibi, tanrı yarattıklarının mutlak sahibidir, dolayısıyla istediği gibi davranabilir demek, bizi kötülük probleminin dışına çıkarır. eğer tanrı her ne şekilde davranırsa davransın, hiçbir şekilde adaletini sorgulayamayacaksak, adalet ve adaletsizlik kavramları anlamını yitirir, bu yüzden tanrı'nın ''mutlak adalet'' sahibi olduğunu iddia etmek de anlamsızlaşır. bu durumda söylenmesi gereken, ''tanrı tanrıdır, ne adaletlidir, ne de adaletsizdir'' demektir. ama eğer böyle söylenilmiyorsa, tanrı bizzat kendisinin mutlak adalet sahibi olduğunu söylüyorsa, tekrar tartışmaya döneriz, ve mutlak adaletin tanımlanmasına ihtiyaç duyarız.

    eğer mutlak adaleti tanımlayamayacaksak, tanrı'nın adalet kavramından anladığı ile bizim adalet kavramından anladığımız şey aynı değil ise, aynı zeminden konuşamayız demektir. ki buradan yola çıkılarak mevzu çok daha derinleştirilebilir, bambaşka tartışmalara yelken açılabilir: tanrı'nın adaletli olması ne demektir? tanrı adaletli olmak zorunda mıdır? tanrı'nın adaletli olmak zorunda olduğunu söylemek, tanrı'nın üstünde ve onu aşkın bir ahlak yasasının bulunduğunu varsaymayı gerektirir, böyle bir ahlaki zemin tahayyül edilebilir mi? tanrı'dan üstün ve tanrı'yı önceleyen bir ahlak yasası nasıl var olabilir? tanrı'yı tanrı yapan, ahlakın, yani iyiliğin ve kötülüğün zemini olması değil midir? neyin iyi, neyin kötü olduğunu yalnızca tanrı belirleyebilirse, tanrı'nın davranışlarını neye dayanarak yargılayabiliriz? tanrı kendi belirlediği yasalara uymak, yani ahlaklı olmak zorunda mıdır? sorularınız bunlar, süreniz başladı, başarılar.

    devam edelim. tanrı'nın mutlak iyiliğine dair bize güvence veren nedir? kendi sözü mü? tanrı yalan söyleyemez mi? tanrı verdiği sözü tutmak zorunda mıdır? tutmazsa, yalan söylerse ne olur? kim neye dayanarak tanrı'yı ahlaksızlıkla itham edebilir? az önce de dediğimiz gibi, bunu diyebilmek için, tanrı'nın üstünde ve ondan bağımsız bir ahlak yasasını kabul etmek lazım gelir, bir mümin için böyle bir şey imkansızdır. tanrı ahlakın, iyinin zeminidir, ondan bağımsız bir ahlak yasası düşünülemez. fakat, ''tanrı iyidir, çünkü kendisi iyi olduğunu söylüyor, iyi olduğunu söylüyorsa doğrudur çünkü iyi olan yalan söylemez'' gibisinden totolojinin allahı bir çıkarım da, tanrı'ya güvenmek için çok da anlamlı bir zemin değildir.

    buradan geleceğimiz yer şudur, ya da bana göre, gelinmesi gereken yer şudur: böyle bir tanrı'ya güvenmek için, hiçbir, ama hiçbir gerekçemiz yoktur. aslında bu ifade de durumu tam izah edemiyor, doğru ifade şu olmalı: böyle bir tanrı karşısında, ''güven'' kavramı anlamını yitirmektedir. davranışlarını, davranışlarının arkasındaki motivasyonları kestiremeyeceğimiz, hiçbir şekilde idrak edemeyeceğimiz, ve hiçbir şekilde yargılayamayacağımız bir tanrı karşısında, ''güvenmek'' fiili anlamsızlaşmaktadır. tanrı, kendisine inanıp salih amel işleyenleri cennetine koyacağını söyleyebilir, fakat daha sonra bu kulların hepsini cehenneme, kendisine inanmayanları da cennetine koyabilir, bu durum da ayniyle adalete uygun olur, hiç kimse tanrı'nın böyle davranarak ''kötülük'' ve ''adaletsizlik'' yaptığını iddia edemez.

    kimisi bu çetin sorunu çözmek için tek bir çıkış görmüştür: tanrı doğası gereği iyidir, iyilik zatında mündemiçtir, verdiği sözü tutmaması bu yüzden düşünülemez.

    ve elbette, bu da çok haklı bir soruyu kışkırtır: doğası gereği iyi olan, yani iyi olmak ''zorunda'' olan, istese bile kötülük, adaletsizlik, merhametsizlik yapamayacak olan, daha doğrusu, kötülüğü isteyemeyecek olan bir varlığa ''iyi'' demenin neresi anlamlıdır? ayrıca, bu, tanrıyı tahdit etmek, sınırlandırmak değil midir? tanrı'yı kötülük isteme imkanı olmayan bir varlık olarak kurgulamak, onun kudretini ve iradesini sınırlamak anlamına gelmez mi? bu nasıl bir tanrıdır ki, nasıl bir kadir-i mutlaktır ki, bütün kudreti bir etik tarafından sınırlanmış?

    ha yok, tanrı isterse kötülük yapabilirse, yapmamasını sağlayacak olan nedir? tanrı neye göre iyi ile kötü arasında seçim yapar, niye yapar? bu noktada, tanrı'nın ''özgür irade''sini tartışmaya girmek durumunda kalıyoruz, daha insanın özgür iradesini halledemedik, tanrı'nın özgür iradesini sorgulamak epey kasar.

