• radiohead'in son 10 yılda alternatif müzik dünyasına kazandırdığı şeyler öylesine önemli ve yenilikçi ki, grup bugünden itibaren tek bir şarkı dahi kaydetmeden uzun yıllar ayakta kalabilir ve sevenlerince ilelebet olumlu anılabilir. hal böyle olunca, yedinci stüdyo albümleri "in rainbows"un umduğumdan da iyi çıktığını belirterek başlamalıyım yazıya. içinde hiç boş şarkı yok; 10 şarkıdan 8'i ortalamanın çok üzerinde, 2'si ise ortalama kalibrede. ve bu haliyle albüm çok iyi bir notu hak ediyor. (züppe bir pitchfork yazarı olsaydım burada 9.1 gibi küsüratlı bir puan verip şeklimi koymuştum)

    açılıştaki 15 step'in ilk vuruşlarının, beğenmediğim kısımları beğendiklerimden daha fazla olan amnesiac'ı, hatta albümün açılış şarkısı packt like sardines in a crushd tin box* anımsatması sebebiyle biraz bozulur gibi olan moralim, şarkının içine girdikçe yükseldi. hail to the thief'te sırıtmadan yer alabilir ve albümün iyi şarkıları arasına girerdi bu. bundan bir sonraki bodysnatchers ise, tuhaf gelecek ama, bazen punk, bazen de blues gibi bir şey. nude albümdeki şarkılar arasında en eskisi. bir zamanlar adı "nude (big ideas)" olan ve yanlış bilmiyorsam en az 10 yıllık olan bu şarkı, thom yorke'un şarkıyı söyleyiş stiliyle olsun, back vokalleriyle ve enstrümantasyonuyla olsun, exit music for a film'e aşırı derecede benziyor. "exit music"in kayıp kuzeni diyebiliriz kendisi için, ki zaten şarkı ok computer dönemi besteleri arasında. ancak "exit music"e olan benzerliğinin rahatsız edici olduğunu söylemek mümkün değil, zira iki şarkı da hipnotik havada, melankolik/karamsar ama cici çalışmalar neticede. weird fishes/arpeggi'nin son halini albümü edinmeden bir süre önce dinlemiş ve çok sevmiştim, ancak şu anda, belki de diğer 'daha yeni' oyuncakları keşfetmiş olmanın da mutluluğuyla, ikinci plana atmış durumdayım kendisini. 5 ve 6 numaralı şarkılar all i need ve faust arp albümün en zayıf iki halkası. ikisi de kötü şarkılar değiller, ancak diğer 8 besteye kıyasla daha geride kalmış çalışmalar. eh, divina'ya da söylediğim gibi, bundan yıllar sonra "all i need diye bir şarkı var, hatırlar mısın" diye sorduklarında, aklıma air'ın şarkısı gelecektir, radiohead'inki değil.

    albümün en iyi kısmı, yaylılarla bezenmiş iki dakikalık bir parça olan "faust arp"tan sonra başlıyor. kalan 4 şarkı, "nude" ile birlikte albümün en iyi 5 şarkısı arasında bence. önce let down'vari reckoner* geliyor. ardından da, albümün en iyisi olduğuna inandığım house of cards. (taslak: stop whispering'in upgrade edilmiş hali olabilir mi? belki) dylan'dan* etkilenmiş olabilir gibi gözüken sözlerle başlıyor şarkı: "i don't wanna be your friend / i just wanna be your lover." yorke'un bono'vari bir vokal ile söylediği ve ok computer'ın içinden kopmuş gibi duran bu şarkının yarattığı atmosfer ile gökkuşağının içine* tamamen giriyorsunuz. albümün duygusal zirvesi. (subjektif fikir: şarkı hakikaten gökkuşağını getiriyor akla; ismi rainbow da olabilirmiş rahatlıkla) jigsaw falling into place tüm albüm boyunca radiohead'in bir grup* olarak en başarılı ve kolektif* görüntüyü çizdiği şarkı. albümdeki en rock&roll şarkı bu. finalde piyano ağırlıklı videotape var. yeterli kasveti vermeyi başararak doğru bir şekilde bitirmeyi başarıyor albümü.

