• la boetie'nin henüz 18 yaşındayken yazdığı kitaptır.

    ütopya ve siyasal olanın kaçınılmazlığı;

    la boetie bir ütopyacı değildir. kaldı ki, onun düşünceleri yakından incelendiğinde, ütopyanın içsel çelişkilerini açığa çıkardığı hemen fark edilebilir. thomas more, ütopyasını, o çok ötelemeye çalıştığı siyasallığı yeniden inşa ederek kurmuştu. more’un düzen ihtiyacı ile özgürlük arasındaki gerilimi, merkezileşmiş örgütlenmenin avantajları ile bireylerin yaratıcılık talepleri arasındaki gerilime doğru kaymaktaydı. üstelik, more’un ütopyalıları, her şeyden evvel rönesans insanına benzemekteydiler: kurucu ve yaratıcı akılla donatılmışlıkları, onları her daim direnmeye yöneltebilirdi. more, ütopyasını sonsuz bir şimdi üzerinde dondurmak adına, katı bir düzeni kurmak zorunluluğunu hissetmişti. üstelik, yöneticileri birer “baba” olarak konumlandırmış ve bu düzeni “paternalizm” ile süsleyerek var olan iktidar ilişkilerini örtmeye dahi çalışmıştı! more’un aile üzerindeki vurgusu esas itibariyle ütopyanın temel bir problemini yansıtmaktaydı: birliği ve düzeni tehdit edebilecek en tekil ilişki cinselliktir ve her ütopya bu nedenle mutlak surette cinselliği düzenleme amacı güder. more, cinselliği düzenleyici bir form olarak aileye gösterdiği temel ilgiyi, ailesel ilişkileri siyasal alana da taşıyarak bir yandan “doğallaştırmak” istemekte, fakat öbür yandan da bu ilişkiler üzerinden doğan bir siyasal yönetimin kısıtlayıcı sonuçlarına engel olamamaktadır.
    more, ütopyayı inşa ederken savaş ve siyasetten kaçmaya çalışmış; ancak düzen arzusu ile birleşen “ütopyanın devamlılığı” problemi, more’u, yaşamın bir mücadele üzerine kurulu olduğu tespitine ulaştırmıştır. buradan itibaren, more’un yöneldiği nokta, tahmin edildiği gibi, bu “mükemmel toplum”u koruyacak ve devamlılığını sağlayacak olan iktidar ilişkilerini ve savaşı olumlamak olmuştur.

    3.1. söylev’in çözümlenmesi
    la boetie tek kişinin dahi iktidarının akıl dışı ve kötü olduğunu iddia ederek başlar (boetie, 2011: 18). buna göre, çok kişinin iktidarı (aristokrasi ya da demokrasi) tek kişi iktidarından (monarşi) daha iyi değildir. her iktidar biçimi kötüdür, akıl dışıdır bu nedenle de hiçbiri arasından “daha iyi” gibi bir seçim yapılamaz. bu minvalde, la boétie, herhangi bir siyasi yönetim biçimini savunmadığı gibi, insanların özgür olabilecekleri bir siyasal yönetimin olmadığını da iddia eder. siyasal yönetim iktidar demektir ve iktidarın olduğu yerde özgürlük yoktur (ağaoğulları ve köker, 2008: 284).
    machiavelli ile aynı paralelde düşünen la boétie, siyaset olgusunu iktidar ilişkileri bağlamında düşünür. ona göre, siyaset üzerinde düşünmek demek, yönetilenlerin bu durumda kalmak istemelerinin nedenleri üzerinde düşünmek demektir (ağaoğulları ve köker, 2008: 285). la boétie, siyaset üzerinde düşünürken inceleme nesnesini değiştirmiş ve iktidar yapısı yerine, iktidarın yöneldiği alan olan halk üzerinden açıklama getirmeyi düşünmüştür. dahası, boetie, çevresine korku salarak yöneten tiran imgesini yok etmiş ve tiranın kullandığı iktidarın kaynağı üzerine eğilmiştir. söylev, tiranın kullandığı soyut iktidar üzerine odaklanır. bu soyut iktidar sorunsalı, modern siyasetin düşünülebilirliğinin işaretidir (mairet, 2005: 230).