    bu spekülasyonların sonu gelmez. o yüzden, bu tartışmayı burada kesip, kötülük problemine dönmek için, tanrı'nın mutlak iyi olduğu, ve adaletsizlik yapmayacağı varsayımına geri dönüyoruz. aynı zamanda, tanrı'nın adalet kavramı ile bizim adaletten anladığımızın aynı şey olduğunu kabul etmek durumundayız, yani tanrı'nın bizimle aynı dili konuştuğunu kabul etmek zorundayız, çünkü tanrı adalet sahibi olduğunu söylerken, bizim bu adaleti ne şekilde anlayacağımızı bilerek söylemektedir, eğer bizim sahip olduğumuz adalet kavramından farklı bir şeyden bahsediyorsa, tanrı bizi resmen kandırıyor demektir, bu da, elbette, adaletle ve iyilikle bağdaşmaz. (aslında, ibrahimi dinlerin ödül-ceza mantığı üzerine kurulu adalet anlayışı, kötülük probleminin zirvesine tekabül eder, buna çok sonra geleceğiz.)

    bu mevzuyu da hallettikten sonra, probleme getirilmeye çalışılan çözümlere geçebiliriz.
  • (5. bölüm)

    leibniz'in "mümkün dünyaların en iyisi" teodisesine biraz daha derinden dalalım. bu teori, ibrahimi dinlerin teolojisiyle kimi muazzam çelişkilere gebedir, hele hele, islami teolojiyle bağdaşması pek çok açıdan oldukça zordur. ki leibniz daha çok deizme yakındır denilebilir, o yüzden bu tarz bir uyuşma aramak da anlamsız zaten. çünkü mümkün dünyaların en iyisi teorisi, tanrı'nın yaratış amacından ve ahiret inancından bağımsız olarak, salt bu evrenin varoluşuna yönelik bir açıklama getirme iddiasındadır, ve salt bu evrenin açıklanmasından mürekkep bir teorinin islami teolojiyle bağdaşması mümkün değildir.

    leibniz'in mümkün dünyaların en iyisi teorisini kurarken yaptığı, bir nevi, mefhum-u muhalifinden istihraç suretiyle tefsirdir, yani bir önermenin doğruluğunu, karşıtının, aksinin muhal olması ile kanıtlama yöntemidir. leibniz bu alemin mümkün en iyi alem olduğunu, tanrı'nın mahiyeti gereği en iyiyi seçmesi gerektiğine dayandırıyor. tanrı mutlak iyi olduğu için, yaratılabilecek evren seçenekleri arasından da en iyi ihtimali seçiyor olmalı, öyleyse bu yarattığı kainat, tanrının kafasındaki mümkün alemlerin en iyisi olmalı ki yaratmış, yoksa yaratmazdı, yani aksi mümkün değil. bu alemdeki kötülükler de, mümkün en iyi alemin var olabilmesi için zorunlu olarak bulunan kötülüklerdir, demek ki hepsi daha büyük iyiliklerin meydana gelmesi için zorunludur. iyiliklerin var olması için kötülüklerin var olmasının zorunlu olduğu iddiası, tanrı'nın iyilikleri yaratmak için kötülükleri yaratmaya mecbur olması, zaten pek çok tartışmaya gebe.

    bu noktada zaten öncelikle, ''iyi'' kavramı üzerine kanlı bir savaşa hazır olmalıyız. çünkü cennetin varlığına inanan biri, leibniz'in iddiasını benimsemek için ''iyi''nin doğasına dair pek çok spekülasyona başvurmaktan kaçamaz. cennetin varlığı, tek başına, ''daha büyük iyiliklerin gerçekleşmesi için kötülüklerin zorunlu olması'' teorisinin altını oymaktadır. cennet, içinde herhangi bir kötülüğün var olmadığı, yalnızca iyilikten, güzellikten mürekkep bir haz alemi olarak tasvir edilir. demek ki, tanrı, kötülüklerin varlığına ihtiyaç duymadan yalnızca iyilikten mürekkep bir alem yaratabilmektedir, bu alemdeki iyiliklerin ve güzelliklerin varlığı kötülüklere nispetle değil kendi başlarına anlam kazanmaktadır.

    şu halde, tanrı'nın niçin salt cennet gibi bir alem yaratabilecekken yaratmadığı ve insanı böyle bir dünyaya koyduğu sorulduğu zaman, tanrı'nın niyeti, bir başka deyişle hikmeti karşımıza çıkıyor. tanrı'nın doğası gereği mümkün alemlerin en iyisini yaratacağını belirten leibniz, tanrı'nın niçin doğrudan salt iyilikten ve güzellikten mürekkep bir zevk ve haz alemini yaratmak yerine bu dünyayı yarattığı sorusuna cevaben, tanrı'nın niyetini bilemeyeceğimizi iddia ediyor. burada maalesef ilginç bir çelişki var gibi. eğer tanrı'nın o bilemeyeceğimiz niyeti ve hikmeti, merhametinin üstüne çıkabiliyorsa, tanrı'nın mümkün dünyaların en iyisini yaratacağı nasıl iddia edilebiliyor? tanrı eğer hikmeti gereği bu dünyayı yaratıyorsa, pekala yine hikmeti gereği mümkün dünyaların en iyisini yaratmayabilir, hikmetine en uygun dünyayı seçip yaratması daha makuldür, bu dünya da, kötülüklerin daha büyük iyiliklere yol açmadığı bilakis ağır bastığı bir dünya olabilir. yani leibniz'in ilk iddiasının üstünde durduğu zemin bu noktada kayganlaşmaktadır. bu çelişkinin niçin ortaya çıktığı da apaçık: tanrı'nın ne hikmetinden ne iyiliğinden taviz vermeden bir dünya tahayyül etmeye çalışıldığı takdirde, binbir çeşit çelişkili spekülasyonlar birbirini kovalamak durumundadır.