    genel olarak "amnesiac"tan da "hail to the thief"ten de daha başarılı bir çalışma olduğunu düşünüyorum "in rainbows"un. en büyük eksiği, diğerlerinin arasından sıyrılarak albümü sürükleyecek muhteşemlikte bir şarkı barındırmaması. bir fake plastic trees, paranoid android, there there veya pyramid song yok yani içinde. ancak hatırlayalım: son mükemmel radiohead albümü kid a'de de böyle bir şarkı yoktu. ayrıca bu bir bakıma avantaj da olabilir; zira tüm şarkılar yeterince iyiler ve birbirine yakın kalitedeler.
  • jay z'nin "helalinden 50$ verdim" dediği albüm. "peki bu bilgi gerçek hayatta ne işime yarayacak?" diye soranları da öpüyormuş köfte dudaklarıyla sdklfjsdklf.

    bir de işin magazini bir yana; adamlar "sana kalmış" demiş, derdiyse millete düşmüş, 0 paunt verenlere "beleşçi" sıfatı uygun görülmüş. söylenmesi gereken ilk şey, bunun kimseyi ilgilendirmediği. 100 paunt veren radiohead'i daha çok desteklemiyor, daha çok sevmiyor; bir suistimal söz konusu değil. tanıdık tanımadık "sen kaç para verdin?" diye soruyor hala, buradan cevaplayayım: bedavaya indirdim. boxset yeterince belimi büktü.

    kaldı ki ciddi türkçe içerikli sitelerimizde de "radiohead para kazanamadı" filan yazılıyor. pardon, radiohead "albümün fiyatını dinleyicilere bırakarak daha çok kazanmayı umuyoruz" mu dedi de ben kaçırdım? hayır. lily allen'ı da kızdırdığı gibi gerçekten radiohead her bir üyesi milyonlarca paunda sahip bir grup. ki bu bile kınanıyor gördüğümüz kadarıyla. 15 yıldır piyasadaki orijinal bir müzik markası için normal değil mi milyonlarca paunda sahip olmaları? yeterince bağışta bulunuyor, yardım kampanyalarına destek oluyorlar; kalanı da çöpe mi atmalılardı? kazanacaklar tabii ki. başkaldırmayı düşünüyorsan, mutlak gücün, yani paran da olacak elbette. "albümü bedava dağıttılar ama konserlerden çıkarır onlar" deniyor. bir konser için radiohead'i kaç tırın takip ettiğini, hangi donanımla çıktıklarını biliyor muyuz? ekibin kaç kişi olduğunu? izlerken mest eden o dev perdelerin, projektörlerin zembille gökten indiğini mi sanıyoruz acaba? elbette pahalı olacak. kargo'yu izlemiyorsunuz.

    entry girmişken birkaç gündür aklımda olan başka şeyleri de yazayım: in rainbows, radiohead'in günah çıkardığı albümü. boğacak kadar derin değil. neşelendirecek kadar yüzeysel. bu zamana kadar ne denli üzdüklerini anladıkları andır bu albüm. bugüne kadarkiler için belki pişmanlar, belki değiller ama; daha fazlasına gönüllerinin el vermediği ortada. kimsesiz videotape bunun ufak bir işareti; bu durumun bir seçim olduğunun ispatı. 2 videotape daha olsaydı, eminim kalbim kırılırdı.

    hüznüyle ümit veren radiohead olunca yadırgansa da, neticede in rainbows insanın kendini iyi hissetmesini sağlayan bir albüm. radiohead tarihi açısından en ayırt edici özelliği de bu sanırım. one for yes.
  • şimdi gitsek koysa bu parçaları önümüze ve "temiz mi bunlar hayri?" diye sorsak, "yeni doğmuş bi' orospu çocuğu kadar diyorum ya" der. yalan da olmaz. radiohead de hayri'nin nohut pilav tezgahına benziyor zaten.