    söylev, yönetenlere (tiran) değil, doğrudan yönetilenlere (halk) seslenir. halkın egemenliğini benimseyen düşünürler, halkın ödevinin bu egemenliği temsil eden siyasal yönetime itaat etmek olduğunu kabul ederler. oysa, halkın tek ödevi özgür olmaktır. dahası, insanın doğası özgür olmaktır. üstelik insan, doğal yapısı gereği dünyaya özgür geldiği gibi, özgürlüğünü koruma duygusuna da sahiptir. ancak insan, hemen her yerde özgürlük duygusunu yitirmiş, zincire vurulmuş durumdadır (ağaoğulları ve köker, 2008: 286).
    la boétie’ye göre insan doğadan, doğal özünden sapmamış olsaydı, kendisini kul köle kılan bir düzen içine de düşmeyecekti. insan, hemcinsleriyle bir arada yaşamak için başka bir dış ya da yapay güce gereksinim duymaz. “tanrının vekili ve insanların yöneticisi olan doğa” insanları akıl sahibi yaratıklar olarak yaratmıştır (boetie, 2011: 26-7). insanlar arası doğal eşitsizlikler, toplumsal eşitsizlikleri yaratacak boyutta değildir; tersine, bu eşitsizlikler insanlar arası dayanışmayı güçlendirir. doğal eşitsizlikleri toplumsal eşitsizlikler haline getiren şey, insanları birbirilerini yönetme arzusu, yani siyaset, yani iktidar ilişkileridir. siyasetin olmadığı bir yerde, eşitsizliklerin yol açacağı şey rekabet ve yönetme arzusu değil, dayanışma ve yardımlaşmadır (yalçınkaya, 2011: 388). boetie, siyasal ilişkilerin yol açtığı yozlaşmanın insan doğasındaki etkisin bir tür yanlış bilinç söylemiyle dile getirir. iktidar ilişkileri, insan doğasını dönüştürerek insanın aslında özsel doğasında bulunan birtakım şeyleri tahrip etmiştir. boetie, iktidarın insanın biyolojik ve psikolojik yaşamına kadar indiğini göstermesiyle kuramını biyo-politika ve anatamo-politika ekseni üzerinden kuracak olan foucault’nun adeta bir öncülü gibidir.
    siyaset, ya da iktidar ilişkileri, insanları bir bütün içinde eritir ve onlara, kendi kişiliklerini koruyup sürdürebilecekleri bir ortamı sunmaz. bu bakımdan iyi toplum doğaya, akla uygun olan toplumdur (boetie, 2011: 29). yöneten-yönetilen farklılaşmasının oluşmadığı toplumlar, insanların siyasal iktidar tarafından koyun sürüsü konumuna indirgenmediği toplumlardır. boétie, bu nedenle, siyasal bölünmeyi toplumun varlığının zorunlu koşulu olarak da görmez (ağaoğulları, 2011: 72).
    söylev, tiran olarak adlandırılan yöneticiye karşı geliştirilse de, boetie’nin asıl amacı tiranlığı açıklamak değildir. boetie, tiranın egemenlik vasfının kaynağını sorar: tiranın egemenliğinin ilk nedeni, halkın alçaklığıdır. “iki kişi ya da on kişi, tek bir kişiden çekinebilir; fakat bir kent ve milyonlar çekiniyorsa bunun adı korkaklık değildir” (boetie, 2011: 21). halkın özgürlük istencinin yitikliği, tirana karşı halkın direnmemesinin ilk zorunlu nedenidir. ikinci olarak, boétie, iktidarın varlığını doğrudan halkın bu yöndeki eylemine bağlar. tiranlık, insanlar ona karşı savaşmadığı için vardır. “siz vermediyseniz nasıl bu kadar çok ayağı, gözü, eli var?” (boetie, 2011: 25) cümlesiyle iktidarın, insanların oluşturduğu yapay bir şey olduğunu vurgular.
    tiranlar, güç kazandıkça (halk onlara bu gücü verdikçe) bu gücü korumak için daha zalim olur, zalim oldukça da daha fazla güçlenir (boetie, 2011: 24). tiranlar, ne kadar fazla şey elde ederlerse, daha fazla şey üzerinde hak iddia ederler. tiranı tiran yapan insanların özgürlük istençlerinin yokluğu olduğuna göre, tiran bir kez çıktı mı, geriye dönüş yoktur; insanlar tirana daha fazla şey verirler (vermemeleri için bir gerekçeleri yoktur!).