    çünkü öncelikle gördüğümüz gibi, burada ''iyi''den ne anladığımız hemen alt üst oluyor. eğer bu dünyanın yaratılmasındaki amaç, tekamül ise, tanrı için iyi olan, insanın tekamülüdür demektir. yani ''en iyi'' olan, bu durumda, ''mükemmel olan'' değil, ''tekamül eden'' olmaktadır. bu durumda, cennet nasıl ve ne şekilde ''iyilikler alemi'' olarak tasavvur edilebilir? ve amaç insanın tekamülü ise, bu durumda ''mümkün dünyaların en iyisi'', insanın tekamülüne en çok imkan tanıyan dünya olarak kurgulanmalıdır. peki cennet neyin nesidir? niye bu ''en iyi'' olan tekamülün sona erdiği bir sonsuz dinginlik ve stabillik alemi olan cennet vaat edilmektedir insana?

    açık olmadıysa tekrar edeyim: iyi olan, insanın mükemmel olması mıdır, yoksa mükemmele doğru özgür iradesiyle tekamül etmesi midir? eğer ikincisiyse, cennet insana bir ödül değil, bir kötülüktür, insanın tekamülünün son bulmasıdır, bu dünyada ulaşabildiği yere sonsuza kadar mahkum olmasıdır. yok eğer birincisiyse, bu durumda bu dünyanın yaratılması asla açıklanamaz, tanrı insanı idealindeki mükemmel insan olarak yaratabilir, ve sonsuz merhametiyle onu cennete koyup sonsuza kadar huzur ve mutluluk içinde yaşatabilirdi.

    tekamül meselesiyle ilgili olarak, süreç teolojisine de değinilebilir. süreç teizminde, ''varlık'' değil, ''oluş'' söz konusudur. ancak bu oluş eğer tanrı'nın kendisini kapsıyor ve tanrı'nın zatından kaynaklanıyor, bizzat tanrı'dan sudur ediyor ise, tanrı tekamül ediyor demektir. bu durumda iş karışır, çünkü tanrı tekamül ediyorsa, mükemmel değil demektir; mükemmel bir varlık tekamül etmez, edemez. yok eğer tekamül eden tanrı değil insan ise, az önceki sorular tekrar geçerli oluyor.

    daha açık bir ifadeyle: tanrı için önemli ve öncelikli olan, insanın mutluluğu mudur, yoksa insanın ahlaki açıdan tekamül etmesi midir, imtihan mıdır? bu ikisi aynı anda savunulamaz, çünkü ahlaki açıdan tekamül etmek, acı çekmeyi gerektiriyor, kötülüklerin varlığını gerektiriyor, kısacası bu dünyanın varlığını gerektiriyor. tekrar başladığımız yere dönüyoruz. demek ki tanrı için insanın mutluluğu öncelikli değildir, insanın binbir çeşit acı çekerek ahlaki olarak tekamül etmesidir öncelikli olan. bu durumda, tanrı'nın ''merhamet''i iyice sorgulanmaya açık hale geliyor.

    çünkü buradaki sorun, uçmayı öğrenmesi için annesi tarafından yuvadan aşağı atılan kuşların durumuyla örneklendirilemez. anne kuş yavrularını zorla aşağı atarak uçmaya teşvik eder, çünkü bunun pratik bir anlamı vardır, eğer yavru uçmayı öğrenemezse, yaşayamayacaktır, ve eninde sonunda birilerine yem olacaktır. yani yavrunun uçmayı öğrenememesi, başına ölümcül problemler doğuracaktır. annenin yaptığı bu yüzden makul ve anlaşılırdır, merhamet sınırları içinde ele alınabilir bir noktadadır.

    fakat insanın durumunda, tekamül etmemesi halinde başına gelecek olan nedir? yine tanrı'nın gazabına uğramaktır, yani tanrı'nın koyduğu bir kanuna ittiba etmemesi nedeniyle, yine tanrı'nın yarattığı bir azaba, kötülüğe maruz kalmaktır. anne kuş, yavrusunu uçmayı öğrenmediği için ateşe atıp yakıyorsa, bu ne menem bir merhamettir? eğer yavrunun uçmayı öğrenmesi, doğada hayatta kalabilmesi için değil de, annesi öyle istediği için gerekiyorsa, ve bunu yapmadığı takdirde annesi tarafından korkunç acılara maruz bırakılacaksa, burada nasıl bir merhametten söz edilebilir?

    eğer amaç insanın ''iyi'' olması değil de, insanın iyiyi öğrenmesi ve iyiye yönelmesi ise, bu amaç kaçınılmaz olarak merhameti askıya almayı gerektirir. ve hele hele, için ucunda cehennem varsa, ortada sonsuz bir merhametin bulunduğundan söz etmek epey zorlaşıyor. tanrı niçin insanın tekamülüne, imtihana bu kadar büyük bir önem atfetmektedir? bu niçin bu kadar önemlidir ki, sonunda insanı sonsuz cehenneme mahkum kılar? tanrı'nın ''hikmet''i vicdanının üstüne çıkabiliyorsa, bu tanrı'ya ''iyi'' diyebilir miyiz gerçekten?