    in rainbows, radiohead'in en göreceli albümü. bunu kabul etmek lazım her şeyden önce. birileriyle albüm hakkında fikir alışverişinde bulunacaksanız, sık sık "haklısın tabii" kalıbını kullanacağınızı baştan kabul etmeniz gerekiyor. arada "yok artık" dedirten insanlar çıksa da genelde getirilen eleştirilere karşı savunulamayan bir albüm. hail to the thief gibi bir derinliği, algıda zorlanma yaratıp "yanlış anlaşılacak" bir yapısı yok. maalesef hatta.

    last.fm benim için bir kriter değil fakat istatistik açısından rakipsiz bir müzik sitesi ve in rainbows'u özetlemek adına güzel bir ayrıntı yakaladım. ilk iki haftasında ilk 10'da in rainbows şarkıları var beklendiği üzre. haftaların dinleyici sayıları da neredeyse aynı, 119.000 kişi dinlemiş radiohead. gel gelelim in rainbows'un çıktığı ilk haftadaki dinlenme sayısı 3.3 milyon iken, bu rakam ikinci haftada 2.6 milyona düşmüş. yani insanların dinledikten sonraki "hummmm radiohead bu tabii hemen karar vermemek lazım sindirmek lazım" lafları, "bu ne ya beğenmedim :(" demekten çekinmelerinden kaynaklanmış gibi. tekrar tekrar dinleme istekleri artacağına azalmış.

    bir kere radiohead, evveliyatı olan bir grup. en kötümser yaklaşımla, defalarca saygın müzik dergileri ve komiteleri tarafından yüzyılın albümünü yayınladıkları tasdik edilmiş. yine buraya yazmıştım, gününün sound'unun en iyisini yapmayı değil, gelmeyen yarınları bugünden duyurmayı tercih eden bir grup. albümden beklentisi az olan insanlar ikiye ayrılmıştı: bir grup albümün gerçekten kötü olma sürprizine oynayıp kendileri de inanmasa bile "ben demiştim..." demenin karizmasındaydı, diğer grup da morali bozulmasın diye kendini en kötüsüne hazırlamıştı. çünkü radiohead, dünyanın en iyi grubu. hala da öyle. bu öyle kolay kaybedilebilecek bir ünvan değil. "ha" dedim mi kazanılmadığı gibi in rainbows gibi bir "muamma" ile ya da gerçekten "kötü" olabilecek bir albüm ile kaybetmek de söz konusu değil. birkaç in rainbows'u daha kaldırır hatta. bu nedenle tartışılması gereken radiohead'in ne yaptığı değil, in rainbows'un ne olduğu olmalı.

    bu albüm, grubun çok sıkıntılı günlerinin ardından çıktı. ed o'brien ile thom yorke'un sahnelere taşan kavgaları, ed'in ayrı masada yemek yiyecek kadar olaydan kopması, yine elektronik ağırlıklı bir albüm yapmak isteyen thom yorke'a grup üyelerinin sırt çevirmesi, üretememe paranoyasına düşüp morallerinin göçmesi, nigel'ı dışlamayı göze alacak kadar sıfırlanma arzusu gibi çok ciddi eşiklerden geçtiler, ki bunlar sadece bizim bilebildiklerimiz. bir ara evlere bile dağıldılar, ne yapacaklarına karar versinler diye. yorke, solo albümünü sırf üstündeki stresi atmak için yaptı. üstünde o "dünyanın en iyi grubu" ağırlığı olmadan kendi sorumluluğunda kendisini bağlayan bir şey olsun, radiohead markasına bir şey sıçramasın diye yaptı. bu adamlar işlerini çok ciddiye alıyorlar. ve ilginçtir ki dünyanın en iyi grubunun elemanlarının hiçbirinin mesleği müzisyenlik değil. yaptıkları şey müzisyenlik. sırf bu nedenlerle radiohead'in geçmişine baktığımızda in rainbows'un kötü bir albüm olmadığını söyleyebiliriz. dinlediğimizde de bildiğimiz müzik (yediğimiz tavuk gibi) kriterlerinde üstün olduğu gerçek.