    boétie, burada, siyasal toplumun varlığını ve nedenini hükümdarın istencine (volontarizm) bağlayan düşünceyi (hükmetme arzusu) terk eder ve tam karşıtını dile getirir (ağaoğulları, 2011: 89). machiavelli, siyasal iktidarı, hükümdarın hükmetme arzusu olarak anlarken, boétie, efendisine hizmet etmeyi isteyen kulların volontarizmi olarak dile getirir. böylece siyasal iktidar ilişkilerinin kurumsallaşması, halkın özgür olmasına değil, kul olma istencine dayalı olarak gelişir.

    3.2. kavramlar, tezahürler ve bağlantılar
    la boetie, söylevinde gönüllü kulluğun nedenlerini sorgularken bunu birtakım kavramlar eşliğinde yapar. bu bakımdan boetie’de bazı kavramların detaylı incelenmesi gerekir. ancak kavramların derinlikli bir analizine geçmeden evvel, boetie’de gönüllü kulluğun nedenlerine bakmamız gerekecektir.
    boetie, “siyasal iktidarın kökeni nedir?” sorusuna – çok ayrıntılı olmasa da – yanıt arar. ona göre insan, aristoteles’çi bağlamda bir zoon-politicon değildir. insan, “siyasallaştırılıp” zorla siyaset ilişkilerinin bağlayıcılığı altına girmiştir (ağaoğulları, 2011: 72). insanın özsel doğasında siyasal ilişkiler bulunmamaktadır.
    la boétie, öncelikle özgür toplumdan siyasal topluma (yöneten-yönetilen ayrımı) bir geçişin varlığını kabul eder. ilk aşama, hükmetmenin mümkün olacağı siyasal bölünmenin gerçekleşmiş olmasıdır. ancak, iktidarın varlığını sürdürmesi için bu yeterli değildir. ikinci aşama, “buyurma-onama” ilişkileri ağını kurmak zorundadır. asıl problem, bu “onama”nın nasıl gerçekleştiğinin açıklanmasıdır. dolayısıyla da boetie, iktidarın kökensel açıklamasına çok değinmeden, iktidar ilişkilerinin başka bir boyutuna sıçrama yapar.
    boetie, iktidar ilişkilerinin kurulmasından ziyade kurumsallaşmasına odaklanır. ilki iktidarın kendi içerisinden anlaşılacak bir şeydir, başka bir ifadeyle boetie, kuramının merkezine iktidarı oturtmadığı için bu soruna eğilmez. fakat ikincisi, yani kurumsallaşma, doğrudan boetie’nin sorunsalına göndermede bulunur. iktidarın yerleşiklik kazanması ve toplumun içerisinden algılanışı boetie açısından açıklanmaya muhtaç bir kategoridir. boetie, iktidar ilişkilerinin kültürel bir formda gelişimine odaklanır. ilk etapta kuvvetle ele geçirilen iktidar ile değil, kuvvet yoluyla ele geçirilen bu iktidarın halk üzerindeki dönüştürücü etkisiyle uğraşır. bu bakımdan kavramları da iktidarın kendi içsel mantığından değil, iktidarın muhatabı olan halk üzerinden açıklamaya girişir.

    iktidar
    la boetie, siyasal düşünceler tarihi içerisinde pek çok radikal akım tarafından sahiplenilmiştir. onun söylevine hem çağdaş liberalizm içerisinde (liberteryen ve anarko-kapitalistler) ve anarşist çevre içerisinde sıklıkla referansta bulunulmaktadır. bunun önemli bir sebebi, boetie’nin doğrudan bir iktidar karşıtı olarak okunmasıdır. ancak böyle bir argümanda bulunmak için henüz erkendir. zira boetie, söylevin hemen her yerinde çözümlemeye giriştiği iktidarın “siyasal” olduğunun altını çizer. bunun anlamı, boetie kendi söylevinde her türden iktidara karşı bir sav geliştirmemiş, fakat iktidarın siyasal boyutuna yönelik olarak bir kuram inşa etmeye girişmiştir. kaldı ki, boetie, söylevin bazı bölümlerinde “aile içi” ilişkileri yadsımamış, hatta olumlamıştır (boetie, 2011: 27). onun aile içi ilişkilere niçin olumlu bir referansta bulunduğu ise önemlidir: aile, boetie’nin insanın özsel doğasına ilişkin çözümlemesinde önemli bir yer tutar. insanın hakiki-öz doğası, aile ilişkileri kurmaya yatkındır ve aile bu bağlamda insanın doğasının temel bir tezahürüdür.