    "iyi"yi, hikmetin bizzat kendisi ve tecellisi olarak tanımlayacaksak, bu durumda, kötülük probleminin kalkış noktasından uzaklaşmış oluyoruz. şu durumda, kötülüğü insanın acı çekmesi olarak tanımlayamayız, hikmetten yola çıkarak tanımlamak durumundayız. böyle bir hikmetin varlığına iman, kanaatimce, kierkegaardvari bir imanı gerektirmektedir, yani kötülüğü, hikmetten yoksunluk, ve nihayetinde, "anlamsızlık" olarak görmeli, bize bir tutam anlam verenin sonsuza kadar kulu olmalıyız. dolayısıyla, acı çekmeyi, hele ki tamamen masumların acı çekmesini, mesela bir çocuğun tecavüze uğrayıp öldürülmesini, hikmete bağlı olarak değerlendirmeli ve buradaki kötülüğü, tanrı'nın hikmetinin tecelli etmesindeki muazzam iyiliğe mukabil anlamsız ve önemsiz addetmeliyiz. yine hikmetle bağlantılı olarak, mevzunun dönüp dolaşıp düğümlendiği yer, varlık-yokluk ikileminde, varlığı yokluğa tercih etmek ve bunun da kaçınılmaz getirisi olarak, varlığı iyi, yokluğu kötü kabul etmek oluyor. bir şeylerin var olması, hiçbir şeyin var olmamasından iyidir, anlayışı üzerinden temellenmek icap ediyor. bu da, ezeli bir tartışmanın başlangıç noktası.

    bu hikmete ve ona iman etmenin anlamına dair, dostoyevski'den ve karamazov kardeşler'den yola çıkarak bir şeyler daha yazacağım, şimdilik burada bırakıyorum.
  • problem of evil'ın terim karşılığı olarak şer sorunu olarak kullanımlası daha doğru ve yerinde olurmuş. kötülük, tıpkı yalın hali kötü gibi kalitesizlik, başarısızlık, tırtlık gibi şeyleri işaretlemede daha başarılı, şer ise lisan-ı kadim duyumu sebebiyle 'evil'ı daha iyi karşılıyor. o yüzden o başlıkta ineceleyeceğim bu meseleyi.
  • tanrı, ya kötülükleri ortadan kaldırmak ister de kaldıramaz; veya kaldırabilir, ama kaldırmak istemez; ya da ne kaldırmak ister, ne de kaldırabilir; yahut da hem kaldırmayı ister hem de kaldırabilir. eğer ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, o her şeye kadir değildir; ki bu durum tanrı’nın karakteriyle uyuşmaz; eğer ortadan kaldırabiliyor, fakat kaldırmak istemiyorsa, o kötü niyetlidir; ki bu da aynı şekilde tanrı ile uyuşmaz; eğer o ne ortadan kaldırmayı istiyor, ne de kaldırabiliyorsa, hem kötü niyetlidir hem de her şeye kadir değildir; bu durumda da tanrı değildir; eğer hem ortadan kaldırmayı istiyor, hem de kaldırabiliyorsa – ki yalnızca bu tanrı’ya uygundur–, o zaman kötülüklerin kaynağı nedir? ya da o kötülükleri niçin ortadan kaldırmamaktadır?

    epikuros

    problemin bir başka sunuluşu yüzyıllar sonra david hume tarafından din üstüne diyaloglar adlı eserinde philo’nun ağzıyla şöyle yapılmıştır:

    tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?
    öyleyse o güçsüzdür.
    yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor?
    öyleyse o iyi niyetli değildir.
    hem güçlü, hem de iyi ise, bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?

    david hume

    problem değişik versiyonlarla defalarca tekrarlanmıştır. kötülük probleminin çok bilinen bir versiyonu da çağdaş filozof john l. mackie tarafından ileri sürülmüştür.

    tanrı vardır.
    tanrı mutlak iyidir.
    tanrı her şeye kadirdir (her şeye gücü yeter).
    kötülük vardır.
    yukardaki maddelerden herhangi üçünü kabul eden kişi, dördüncüsünü reddediyor olmalıdır. yani:

    eğer tanrı varsa (madde 1) ve mutlak iyiliği (madde 2) istiyorsa ve istediği her şeyi yapabilecek kadar güçlüyse (madde 3) kötülük olmamalıdır.
    eğer tanrı varsa (madde 1) ve sadece iyiliği istiyorsa (madde 2), fakat dünya'da kötülük varsa (madde 4) tanrı istediğini yapamıyor demektir. böylece tanrı her şeye kadir değil demektir.
    eğer tanrı varsa (madde 1) ve her şeye kadirse (madde 3) ve kötülük de varsa (madde 4), tanrı kötülüğü yaratmış ve mutlak iyi değildir.
    son olarak, eğer tanrı aynı zamanda mutlak iyi (madde 2) ve her şeye kadirse (madde 3) ve buna rağmen kötülük varlığını sürdürüyorsa (madde 4) böyle bir tanrı var olamaz.
    din felsefesinde bu sorulara cevap bulma çabasına genel olarak teodise denilmiş ve burada sorunun çözümüne çalışılmıştır.