    radiohead'in köklere döndüğü bir albüm bu. pablo honey'ye the bends'e döndüğü değil ama, "köklere döndüğü". sound'u sadeleştirdiği, en çiğ haliyle bırakmayı tercih ettiği. in rainbows'daki parçaların, "beklediğimiz radiohead"in 7. stüdyo albümünün demo hallerinin elden geçmesi diyebiliriz. sanıyorum ki burada gördüğüm birçok kişiden iyi takip ediyorum bu grubu. albüm çıktığında hatırlayıp "vov" demiyorum. o nedenle yeterince işlenmemiş parçalardan oluştuğunun aşikar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. there there'in demosunu albüme koymak gibi bir şey olmuş yaptıkları. grubu tanımakla alakalı yani. bu noktada biraz çaresizlik olduğunu söyleyebilirim. thom yorke'a uysaydı grup, eminim ki dibimizi düşürecek yeni bir kid a vakasıyla karşı karşıya kalacaktık. bodysnatchers misal şu haliyle harika bir parça. bu bizim beklediğimiz gibi olsaydı, çok daha yavaş çalınırdı, gitarlar sağlı sollu hipnotize ederdi üst üste defalarca çalınıp, thom'un sesi ekoda boğulur ve aşağıdan belli belirsiz bir ritimle kendimizi sallanırken bulurduk. zira ne dedim, şu haliyle de harika bir parça, radiohead'i bütünüyle hissettiriyor. "deli" bir yapıt yani. bu noktada tekrarlamak gerekli; radiohead kendini köklere döndürdü. avant garde da olsa bir "rock grubu" olarak döndü. "e ne fark var ki?" diye sorarsanız, aslında büyük bir fark olduğunu söyleyebilirim. eskiden radiohead eşsiz ve yeri dolmayacak bir konumda iken, bugün midlake'i ciddi bir veliaht olarak görüyorum alişan gibi. midnight juggernauts da sapıtabilir. travis morrison iki gün sonra akıllı uslu bir adam olmaya karar verebilir. nigel godrich radiohead dağılınca bütün ilgisini beck'e yoğunlaştırabilir. daha zebille potansiyel var. radiohead tabii ki hala kendine has bir grup. sırf thom yorke'un eşsiz vokali, jonny'nin gitar tonu bunu sağlamaya yeterli. esas bu yüzden büyük bir grup işte radiohead. fakat bu sefer gününün sound'unu aşmayı tercih etti. şaşırtan da bu oldu.

    sanırım ok computer'dan 10 yıl sonra çıkması, iki albümün adının da 10 harfli olması gibi diğer "10" temalı donelerin de etkisiyle "albüm süpper yaaa" diyenler de oldukça fazla. kid a ile yaşanan şokun ters yönde in rainbows ile yaşandığını sanıyorlar. velhasıl bunun gerçek olması için 15 step'in, en az bir airbag gibi, bir eiirp gibi ve belki de in rainbows'un tamamını göz önüne aldığımızda en uygunu olan 2+2=5 gibi adamı tokatlaması, çığır açması gerekiyor. bunu yapamadıkça, bu iddianın doğruluğu söz konusu olamaz. 15 step'ten bu duyguyu alan varsa da (dikkat - şarkı iyi/kötü değil), biraz ukalalık yapıp radiohead'i tam kavrayamamış demek çok da yanlış olmaz. bugün airbag'i dinlediğimde ilk saniyeden o muazzam gitar sesiyle kanım donuyor. eiirp'i açtığımda ruhumun emildiğini hissediyorum. mesela packt like sardines in a crushd tin box'ın ilk 35 saniyesinde özetlidir bütün radiohead.