    boetie’nin karşı olduğu iktidar biçimi siyasal iktidardır. ancak boetie, siyasal iktidardan ne anlamaktadır? her şeyden evvel boetie’nin iktidar çözümlemesi, toplumdan farklılaşmış, şiddet tekeline kavuşmuş, uzmanlaşmış ayrı bir örgütlenme biçimine göndermede bulunur (ağaoğulları, 2011: 69). dolayısıyla boetie, ilk etapta siyasal bölünme ile vuku bulan ve bu bölünme üzerinden kurumsallaşan bir iktidar biçiminden söz etmektedir.
    siyasal bölünmenin temel dinamiği, siyasal erkin toplumun içerisinde bağımsız, özerk bir konuma gelmesidir. boetie, siyasal ilişkinin şiddeti gizleyen doğasına atıfta bulunur. şiddet, siyasal bölünmenin başlangıcını teşkil edebilir, fakat yukarıda da değinildiği üzere, boetie iktidarın kaynağı probleminden ziyade onun kurumsallaşmasına odaklanır. bu bağlamda siyasal iktidarın asıl önemi, kurucu şiddeti gizlemesinde, örtmesinde ve hatta onu meşru hale getirmesinde yatmaktadır. meşruiyet kavramı ise bizi, boetie’de bir hegemonya düşüncesinin varlığına götürmektedir.

    hegemonya
    hegemonya kavramı boetie’de doğrudan dile getirilmemiştir, fakat söylevin düşünsel şeması göz önüne alındığında boetie’nin çok derinlikli bir hegemonya tartışması yürüttüğü gözlenir. boetie’nin, her şeyden evvel, siyasal iktidara karşı halkın gönüllü kulluğu üzerine geliştirdiği kuramı göz önüne alındığında, gönüllü kulluğun temellerinin hegemonya içerisinden okunması gerektiği zaten anlaşılacaktır.
    boetie, halkın gönüllü kulluğun nedenlerini sıralarken, ilk sebep olarak insanın özsel doğasının siyasal olan tarafından dönüştürülmek suretiyle zoon politicon haline getirilmesini göstermişti. şimdi, ikinci sebep olarak yoğunlaştığı bölüme geliyoruz: boetie, insanın özsel doğasını dönüştüren ve onu zoon politicon kılan siyasal ilişkilerin, bireye kültürel bir bağlamda yüklendiğini, böylece siyasal iktidarın içkin unsurlarının birey tarafından özümsendiğini dile getirir (boetie, 2011: 38). kendisini toplumdan farklılaştırmış olan siyasal iktidar, bireye kültürel çerçevede sirayet etmek suretiyle aradaki bölünmeyi meşru göstermeye uğraşır. böylece halk bir taraftan bu bölünmeyi olağan karşıladığı gibi, diğer yandan siyasal iktidara karşı halkın direniş olanağının zemini yıkılmış olur.
    hegemonyanın asıl tezahürü, insanın siyasal yabancılaşmasının alt yapısını sağlamasıdır (ağaoğulları, 2011: 86). iktidar, bu bağlamda meşruluk üzerinden kendini topluma aktarır. meşruluk, iktidarın doğrudan elinden çıkan bir şey değildir; ona dışarıdan gelir. iktidar böylece dışarıdaki ilkenin temsilcisi olarak kendisini sağlam temeller üzerine inşa eder.