    kötülük problemi bir dizi teolojik sorun yarattığı için birçok filozof önce "kötülük" kavramını sınıflandırmaya çalışmıştır. leibniz'e kadar, özellikle de hristiyan düşünürler, iki tür kötülükten söz etmiştir:

    doğal kötülük ya da fiziksel kötülük: çağdaş hristiyan teolog john hick'e göre "hastalık yapan bakteriler, depremler, fırtınalar, kasırgalar, kuraklıklar ve benzeri durumlarda insan eylemlerinden bağımsız olarak meydana gelen kötülükler" bu gruptan sayılır.
    ahlakî kötülük: acımasızlık, adâletsizlik, aldatma, kıskançlık, savaş, soykırım, yalan, zulüm v.b. insan kaynaklı kötülüklerdir.
    bu sınıflandırmada ahlakî kötülüğün sorumlusu olarak insanın kendisi ve özgür iradesi gösterilmiş, tartışma "doğal kötülük" kısmında süregelmiştir. leibniz bunlara daha sonra bir de "metafizik kötülük" kavramını ekleyecektir. çağdaş teologlar kötülükleri bugün de kaynaklarına göre benzer şekilde sınıflandırmaya devam ederler.

    leibniz kötülük problemine çözüm önerisini "mümkün dünyalar teorisi" adı verilen bir teori ile açıklar. buna göre tanrı mümkün dünyaların en iyisini yaratmıştır. mümkün olanın en iyisini yaratabilmek için bir takım kötülüklere göz yummak zorundadır

    leibniz'de tanrının yaratması augustinus'taki gibi "yoktan yaratma" olmayıp, platonculardaki "var olan maddeden" yaratmaya benzer. ancak leibnizde "madde" değil "monadlar" vardır. tanrı ezeli, sonsuz sayıda ve bölünemeyen monadlar arasından uygun gördüklerini aktifleştirir. yani yaratma, kuvve halindeki ideaları fiil haline geçirmektir. tanrı bu işlemi yaparken sonsuz sayıda alem yaratma olanağına sahiptir. tanrı bu mümkün alemler arasında son derece hassas bir hesap yapmış, bizim anlayamayacağımız kadar çok detayı gözönünde bulundurmuş ve sonunda mümkün olan dünyaların en mükemmelini yaratmaya karar vermiştir. ancak varlıklar eksik şeylerdir, eksiksiz olan tek şey tanrıdır. eğer varlıklar eksiksiz olsalardı onlar da tanrı olurdu. bu yüzden eksikli olan şeylerden yaratılan bir dünyada kötülüğün olması doğaldır. bunun nedeni tanrı değildir, varlıkların eksik ve kusurlarıdır. yani “varlıklar” yetkinliklerini tanrı’dan, yetkinsizliklerini ise sınırsız olmaya gücü yetmeyen kendi tabiatlarından almaktadırlar.

    görüldüğü gibi, leibniz’de bir şey tanrı yarattığı için iyi olmayıp, iyi olduğu için tanrı onu yaratmıştır (bu tartışma için euthyphro ikilemi'ne bakınız). yani iyilik ya da ahlakî olan tanrıdan bağımsız olarak vardır. leibniz "mademki mümkün dünyaların en iyisinde bile kötülükler olacaktı, o hâlde tanrı bu dünya'yı niye yarattı" şeklindeki bir soruyu kendisine sorar ve varoluşun, varolmayıştan daha iyi olduğu cevabını verir. leibniz'e göre tanrı, bu dünya'yı yaratmak zorunda değildi, ama eğer yaratmasaydı hiçbir şey var olmayacaktı. yaratırken, bütün monadlar varolmak için yarışa girdikleri için en iyisini bulmak şeklinde bir ahlakî zorunluluk altındadır.

    leibniz’e göre, evren'in düzenini biraz anlayabilseydik, onun en bilge insanların istediklerini bile geçtiğini, onu olduğundan daha iyi kılmanın imkânı olmadığını görürdük. ayrıca ona göre hiç kötülük olmayan evren'in yaratıcısına inanmak ve o’nu sevmek her kişinin harcıdır. önemli olan kötülüklerle birlikte tanrı’yı sevmektir.

    schopenhauer da hocası olan kant gibi kötülük probleminin teodise girişimi ile çözülemeyeceğini ilan eder. çünkü ona göre her an, her yerde maruz kaldığımız bu problemin kökten bir çözümü mevcut değildir. bu problemi teodise ile açıklamak bizi bir adım ileriye götürmemektedir. çünkü var olan kötülüğün bir tanrı tarafından yapıldığını ya da yapılmadığını formüle etmek, kötülüğün varolmasını engellememektedir der. schopenhauer teodise ile çözülemeyeceğini düşündüğü kötülük probleminin asla tam olarak ortadan kaldırılamayacağını, ancak yaşama isteğinin yönlendirmesiyle ona tahammül edileceğini ve bu tahammülün ise sanat, ahlak ve sevgi yoluyla olacağını söyler.

