• hayata olması gerektiğinden fazla anlam yüklenmesi sebebiyle gerçekleşen hissetme durumu.

    ne kadar önemsiz ve sıradan olduğumuzu anlamak için basit tarih derslerini hatırlayabiliriz. dünyada pek çok kritik dönem/savaş yaşanmı ama hatırlanan sadece sonuçlar ve bir avuç insandan başkası değil. tarih istanbul'un fethini kaydederken aynı gün hatta aynı saat ölen (muhtemel) binlerce kişiyi görmezden geliyor. bu şanslı(!) azınlıktan ol(a)madığımızı düşünürsek kaçmak ya da yakalamak pek bi anlam ifade etmiyor.
  • hep geleceğin iyi olacağını düşünüp mevcut an'a odaklanmayı düşünmediğimizden dolayı oluşan histir.

    bir gün bir bakarız her şey geride kalmıştır. güzel günlerin geleceğini umut ederek yüzüne bakmadığımız o sıradan günlerin, aslında en güzel günlerimiz olmuş olduğunu ve çok geç kaldığımızı fark ederiz.

    insan işte. az biraz bir hayatı var. tam "evet işte hayatı öğrendim" derken ölüveriyor...

    oysa hayat şu anda, şu entry girerken bir yandan atıştırdığım leblebinin tadında gizlidir ve leblebi bitince o "an" da bitecektir. yerini çay içme zevkine bırakacaktır belki.

    bir hayatımız var, güzel yaşayalım.
  • hayatımın en marjinal hareketi gece balkona çıkmak oluyor. soğuk vuruyor önce yüzüme, sonra bedenimi sarıyor. soğuğu hissediyorum böylece bir anlık olsa da bir his duyumsayabiliyorum. çarpık kentleşme sayesinde etraftaki apartmanları izleyebiliyorum sadece balkonda. zaten nereye baktığımın bir önemi yok bir şey görmüyorum. bakar gibi yapıyorum sadece. bir çeşit rol gibi. yoksa ne görüyorum, ne duyuyorum, ne hissediyorum. hepsi birer rol. gerçi rol birileri için yapılır ben rol yapmıyorum sadece eylemsizlik bile aslında bir eylemken yaşayamamak da yaşamanın bir çeşidi oluyor galiba. sanırım şimdi anladınız balkondayken nereye baktığının bir anlamı olmadığını.

    bir filmde rol kaparsam bir gün 'bu noktaya nasıl geldik biz' deyip uzaklara bakan adamı oynamak isterim. ne kadar ''cool'' ve anlamsız bir soru. nasıl geldiysek geldik sonuç olarak buraya çıktık işte. sebepler umurumda değil. 1-0 olsun bizim olsuncular iyi bilir bunu. 3 puanı aldın mı nasıl oynadığının anlamı kalmaz. ''tarih iyi oynayanları değil kazananları yazar'' diye de ekleme yapabilir miyim filmdeki rolüme? filmlerin ''canı cehenneme adamım''. bizleri kandırmaktan başka bir işe yaradıklarına şahit olan var mı?

    kafam o denli karışık ki içerisinde anlamsızca tonlarca kelime dolaşıyor. hiçbiri bir cümleye dönüşmüyor. sıralı bir düzene girmeyi reddediyorlar. içinde hiçbir düşünce bulunmayan ama tarifsiz bir karışıklığa sahip bir beynimle iyi geçiniyoruz bu aralar. ben onu uyutuyorum o da karşılığında bana hissizlik veriyor. herkes memnun.

    kafa karışıklığım entry'e de bir hayli yansıdı biliyorum. siz okuyun diye yazmıyorum bunları zaten. şikayet etmeye hakkınız yok. bir nevi tarihe not düşüyorum kendimce. bir nevi ruhumu deşiyorum. anlık bir yaşam belirtisi göstersin diye kendime bakıyorum. sizin olmadığı gibi benim de şikayet etmeye hakkım yok. dünyanın geldiği noktada hepimiz bedeller ödüyoruz. o yüzden şikayet etmek şımarıklıktan fazlası değil. hele ki her şeye rağmen bu şartlarda.