    iktidarın meşruiyet bağlamında en önemli araçsallığı dil ve söz’dür. boetie, özellikle dil konusuna geniş yer ayırır. insanları birbirilerine yakınlaştıran, birbirilerini anlamalarını sağlayan ve birbirileri ile ortaklık kurmalarını sağlayan dil, insanların asli doğasının önemli bir parçasını oluşturur (boetie, 2011: 28). insanları kendi doğalarıyla uyumlaştıran, başka bir ifadeyle, kendi özsel doğaları ile birbirileriyle etkileşim içerisinde olmalarına yarayan dil, insanın kendisini ifade etmesi ve kendi gibi olanları eşit biçimde kavramasının anahtarını oluşturur. insanın asli doğasından türemesi bakımından dilin kurucu işlevi yapay değildir.
    ancak buradan itibaren dikkatle ilerlememizi gerektiren önemli bir nokta vardır: boetie, bir taraftan dilin kurucu ve eşitleyici çerçevesine gönderme yapmakta iken, diğer taraftan, iktidarın ortaya çıkışından bireyleri sorumlu tutmaktadır. eğer, biz, insanları dilsel varlıklar olarak kavrıyorsak, fakat öbür yandan iktidarın kurulumu yine insanların faaliyetinden türüyorsa; bunun anlamı, iktidar ile dil arasında bir bağ bulunduğudur. çünkü boetie, hem bir taraftan insanın özsel doğası ile siyasal doğası arasında kesin bir karşıtlık çerçevesi çizmektedir, hem de diğer taraftan iktidarın meşru bir çerçevede nasıl geliştiğini ve halkın bu meşru iktidar yapılanmasını nasıl özümsediğini anlatmaktadır. öyleyse bu iki doğa arasındaki antinomik ilişki bir yerde tamamlayıcılığa-devamlılığa bürünmektedir. işte bu tamamlayıcılık dil üzerinden kurulur. çünkü iktidarın kendisi, birbirileri ile “eşit bir”ler olduklarını dil aracılığı ile tanıyan insanlar gibi, dil yoluyla harekete geçer. dil, insanın asli doğasına yabancı olmayan bir şey olduğu gibi, insanın kendisini bir özne olarak konumlandırmasının da temelini oluşturur. fakat iktidarın dilselliği ele alışı, insanların ele aldığı gibi değildir: iktidar, clastres’in deyişiyle, “söz”ü ele geçirir ve diyalog’u bu bağlamda monolog’a dönüştürür (aktaran: yalçınkaya, 2011: 389). özsel doğada birbirilerine eşitler arasında karşılıklı işleyen ve bu bağlamda diyalog’un temel aracı halinde olan dil, iktidarın kurulumu ile birlikte tek-merkezden topluma yayılan bir yansıtıcı haline dönüşmüştür. artık birbirileriyle konuşan ve kendi varoluşlarını dil üzerinden kuran insanlar yoktur; onların yerini, iktidarın belirlediği dil üzerinden biçimselleşen söz’ü “dinleyen” ve bu bağlamda varoluşlarını kendileri aracılığıyla değil, iktidarın edimselliği ile kazanan insanlar vardır.
    burada ufuk açıcı olması bakımından ikili bir teorik mülahaza yürütülebilir: boetie, insanların, siyasal iktidarın oluşumunun ardından kendi özsel doğalarından koparılmalarında, iktidarın, varoluşsal gerçeklik olan dil üzerinde kurduğu egemenliği anlatır. artık insanlar, kendi dilsel varlık olmaları hasebiyle değil, iktidarın boyunduruğu altında kimlik kazanırlar. bu bağlamda, boetie’nin, çağdaş siyaset felsefesinde önce foucault’nun ardından butler’ın geliştirdiği özne tartışmalarının bir öncüsü olduğu söylenebilir. hem foucault hem de butler, özneliğin oluşumunda iktidarın madun edici ve bireyi tabiyete döndürücü işlevinden bahsetmişlerdir (butler, 2005: 18). bu bağlamda bireyin özneleşmesi, onun iktidara “tabi” kılınması ile mümkün olmaktadır. işte bu tabiyet ilişkisi yüzyıllar öncesinde la boetie tarafından oldukça iyi bir biçimde dile getirilmiştir.