    15 step demişken, bir röportajını hatırlıyorum da thom'un, "bir ritim çalışmamızda tesadüfen bulduk bunu" demişti. bu önemli, sırf buldukları gibi işlemeden bıraktıkları için değil. radiohead müziği temelde ritimlere dayanır. thom'u sık sık elinde bagetlerle davul başında görebiliriz. dinlerken ne kadar ön plandaymış gibi dursa da aslında gitarlar melodiler vokaller sonra gelir. there there sözün bittiği yerdir misal. morning bell bu yüzden bir başyapıttır. airbag, paranoid android, i might be wrong, backdrifts, planet telex akla ilk gelenler diskografiye bakmadan. albüm ritim açısından acayip zayıf. davullar bekleneni veremiyor. ed ile jonny elini bu işlerden çekince phil çok yalnız kalmış. doyuramıyor. ve değinmeden geçemeyeceğim: tamam pozitif bir albüm yapmışlar eyvallah iyi geldi de, "yupiiiiii" diye bağıran çocuklar* var şarkıda be birader. güçsüzleştirilmiş de olsa aşina olduğumuz atmosferik efektler olmasa, thom sustuğunda radiohead dinlediğini unutur insan. bağnazlık yaptığım sanılmasın, yenilikleriyle sevdim bu grubu ama; bir tınısı vardı radiohead'in kendine has, bırakılması en çok koyan o oldu.

    albümün, milletin 160 kbps bitrate ile dağıtılından kaynaklandığını sandığı bir sorun da basitleştirilen sound zaten. artık hakikaten aşina olduğumuz efektler çok cılız bırakılmış. görkemli halleriyle arkadan insanı kemirmelerine alışmışken, bu batan yapılarıyla ön plana çıkarılmış ve şarkıların birçoğu üstlerine yıkılmış. thom yorke, the eraser'ı kaydederken utandığını söylemişti. sebep olarak da nigel godrich'in, sesini ekolara boğmayıp olduğu gibi bırakmasının, kendisini çıplak hissetmesine neden olduğunu belirtmişti. in rainbows'a baktığımızda thom'un bir radiohead albümünü böyle release edebilecek bir adam halini aldığını görüyoruz. bunlar kulağa kolay gelse de enteresan şeyler. videotape'in konserlerde kat kat güzel versiyonları (http://meyvesinekleri.org/ekstralar/videotape.html) çalınmışken albüme bunu koymalarına anlam veremiyorum. mantığını göremiyorum yani. çok numarası olan bir albüm değil açıkçası. ok computer'la değil ama bir önceki albümle kıyaslarım ben ve hail to the thief'e bir kez daha tapmakla özetlerim sonucu. zaten ikinci cd dediğimiz de bonus cd. "onu da dinlemek lazım" falan demeye gerek yok. hepsini dinledim biliyorum. hem ilk cd'den anladık ki konserdeki hallerini koyuyorlar. yorumlar da belli üç aşağı beş yukarı, pek değişik bir şey yok zaten. down is the new up için "günlerdir çıkı çıkı bum diye dolaştıran harika şarkı" yazılacak, go slowly radiohead'in en hüzünlü parçalarından biri olacak bol üç noktalı cümleler kurulacak ve videotape ile yakıştırılacak, last flowers da nude ile. "ben bunu 2384234 yıldır biliyordum albümde süper olmuş" bikbik falan denecek. up on the ladder ikinci cd'nin agresif çocuğu olacak bodysnatchers gibi. bangers and mash çoak eğlenceli dans ettirecek deli bir parça. 4 minutes warning radiohead'e yakışır manalı bir kapanış falan felan... insanların yeni bir şey söyleyememe kabızlığından değil (en azından tamamen) radiohead'in kestirilebilir olmasıyla alakalı bu öngörülerim sanırım. böyle bir grup değildi. çok şey bekleyebileceğimiz bir gruptu.