    hayatı kaçırmak diyorduk değil mi? daha doğrusu hiç dememiştik ama bu başlığa gelmiştik öyleyse demeliydik.

    zaman akarken bizim de onla birlikte akamamız belki de tüm sorun. ardına bakmadan, dinlenme hayalleri kurmadan, of be neler yaşadık deyip bir soluklanmadan, anı tüm gerçekliğiyle elinde tutarak.. anlıyor musunuz? anı fotoğraf çekerek saklamaktan bahsetmiyorum. sonra o ''an''ı sosyal medya hesabınıza atarak bilgisayar başında beklemekten hiç bahsetmiyorum. koşarken kafanızda bir an önce eve varıp uzanma hayallerinizin olmamasından bahsediyorum.

    beni anladığınızı biliyorum -tabii eğer buraya kadar okuyan varsa- çünkü hepimiz ne kadar farklı olsak da aslında temel konularda aynıyız işte. biliriz neden bahsediyoruz. farklı tecrübelerden geçeriz ama benzer duyguları yaşarız.

    hayatı dibine kadar kaçırdığımı hissediyorum. hiçbir zaman ''hayata bir daha gelmeyeceğiz'' gibi sözler bana çok bir anlam ifade etmemişti. şimdi ise telaştayım sanırım. korkak bir adam olarak hayatı yakalamak için bedel ödemeye cesaretim yok sanırım. insanın ''kendi olması'' için bile bedel ödemesi gerekir. beleşe hiçbir şey yok bu dünyada. o bedeli ödediğimde mutlu olacağımı bildiğim halde bedeli ödeyemiyorum. neden? bilmiyorum.

    şimdi sıkıştım kaldım adeta. hoş eskiden de çok mu farklıydı? hep elimizdeki imkanları küçümsedik veya onları farketmedik. bugün ise mazeretten çok gerçekten elim kolum bağlı olduğunu biliyorum ama geleceğe dair umudum yok değil ama ''kontrolün bende olmadığını'' biliyorum. dibine kadar yalnızlık, bir kuytu köşede büyük zaman dilimleri geçirmek ve daha niceleri... kendimden ve kişisel tecrübelerimi anlatmaktan çok soyutsal bir biçimde durumumu anlatmayı seviyorum. o yüzden şu sözlükte kişisel paylaşımlarım olabildiğince azdır.

    geçen sonbaharda... bir akşamüstü öyle bir yağmur bastırmıştı ki bardaktan boşanırcasına deyimi az kalır. arabalar bile hızlarını kesmek zorundaydı. o yağmura seyyar arabasıyla tavuk pilav satan biri de yakalanmıştı. yazdan yeni çıktığımız o günlerde o ani yağmura üstündeki tişörtle yakalanmıştı ve itmesi gereken tekerlekli bir arabası vardı. o yağmurun altında o arabayı iterken ben onu yine camdan dışarıya bakarken gördüm. şimdi o adam mı daha şanslıydı ben mi? cevabı söylemeyeceğim ama bazı kriterlerinizi gözden geçirin derim ben. sahi beni buraya kadar okuyan oldu mu?
  • ben hayatın içinde miyim?” diye sormadan önce “benim içimde hayat var mı?” diye bi sormak gerek.

    bi insanın içinde hayat yoksa, kendi içindeki hayatı kaybetmiş yahut hiç bulamamışsa; o “kaçırdığını” zannedip üzüldüğü dışarıdaki hayatın ve insanların içine karışsa da yaşayabileceği pek bir şey yoktur. su üzerindeki saman çöpü gibi bi oraya bi buraya savrulur en fazla.
  • linç yeme ihtimalimi göze alarak bu entryi yazmaya karar verdim zira çok az da olsa benim gibi düşünen/hisseden insanlar olduğunu biliyorum ve bu kişilerin başkalarının da kendileri gibi düşünüp/hissettiğini bilmeye ihtiyaçları var.