    schopenhauer ile birlikte kötülük problemi başlangıçtaki ele alınış biçiminden kopmaya başlar. başlangıçta sorun "kötülük" ile "tanrı" arasındaki bir sorun iken giderek "kötülük" ile tek tek insanlar arasında bir sorun haline gelmeye başlar. schopenhauer, kierkegaard ve nietzsche için artık sorun kötünün varlığını, nedenini ve kaynağını açıklamak, yeni bir çözüm göstermek haline gelmiştir. 19. yüzyılda nietsche ve kierkegaard'ın uğraştığı nihilizm biçim değiştiren bu sorunu çözümleyebilmek için yapılmış bir girişim gibidir. nietsche bu girişimi şöyle açıklar:

    nihilismin ön şekli pesimizmdir. pesimizm, mantığın gücüyle zıtlıkları ortaya koyar; bir gerginlik durumu yaratır. yüksek değerlerin altında bir ahlak sistemi bulundukça ve sistem geçersizleştikçe değerler hayatı yönetecekleri yerde, ondan yüz çevirmeye başlarlar; pesimizmin gerginlik durumu nihilismi, değerlerin kökten reddedilişini hazırlar
  • (4. bölüm)

    teist cenahtan kötülük problemi ve teodise ile uğraşanların ilk yaklaşımı, kötülüğün varlığını ve mahiyetini sorgulamak olmuştur. bu noktada da ilk etapta, aziz kardeşimiz augustinus karşımıza çıkıyor.

    aziz augustinus, (kendisine bundan sonra agustin diyeceğim) ilk iş olarak kötülüğün ontolojisine girişmiştir, ve kötülüğün pozitif bir gerçekliğinin var olmadığını iddia etmiştir. buna göre, kötülüğün kendi başına bir varlığı yoktur, kötülük adem-i iyiliktir, iyiliğin yokluğudur. (bu düşüncenin, hristiyan ve islam teodisesinin ana ekseni haline geldiği söylenebilir, aynı görüşle daha sonra farabi ve ibn-i sina'da da karşılaşacağız.) misal körlük, var olan bir şey değildir, körlükte söz konusu olan, gözün görmemesidir, var olan bir organın işlevini yapmamasıdır. evrendeki bütün kötülükler de bu minvaldendir, mahiyeti gereği iyi olan şeylerin işlevini yapmaması veya yanlış yapması sonucu ortaya çıkar, mesela yağmur iyidir, ama fazla yağarsa sel olur, o zaman kötü olur.

    agustin kardeşimiz evrenin mahiyetinde kötülük diye bir şey olmadığı düşüncesinden yola çıkar, bu işin ucu kusursuzluğa kadar gider, ve orda da temel çelişkiler baş gösterir. agustin özgür irade meselesine fazlaca ağırlık verir, öyle ki, doğal afetler de, insanların günahlarının neticesidir, yani bu noktada agustin tabii kötülük ile ahlaki kötülüğü bir nevi cem etmektedir, ki bu görüş de teistik cenahtan pek çok eleştiriye hedef olacaktır. agustin felsefesinde bir diğer ağırlık noktası da, ilk günah etrafında şekillenir, olay bundan sonra kopar. dediğim gibi, agustin teolojisi, genel olarak teodisenin bel kemiğini oluşturmakla birlikte, yine teistik çerçeve içinde pek çok eleştiriye hedeftir, misal yaratılış itibariyle iyi olan ve iyi bir çevrede olan bir varlık, niye ve nasıl kötülüğe düşmüştür? çağdaş din felsefecisi john hick de bunu söyler, agustin'in yaklaşımı insanın niçin günaha düştüğüne açıklık getirememektedir, ve bundan dolayı tanrının sorumlu tutulamayacağı hususunda da ikna edici değildir.

    özgür irade mevzusu, kötülük probleminin en temel düğüm noktalarından biridir, buna da sonra girmeyi planlıyorum. şimdilik, çeşitli itikadi çizgilerin yaklaşımından kısaca bahsedelim. islam kelamında temel çatışma alanı, insanın iradesinin özgürlüğü ve kader meselesidir, bu çatışmalar da özellikle dört halife döneminde müslümanlar arasında meydana gelen çatışmalardan tetiklenmiştir, buna da bir ara gireriz inşallah. yazdıkça, değinilmesi gereken şeyler katlanarak artıyor, bakalım ne olacak.

    islam kelamının kurucu itikadi çizgisi olduğu kabul edilen mutezile, kaderi reddetme noktasına gelip, insanın iradesinin tamamen özgürlüğüne vurgu yapmış, bütün kötülükleri de insana atfetmiştir, allah sadece hayrın zeminidir. akıl-vahiy ikileminde de, akla daha çok öncelik atfetmiştir. mutezilenin karşı kutbunu oluşturan cebriye mezhebi ise, iradenin özgürlüğünü tamamen reddetmiş, insanın bütünüyle kadere tabi olduğunu savunmuş, tevhid inancı gereği böyle kabul edilmesi gerektiğini iddia etmiştir. eğer insana bir irade ve kudret atfedilirse, allah'ın kudretinin sonsuz olduğundan bahsedilemez, çünkü bu kudretin taalluk edemediği bir alan açılmış olur, kudretin sonsuzluğu ve birliği zedelenmiş olur, bu da zındıklık olur. (cebriye oldukça ilginç bir mezheptir, her türlü heterodoks akım gibi, şiddetle bastırılmış, bütün savunucuları öldürülmüştür.) bu iki karşı tutumun ortasında bir yer tutunmaya çalışan, kader ve özgür iradeyi bağdaştırmaya çalışan ehli sünnet ise, maturidilik ve eşarilik şeklinde iki ana itikadi mezhebe ayrılmıştır. maturidi, kaderin varlığının, hayrı ve şerri yaratanın allah olmasının, insanın iradesinin üzerinde bir tahakküme yol açmayacağını savunmuştur, evet şerri yaratan allah'tır, ancak insan onu isteyerek ihtiyar eder. yani insan kötülüğü isterse, allah da onu yaratır. fiili isteyen ve irade eden insandır, yaratan allah'tır. eşari ise, kadere biraz daha ağırlık vermiş, hafiften cebriyeye kaymıştır, insanın kudret ve iradesinin fiile bir etkisinin bulunmadığını söyler, ancak insan o fiile bir nevi meylederek fiili kesbeder, kazanır. yani insanın sorumluluğunu o da reddetmez, ancak bu yaklaşımın sonunun kaçınılmaz olarak cebriyeye meyledeceği ithamıyla karşılaşmıştır. bu mevzulara, imkan olursa daha detaylı bir şekilde tekrar değinmek üzere şimdilik bir kenara koyalım ve kötülük problemine dönelim.