    alışkın olduğumuz gibi thom'un yönetiminde müzik icat eden radiohead yerine, thom'un egosunun bastırılıp tekrar gruba karıştığı, radiohead'in tam bir grup olarak takıldığı, thom'un yeni bestesiyle gelip "eet colin sen böyle devam et güzel. phil daha yumuşak. eet güzel." demediği, herkesin istediğini yapıp ortak noktalarda buluştuğu, grup ruhuna sahip bir albüm. ed o'brien yıllar sonra "gitarıyla" ön planda. aslanlar gibi çalmış. geri vokallerin birçoğunu da thom o'na bırakmış ki konser dışında yapmaz pek. jonny greenwood, hail to the thief konserlerinde bilimum şarkıda denediği numaralarını albümün tamamına doldurmuş resmen. böyle gitarlı bir albümde kendinden beklenmeyecek kadar minimalist takılmış. konserlerde kendi isteği dışında da çok geri planda kalan phil selway de üstündeki ezikliği atmış, 10 yıl sonra çatır çutur davul çalar olmuş. colin greenwood ise virtüözitesini konuşturmuş resmen. hakikaten söylenecek söz yok o'na. thom yorke'a gelince, bildiğin deli işte. çıkmış yapmış yine hayvan gibi vokallerini. dilediği gibi inlemiş, sıkılınca bağırmış çağırmış. eldeki doneler in rainbows'un radiohead'in son albümü gibi durduğunu gösteriyor maalesef. bu açıdan radiohead'i tekrar grup olarak görmek ve dinlemek, albümün en duygusal yönü. 40'lı yaşlar civarındaki bu adamlar yalnız gitarlarını çıkarmakla kalmadı, gitarları çıkarma isteği de yarattı. albümü internetten bedavaya dağıtmaları, bağımsız kalmaları, olabilecek en düz sound ile dönmeleri, grup ruhunu alevlendirmeleri bu konseptin birer parçası gibi duruyor. en doğrusu in rainbows'a bir misyon albümü olarak bakmaktır belki de.

    değerlendirmeden uzak kişisel fikrime gelecek olursak in rainbows hakikaten kötü bir albüm değil. yine beklenmedik fakat bu sefer dumur edici değil. bodysnatchers'ı dinlemeden edemiyorum, jigsaw falling into place ve videotape çok sevdiğim parçalar. arpeggi filan da beklediğim gibi çıkmasa da iyi. zira öyle ayılıp bayılmalık bir şey barındırmadığını kabul etmek lazım. bu hissiyata ancak sağda solda gördüğüm "dinlediğim ilk radiohead albümü bu ve bayıldım süpeeeeeer" diyen ya da bayılmaya meyilli olan arkadaşlar haiz olabilir. radiohead'i tanımayan nesle aşina değilim. this is my way of saying sorry bye.
  • radiohead açısından - tüm albümlerini dönemlerine göre sınıflandırarak masaya yatırdığımızda - 2000'lerin ok computer'ıdır.
  • radiohead'in album fiyatini kendiniz belirleyin fikri ile cok ciddi bir yenilige imza attigi album. maddi olarak zararli gibi gozukmelerine ragmen, wikinomics'e gore bilakis cok daha karli bir is yapmaktadirlar, zira 19.99 euroluk bir albumden sanatciya kalan para yaklasik 72 cent civarindaymis. bu durumda fiyati kendiniz belirleyin yonteminin bile, sanatciya daha fazla para getirecegini kestirmek cok guc olmasa gerek
  • sonbaharın ilk günlerinde sisam'a karşı gün batımında elimizde buz gibi biralarımız, önümüzde çarşaf gibi deniz, en yakın arkadaşımla tek kelime etmeden sonuna kadar dinlediğimiz albüm. etrafta kimse yok, sadece thom yorke bize konser veriyor.