    şimdi entrye başlamadan önce şöyle bir dipnot düşmek gerekecektir. dün 28 oldum, 28 senelik minnoş hayatımda dahi içinde bulunduğumuz sistemin boğazıma yapışıp bana hafakanlar bastırmadığı zaman dilimleri çok nadirdir. belki 'dünya düzeni hep böyleydi, hep adaletsizdi' diyeceksiniz fakat gün be gün daha da adaletsizleşen bir sistemi ben şuncacık ömrümde dahi hatırlıyor ve biliyorum. diğer entrylerimde ziyadesiyle detaylı bir şekilde anlattığım için bu entryi daha fazla uzatmamak adına örnek vermek istemiyorum ancak ülkedeki ekonomik adaletsizlikten tutun eğitimdeki adaletsizliklere kadar, iliklerime kadar bıktım. hayata sıfırdan başlayan insanların başarı öykülerini dinleterek uyutulmuş ve daha çok çalışmaya odaklanmışız, belki de eskiden bu başarılabiliyorken artık daha da globalleşen bir dünyada birkaç sene içinde tecrübe edip saf umutlarımı birer birer söndüren sistem girdabının tam ortasında yaşadığım çok fazla şey var. bilhassa son 3 senedir. neyse, yazdıkça yazasım geliyor. özetle, çokça çaba sarf edip emeğinin karşılığını alamamak hususunda direkt tecrübe ettiğim ya da gözümün önünde yaşanmış çok ama çok ekstrem örnekler varken ben bu dünyadan da, ülkeden de umudumu kesmiş bir halde, kendi psikolojimi düzeltmeye odaklanmıştım bir süredir. 'bari kendimi kurtarayım, dünya böyle, ne yapalım' modundaydım. ve bu girişimim iyi de gidiyordu, kendime dair güzel gelişmeler olmaya başlamıştı. hem iş hem de akademi alanında üstelik, ben bile şaşkındım bu güzel gelişmelerin ardı ardına gelmesine.

    sonra korona oldu.

    normal şartlar altında karalar bağlamam gerekiyor, değil mi? aylardır altyapısını oluşturduğum şeyler için hem maddi hem manevi zarar yaşadım ve üstelik iptal etmek zorunda olduğum şeyler gelecekteki kariyer bıdıbıdımı etkileyecek şeylerdi. normalde oturup bunlara üzülmem ve 'ulan kaç senenin emeği, kaç ayın birikimi çöpe gitti yaa' diye ağlama krizlerine filan girmem gerekiyor. değil mi?

    karantina başladı başlayalı, daha doğrusu bir türlü yasal olarak başlayamayalı insanlardaki bu 'oha lan sistem ne kadar da kötüymüş' aydınlanmasını grabs popcorn tadında izliyorum. zira 28 senedir her günüm gerek ülke gerekse ülkemizin de tecrübe ettiği sistem için 'burada yanlış bir şeyler var' sorgulamaları ve sonsuz bir güvensizlik ile geçti. bu 'güvensizlik' kısmını kusura bakmayın ama anlayabileceğinizi düşünmüyorum (ailesinden/sülalesinden maddi ve manevi desteği olmayan, eşi/partneri olmayan, uzun vadeli maddi bir güvencesi olmayan -bunların hepsi bir arada- biri bu 'güvensizlik' duygusunu anlayamaz. o yüzden anlamıyorsunuz, hayır). şimdi herkes çok küçük birer yudum bile olsa bu huzursuzluk, hoşnutsuzluk, güvensizlik duygusunu tadıyor. herkes kuzey italya'da ucuz iş gücü olarak çalışan çinlilerden haberdar. sürdürülebilir tedarik zincirinin öneminden haberdar. sürdürülebilir tarımdan haberdar zira istanbul'un bazı bölgelerinde taze marul bulamıyorsunuz artık. asgari ücretle çalıştırıp suratlarına bakılmayan emekçilerin öneminden haberdar artık herkes. diyeceksiniz ki 'malmazel sen kasiyer misin, seni neden geriyo bu durum?' diye.