    kötülüğün reel varlığını inkar etme tutumuna, islam felsefesinde farabi'de rastlıyoruz. o da kainatta, allah'ın kurduğu düzende bir adaletsizlik olmayacağını söyler, kötülüğün varlığını nisbi bir konuma düşürür. ve sorunu maddenin üzerine yıkar, ona göre, madde yapısı gereği kusurlu ve eksik olduğu için, (buradan leibniz'in metafizik kötülük kavramına çizgi çekilebilir) ilahi nizamı tam olarak yansıtamaz. (bu arada, kötülüğün varlığının maddede mi yoksa madde dışında mı aranması gerektiği mevzusu da çok geniş bir tartışmadır, platon'a ve daha öncesine gider, (platon ve öncesinde genel görüş kötülüğün maddede değil madde dışında aranmasıdır, misal kötü ruhlar filan) ama platon sonrası, plotinüs ve arkasından gelen kimi cenah kötülüğü maddeye atfeder.) açıkta parantez bırakmadık di mi? hatta ahlaki kötülük de bir noktada yine buraya bağlanabilir, insan da bedensel olarak maddi bir varlık olduğu için maddenin tabi olduğu kusurlara maruzdur. aynı yaklaşım ibn-i sina'da da baş gösterir. nihayetinde, alemde aslolan iyiliktir, kötülük arızidir.

    gazali de buradan yola çıkar ve işi biraz daha ileri götürür: ona göre, bu dünya, yaratılması mümkün dünyalar arasında en iyisi, en güzeli, en mükemmelidir. tanrı, olabilecek en iyi dünyayı yaratmıştır, ki zatı gereği böyle yapacaktır, mutlak iyiden beklenebilecek olan da budur. bu görüşün aynısını, leibniz de benimser, gazali'nin batı felsefesindeki izdüşümü olarak karşımıza çıkar. o da, tanrı'nın en iyi, en doğru yolu seçeceğini, dolayısıyla yarattığı dünyanın da yaratılabilecekler arasında en iyisi olması gerektiğini söyler.

    bu iddia, fazlasıyla tartışmaya gebedir. nitekim teistik cenah içinden de pek çok eleştiri almıştır. veya islam coğrafyasından çıkan kimi zındıklar bu iddiaya ateş püskürmüştür. schopenhauer da bu iddiaya bir siktir çeker, bu dünyanın olabilecek en kötü, en boktan dünya olduğunu söyler, öyle ki, eğer daha kötü olsaydı, var olamayacaktır, yani sınırda durmaktadır. daha önce de bahsettiğim, bogomiller ve catharlar (tapınak şövalyeleriyle yakın ilişkileri vardır) ve bunların islam coğrafyasında paralelleri gibi ezoterik, okültist, batıni inançların temelinde de kötümserlik vardır.

    bu noktada, olaya bakışımızda iyimserlik ve kötümserliğin genel bir duruş olarak etkisi de ayrıca tartışmaya açılabilir, buna şimdilik girmeyelim. ''mümkün dünyaların en iyisi'' teodisesine yönelik teistik cenahtan gelen temel bir eleştiri, bu görüşün tanrı'nın kudretini sınırladığı düşüncesidir. buna göre, bu dünyanın tanrı'nın yaratabileceği en iyi dünya olduğunu söylemek, tek kelimeyle tanrı'ya hakarettir, tanrı'nın kudretini aşağılamaktır. yani yine daha önce dediğim gibi, probleme cevap verilirken tanrının sıfatlarını kesip biçmemek, kudret ve iyilik sıfatlarından taviz vermemek gerekmektedir, bu sıfatlardan taviz verildikten sonra sorunun ve cevabın pek bir anlamı kalmamaktadır.

    kötülüğün reel varlığını reddetme tutumu da pek saygıdeğer bir tutum olarak görülmemiştir, halihazırda pek paylaşılan bir pozisyon da değildir. bu noktada, ateist bir eleştiriye girişmeye bile gerek yoktur, pek çok din felsefecisinin de kabul ettiği gibi, bu tutum, yani kötülüğün ontolojik zeminini, varlığını reddetmek, probleme bir cevap vermek değildir, bilakis problemden kaçmaktır. problemle yüzleşmekten kaçınmaktır.
  • badi entry'si sayesinde tekrar alevlendiğini fark ettiğim tartışma konusu. ne yazık ki tümünü okumaya ne vaktim ne de, doğrusunu söylemek gerekirse, isteğim var (sözlük'ten soğumuş olmakla ilgili bir şey, kimse üstüne alınmasın).

    gözüme şu cümle takıldı, oradan giriyorum konuya (sesli düşünüyor gibi yazacağım, karışık olabilir):

    "inançsızların inanmasını sağlar... kötülük problemiyle karşılaşınca, önce tanrı'nn varlığına inanırlar, bu problemi onunla ilişkilendirirler, sonra da onu bir güzel negation eyleyip "tanrısız bir iyilik" dileklerini sunarlar... "