    (bkz: allahım sana geliyorum)

    (bkz: huzur)

    ve tabii ki

    (bkz: reckoner)
  • radiohead'in ustalık eseridir. daha önceki tüm albümlerin ufak ufak izlerini ve o albümlerin verdiği olgunluğu taşır bu albüm.

    sound olarak daha önceki hiçbir radiohead albümüne tam olarak benzemez. bu sound'u en güzel yansıtan şarkı da tabii ki albümün kalbi konumunda bulunan reckoner'dır. müthiş bir şarkı, bir başyapıt. sanki albümdeki tüm şarkılar reckoner'ın içinden çıkmış havasında durur ve bu da albümün ne kadar bütün bir yapıda olduğunun göstergesidir.

    albümde reckoner kadar kayda değer bir başka parça ise bodysnatchers'tır. bu ikisinin dışında jigsaw falling into place, 15 steps, all i need gibi bilindik radiohead güzelliklerinin de ev sahibidir bu albüm. her şarkının üst düzey olduğu bu albümün gizli silahı ise kesinlikle videotape'dir, giderayak vurandır.

    radiohead alışık olmadığımız bir şekilde albümün yanında bir bonus cd daha vermiştir. tabii sözde bonus cd'dir bu. o bölümdeki şarkılar da ilk cd'dekilerden eksik kalmaz. go slowly ve last flowers gibi hüzünlü şarkıları barındırdığı için hayranlar tarafından el üstünde tutulur.

    (bkz: hail to the thief/#45139748) önceki || sonraki (bkz: the king of limbs/#45160133)
  • yakında bir yıl olacak çıkalı ve hala baymadı. inanılmaz bir şey.

    ama değerini bilelim dostlar, bu albümden sonra yeni bir radiohead albümü beklemiyorum ben. yanlış anlaşılmasın, bu ne "son noktaya ulaştı, artık üzerine bir şey konamaz" düşüncesi, ne de "abi radiohead de müziği bıraksın baydı artık yeaa" tarzı bir şey. aslında in rainbows tam bir kapanış albümü, "gidiyoruz biz" diyor sanki. tam perdeler kapanırken çalacak albüm. radiohead'in kısa bir özeti gibi. zaten demişler ya "in rainbows radiohead'in hunky dory'sidir" filan, hakikaten de 45 dakikalık bir radiohead özeti gibi. en deneysel çalışmaları atarsak radiohead'in neredeyse her çağından tatlar var. ama tekrar da değil. sanki böyle ileriki kuşaklara hazırlanmış radiohead brifingi gibi bir şey, işte böyle kaliteli adamlardı, bu tarzlardan geçtiler filan gibi.

    bir de ses mühendisliği açısından aşmış bu albüm. nigel kendini çok geliştirmiş. reckoner'in, 15 step'in, weird fishes/arpeggi'nin temiz arpejlerinden tutun, 15 step'in inanılmaz bass line'ına, down is the new up'ın yaylılarıyla piyanosuyla şov yaptığı aşmış düzenlemesine, kabarcıklarla su altı efekti yaratan tuhaf balıklardan tutun, all i need'de ışığı paylaşmaya çalışan güvenin kanat sesi olarak başlayıp dalgalara dönüşen akıntıya, videotape'in iki vuruş olarak başlayıp sonra yavaş yavaş film makinesinde dönen makaranın ritmine ulaşan o muazzam ses dizisine kadar .. akıl alacak gibi değil.
  • insan bütün albümü beynine download etmek istiyo, calsin orada surekli, o kadar güzel bir albüm.
  • bu gece araba kullanırken dinlenecek albümler listesinde fütursuzca bir numara olmuştur kendisi. o kadar tatlı geldi ki videotape'e ulaşmak için az kalsın yolu yarım saat uzatacaktım.
hesabın var mı? giriş yap