    sistem içindeki herhangi bir adaletsizlik sistemin bugını gösteriyor ve o adaletsizlik bir gün herkese vuracak anlamını taşıyor. ben çok şükür ki bunları görebiliyorum. ama alaçatı tatilinde içkili eğlence hesaplarını öderken sıkıntı çekmeyen kişiler bunu göremiyorlar zira görme ihtiyacı hissetmiyorlar. halbuki sistem aynı sistem, ben köleysem o da köle. sadece aydınlanma kafası gelmemiş henüz.

    velhasıl korona başladı başlayalı hayatımda ilk kez insanların sistemi sorguladıklarını görüyorum. elbette unutulacak. elbette hayat eskiye döner dönmez herkes olduğu gibi olmaya devam edecek. hiç bir haltın değişmeyeceğine adım gibi eminim. ama bir kez olsun en azından toplumun bir kesimi bazı şeyleri sorgulamaya başladı. bakın tüketim alışkanlıkları ya da hayat stilleri değişti demiyorum. bazen yanlış olduğunu bildiğiniz şeyleri yapmaya devam edersiniz. sigara içmek gibi. sadece şu an herkes evlerinde, kıçlarının üzerinde, bir şeylerin farkına varıyor.

    bense bugüne kadar içinde nefes almakta zorlandığım ve 'hayat akıp gidiyor, ben ne yapıyorum burada mutsuz mutsuz, kendimi kullandırtıyorum?' dediğim şeyleri artık demiyorum. evet, kıçımın üzerinde oturmama rağmen bu hissi yaşamıyorum. ve hayır, sorun bende değil. sorun sizin içinde olduğunuz halde buglarını göremediğiniz sistemi normalleştirdiğiniz bir dünya düzeninde idi.

    ben bir aylık karantinam döneminde ekşi maya ekmek ya da reçel yapmadım. gönlümü ve emeğimi verdiğim bir tezim var, onda coştum. sigarayı bıraktım. yattım, sabahladım, içtim, dinlendim. sabah uyandığımda keyifle kendime kahvaltı hazırlayabildim ve hava güzelken yürüyüş yapabildim. çünkü kendine kahvaltı hazırlamanın dahi anormal karşılandığı bir sistemde yaşıyoruz ve kimse bunu garipsemiyor ya. vallahi çok garipsiniz.

    karantina bittikten sonra daha da beter bir ekonomide muhtemelen işsiz kalacağım, yurt dışı doktoraların başvuruları muhtemelen bu sene açılmayacak, muhtemelen ekim-kasım gibi ülkeden yine iliklerime kadar nefret edecek ve 'ne yapıyorum ben ya' sorgulamalarıma geri döneceğim.

    fakat şu an mutluyum. zira şu güzel havada kendime kahvaltı hazırlayıp güneşin altında bir kahve içebileceğim kadar normal hayat. olması gerektiği gibi. umarım bunu benden başka görenler de vardır...

    edit: olmayan degil olan* tabi. bu editi anlamadiysaniz zaten okurken siz de fark etmemissiniz demektir.
  • niteliği itibariyle düşük ya da orta yoğunluklu bir kaygıdır, ve liberalizmin programladığı homo economicus'un, içine düştüğü dünyada, kârını maksimize etme endişesinin dolaysız ifadesidir.

    bildiğimiz üzere, modern liberal tahakküm, dahil olduğu her yerde iki tip insan formu üretmiştir; "nevrotik" ve "tek boyutlu insan".

    tek boyutlu insan, dahil olduğu ulus devletin sınıf temelli eğitim tedrisatından geçmiş, çocukluğundan itibaren belli bir uzmanlaşma için eğitilmiş, yabancılaşmasını tamamlamış, böylelikle de piyasa ile bütünleşmiş, onunla çalışmaya açık, popüler kültürü takip eden, kültür endüstrisi ürünleri ile içli dışlı olan, bunlarla kendine bir "kimlik" inşa eden, toplumun ortalamasından sapmayan, kurallara uyup vergisini ödeyen; çok bunaldığında dahil olduğu ekonomik sınıfın davranış kodları uyarınca ya rakı masalarında ötekileri suçlayan, ya kampa gidip şehirden biraz uzaklaşan, ya da psikologa gidip derdini anlatan bir insan prototipidir.