    şahsım adına cevap vereyim (zaten yazılmış olan şeyleri tekrarlıyorsam, affola): ben kötülük problemini asla ve asla tanrı'nın varlığı veya yokluğu ile ilişkilendirmiyorum. kötülük problemi "tanrı var mı, yok mu?" sorusu için geçerli bir cevap içermez. ama "günümüz dindarlarının tahayyül ettiği kadar rahman ve rahim bir tanrı var mı, yok mu?" sorusu için ipuçları içerdiği kesin.

    ben kendimi ateist olarak görüyor, ama tanrı'nın var olma ihtimalini inkar etmiyorum. hayır, agnostizm değil bu. bir taraftan bir yokluğun yokluğunu ispat etmenin imkansızlığını benimseyen, diğer taraftan herhangi bir temeli olmayan bir sanrıyı hayat felsefesine dahil etmeyi gerekli bulmayan bir ateizm benimkisi. kabaca.

    yani, hayat felsefemde tanrı'ya yer yok, ama tanrı var olabilir de. ve, eğer varsa, tanrı'nın rahman ve rahmin olması gerektiğine inanmıyorum. tanrı'nın öyle bir zorunluluğu yok. tanrı canı isterse efendi adam yerine piçin önde gideni olabilir, kimse de bir şey diyemez. tanrı bu yüzden tanrıdır. hatta, belki tanrı bile değildir. belki de bizim tanrı bildiğimiz güç, aşırı gelişmiş bir zekaya sahip, insanları birer karınca olarak gören dünyadışı bir varlıktır. hangimiz çocukluğumuzda ayaklarımızın dibinde gezen karıncalarla oynamadık, birkaçını suda boğmadık ki? insanların canı can da, karıncalarınkisi değil mi? değil işte. karıncaların canı bizim gözümüzde can değil. karıncalar öldüğünde yas tutmuyoruz. veya karınca öldüreni cezalandırmıyoruz, toplumdan dışlamıyoruz. e o halde tanrı neden insanlar için yas tutsun ki?

    yok, bu son bölümü beğenmedim. son birkaç cümleyi unutun, "tanrı bu yüzden tanrıdır" cümlesinden devam ediyorum...

    epikouros'un (veya david hume'ün) sorusuna tekrar göz atalım:

    "tanrı kötülüğün önünü almak istiyor ama buna gücü yetmiyor mu? o zaman kadiri mutlak değil demektir. gücü yetiyor ama yapmak istemiyor mu? o zaman kötü niyetli demektir. hem gücü yetiyor hem de yapmak istiyor mu? o zaman kötülük nereden geliyor? hem gücü yetmiyor hem de yapmak istemiyor mu? o zaman ona neden tanrı diyelim ki?"

    epikouros da aynı şeyi diyor: tanrı varsa, kötü niyetlidir. ama bence epikouros'un sözü yeterince sağlam değil. bir süre ünce bu konuyu biriyle tartışığımda ben bu sözü aşağı yukarı şu şekilde değiştirmiştim:

    "tanrı insanların cehenneme gitmelerini önlemek istiyor ama buna gücü yetmiyor mu? o zaman kadiri mutlak değil demektir. gücü yetiyor ama yapmak istemiyor mu? o zaman piçin önde gideni demektir. hem gücü yetiyor hem de yapmak istiyor mu? o zaman cehennemlik insanlar nereden geliyor? hem gücü yetmiyor hem de yapmak istemiyor mu? o zaman ona neden tanrı (rahman ve rahim) diyelim ki?"

    yani benim için zurnanın zırt dediği yer bu dünyada tanık olduğumuz kötülükler değil. dindarlar bunu yine bir şekilde mantıklaştırabiliyorlar (kendilerince). yani ben kötülük problemiyle insanların kötülüklerini büyüteç altına almak istemiyorum - tanrı'nın kendi kötülüğünü büyüteç altına alıyorum. eğer dindarların tahayyül ettiği bir tanrı varsa, cehennem de var. yani sonsuz işkence var. derimizin yakıldıkça yenilenmesi, yenilendikçe yakılması var. ve dindar insan isterse bunu da mantıklaştırabilir. "kötülük yapan insan elbette cezalandırılmalıdır, kötülüğü yanına kar mı kalsın?" şeklinde. ama dindar insan şunu mantıklaştıramaz: "tanrı isterse, kötülük yapacak insanın kötülük yapmasını önleyebilir ve sonuçta onun cehennemi boylamasını da önleyebilir". dikkat: "tanrı, bir insanın bir başka insana kötülük yapmasını önleyebilir" (kötülük probleminin klasik ele alınış biçimi) demiyorum. "tanrı, bir insanın kendisini cehennemlik yapacak, yani kendisini sonsuz işkenceye maruz bırakacak kötülüğü yapmasını önleyebilir" diyorum.

    ama önlemiyor. insanı yaratıyor, insanın tüm vasıflarını da yaratıyor, insanların cehennemlik vasıflarını da yaratıyor, cehennemi de yaratıyor. işte bu yüzden, eğer varsa, tanrı merhametsizdir, despottur, faşisttir. bu dünya da, christopher hitchens'ın tabiriyle, onun kuzey kore'sidir. kuzey kore'den yine bir kaçış yolu var (ölüm). cehennemden yok. ölüm bile yok.

    ...

    ----
    sesli düşündüm, karışık bir yazı oldu. sandığımdan çok daha uzun bir yazı oldu. iyi geceler.
hesabın var mı? giriş yap