    nevrotik ise, bazı irrasyonel korkuları olan, bunların irrasyonelliğinin de çoğu zaman bilincinde olan, kaygıyı, tek boyutlu insana göre çok daha yoğun yaşayan, yaşama yabancılaşmasını çeşitli nedenlerden ötürü tamamlayamadığı için piyasa toplumuna yabancılaşmış, popüler kültürden görece uzak, kendini olduğundan daha mühim biri addeden, dahil olduğu ekonomik sınıfın kodları uyarınca ya isyankarlaşan, ya kendi içine kapanan, ya da sürekli kendini suçlayan bir insan prototipidir. örneğin, raskolnikov, pek çok roman karakteriyle paylaştığı ortak yazgısı uyarınca, bir nevrotiktir.

    karen horney'in deyişiyle söyleyecek olursak, nevrotik, modern liberal kültürün üvey evladıdır. zira bu evladı bu kültür yaratmıştır, fakat kabullenmemekte olup onu bir hata kategorisine yerleştirmektedir.

    esasında, tek boyutlu insan ve nevrotik, dr. jekyll ve mr. hyde gibi aynı karakterin iki ayrı formudur, bu da onların aynı kültüre* ait olduğunu ve horney'in üvey evlat tespitinin ne kadar isabetli olduğunu gün yüzüne çıkarır. zira, sinema tarihi de, bu iki kişilikli karakterlerle baştan aşağı örülmüştür. sinemanın görsel imgelem gücü, bu hastalığı ifade etmekte, genel geçer, içine dahil olduğu ekonomik sistemin kayığına binen psikoloji biliminden çok daha başarılı olmuştur.

    şimdi lafı uzatmadan konuya geçelim. kim hayatı kaçırdığını hisseder? elbette, bir pazara girmiş ve etrafı fırsatlarla dolu olan bir tüketici, öyle değil mi?

    kültür de, bir endüstriye dönüştüğünden itibaren, bu pazarın bir nesnesidir. (bkz: frankfurt okulu) artık her türlü kültür ürünü, özümsenmek zorunda değil, fakat tüketilmek zorundadır. bunun bariz sebepleri var elbette.

    özel mülkiyet sevdalısı ve piyasa bekçisi modern liberal bireyin, hayatla kurduğu ilişkilenme biçimi, sahip olmak üzerine temellidir. o ancak tükettiği takdirde, hayatla bir ilişki kurabileceği için, gelişi güzel tüketim olgusu (bkz: tüketim toplumu), tefekkür, kavrayış ve özümseme gibi kavramların yerini almış, hayatla kurulan ilişkide tek belirleyici unsur olmuştur.

    herkes bir yere gidiyorsa, sen de gitmelisin. herkes bir filmi izlemişse sen de izlemelisin. kürk mantolu madonna'yı okumadıysan eğer seni aşağılayacağız zaten. ne anladın, eleştirel düşünce vs bunlar mühim değil, sen yeter ki, okudun mu dediklerinde okudum, oraya gittin mi dediklerinde, evet şekerim ben de gittim x'i çok güzel diyebil ya. bir de mutlaka bir şeyini öv ki, senin ora ile ilişkilendiğini* iyice anlasınlar. gerisini de siktir et zaten, koy götüne rahvan gitsin canım benim.

    bu çift kişilikli modern liberaller için, dünya tüketilmesi gereken dev bir memedir. herkes sütün en iyi yerinden içebilmek için asıldıkça asılıyor, daha önce başkasının ağızlamasını umursamaksızın. bir şeyi keşfetmenin, onu kendi imkanları ile anlamanın bir değeri yok, sürüye uymak en değerli şey. birbiriyle rekabet ediyor, poz kesiyor, ve en iyi konumu almak için savaşıyorlar. halbuki biz bu dünyaya çıplak geldik. bu dünyadan bir alacağımız yok. dünyayı kendimize borçlandıramayız, zira doğada bir merkez bankası da yok. dolayısıyla kaçırdığımız bir şey de yok, zaten olamaz da.

    dünyanın, global kapitalist dünyanın belirlediği, tek bir fenomenolojik tasarımı yok. bu tasarım antroposentrik ve sınıf temelli baskın tasarımdır doğru, ve bu tasarımın hegemonyasına dahil olursanız hayatı kaçırdığınızı hissedersiniz bu da doğru lakin, insan kendi tasarımını çizmek konusunda asgari özerkliğe de sahiptir. bunun yolu da öncelikle sistemi doğru şekilde anlamaktan geçer.

    elbette bazı insanlar para, statü, başarı gibi -içeriği başkaları tarafından belirlenmiş- ortak tasarıma ait putlar ardında koşabilirler, bunu yadırgamıyorum. bu putlar sizi popüler yapar, sevilir yapar. mevcut ekonomimizde, daha fazla para, daha fazla seks ve konfor demektir. insanların bu tip bir yaşamı arzulamasını doğal karşılıyorum. bu güvenlikli ve kafası rahat bir yaşamdır fakat aynı zamanda ortak tasarıma biat ettiğinden ötürü sığdır. o yüzden, bu putlar herkes için aynı ölçüde çekici gelmez. zira yaşamı kendi araçlarınızla keşfetme imkanınızı, putlarla değiş tokuş edersiniz. başkalarının düşünceleriyle düşünür, başkalarının uygun bulduğu modellere göre yaşarsınız. tek tip fenomenolojik tasarım bunu zorunlu kılar.

    yaşamını bu şekilde ipotek etmiş bir insan, sürekli maliyet - kâr hesabı yapacaktır. çünkü o, yaşamını putlar karşılığında satmıştır. umalım ki, putları onu memnun etsin ve dev memeden bolca süt emsin, aksi takdirde;

    (bkz: hayatı kaçırma hissi)
  • kendinizi kıyaslamaya devam ettiğiniz sürece her dönem, her yaşta yaşayabileceğiniz bomboş kuruntudur.

    herkesin kendi zamanını yaşadığını fark ettiğinizde, kimseye benzemek zorunda olmadığınızı öğrendiğinizde, yaşıtlarınızla ve çevrenizle sidik yarıştırmayı bıraktığınızda yavaş yavaş sıyrılırsınız bu histen.

    hiçbir yere yetişmek zorunda değilsiniz suserlar içinde bulunduğunuz zaman dilimi tamamıyla size ait ve bunu nasıl kullanacağınız size kalmış.
  • dün macbeth'i okurken şu söz dedim, ne de güzel anlatır bu başlığı dedim.

    "olmayan bir şey olandan daha çok sarsıyor beni:
    tek o kalıyor ortada, o olmayan şey!"
  • şanslı insanların hayatlarını gördükçe,içte doğan his.

    birileri var.hayatı dolu dolu,sonuna kadar yaşayan...

    onlar gibi olmak istersin.

    denersin...

    ama şanslı değilsindir.

    olmaz...

    izin vermez kader,insanlar,koşullar...

    o yüzden kaçırdığın,yaşayamadığın hayatın ardından oturup ağlarsın.. elinden gelen budur sadece...
  • kısa süre sonra 28 yaşımda olacağım. 18 yaşımdayken şu yaşıma dair öngörüm, halihazırda yapmış olacağımı düşündüğüm şeyler bambaşkaydı...
    insanların 20'lerinde yaşadığı pek çok tecrübeyi maddi manevi pek çok sebeple kaçırdım. kimi benim hatam, kimi kararım, kimi tamamen dış mihraklar...
    sanki çok geride kalmışım, geç kalmışım, bazı şeyleri ise tamamen kaçırmışım gibi geliyor...
    aslında belki de çok genç bir yaş bu hissi yaşamak için.
    ama anladım ki mesela yaşta değil, mesela hayalinin ne kadar gerisinde kaldığında...
hesabın var mı? giriş yap