    ikinci husus, iktidarın insanları kendi özsel doğalarından koparırken, nasıl oluyor da, bir tür “unutma” yaratabildiğine ilişkin bir tartışmadır. boetie, insanların kendi özsel doğalarını bir yozlaşma sonucunda kaybettiklerini söylemesine rağmen, nasıl oluyor da, insanlar kendi özsel doğalarını bir kenara bırakmanın yanı sıra, bir de bu yozlaşma kültürünü özümseyebiliyor, sorusunu içten içe sormaktadır. boetie üzerinden yola çıktığımızda, bunu, “siyasallığın belleği yok ediciliği” olarak yorumlamamız mümkün olabilir. çünkü boetie’nin olumlayarak göndermede bulunduğu toplum, iktidar ilişkilerinin siyasal bağlamda olmadığı ve insanlar arasında dil üzerinden/sayesinde tanınan bir eşitlik durumunun olduğu toplum biçimidir. bu toplum biçiminin temel özelliği, karşılıklılık bağlamında eşitliğin, dil üzerinden hakikat olarak kavranmasına yönelik biçimde kurulmuş olmasıdır. diğer bir ifadeyle, insanların birbirileriyle eşit kabul edilmesi, ve bunun dil aracılığıyla sürdürülmesi, en başta kimsenin söz’ün tekelini ele alamayacağı, bu bağlamda da sözün sözle diyalogunun hiçbir biçimde tamamlanmayacağı, böylece eşitliğin sürdürülebilirliğinin ancak dilin belirli bir odak tarafından dondurulmaması gerekliliği ilkesi üzerine inşa edilir (yalçınkaya, 2005: 11). bu sayede söz, herhangi bir şekilde zamansal ya da gerçeklik iddiası çerçevesinde dondurulmadığı için, özsel doğa’nın (geçmişin) unutulmaması sağlanmış olacaktır. oysa sözün tekelini eline alan iktidar, kendi varlığını meşruiyet çerçevesinde garanti altına almak için en başta kendi varoluşsal gelişimini belirli bir hakikat iddiasıyla dondurur. bunun anlamı, iktidarın, kendisinden önceye dair geliştirilmesi muhtemel söz’leri engelleyeceği, engellemezse kendi varoluşunun sorgulanacağının bilinmesidir.
    tam da bu nedenle bir iktidarın başvurduğu en önemli araçsallık, sözün zamansal geçişgenliğini kırmak maksadıyla onu belirli bir hakikat iddiası içerisine sıkıştırmaktır. böylece iktidar, kendi iddiasını bir hakikat biçiminde örgütleyerek, sözün niteliğini ve dilin dolaşımını belirler ve sınırlandırır. boetie, iktidarın dil ve söz üzerindeki bu egemenliğinin meşruluk ilkesine bağlı kılındığını gösterir bize. meşruluk, iktidarın fiziksel baskısını ve gücünü gizler ve iktidarın zorlayıcılığını meşru bir kerteye yerleştirir. böylece iktidarın yaptırımları yükümlülük, ödev, sorumluluk, vb. haline gelir (ağaoğulları, 2011: 88). kişilerin, iktidarın söz üzerindeki gücüne dayalı biçimde tanımlanması ve onların kimlikleri ile yükümlülüklerinin bu bağlamda dizayn edilmiş olması, boetie’ye göre bir yanılsama durumu yaratır: özgürlük, iktidara tabi olmakla (ya da onun belirlediği sınırlar içerisine alınmakla) mümkün hale gelir.

    devlet
    la boetie, kuramının sonlarına doğru devleti açıklamaya girişir. devlet, daha öncesinde açıkladığı iktidar ilişkilerinin ayrı bir boyutunu oluşturur. boetie’nin önemli bir farkı, devleti iktidar ile özdeşleştirmemesidir. devlet, siyasal iktidar ilişkilerinden türeyen bir yapıdır. devletin en önemli niteliği, tiran’a tiran olma vasfını yükleyen bir yapılanma bütünü olmasıdır. boetie, bilhassa bu noktanın üzerinde durur. söylev’de devlet, iktidarın kurumsallaşmasının genel adı biçiminde formüle edilmiştir. fakat devlet, salt kurumsal bir yapı değildir; o aynı zamanda iktidar ilişkilerinin yerleşimini sağlayan bağımlılık ilişkilerinin de merkezinde bulunur. bu nokta, bize foucault’nun “yönetimsellik” adını verdiği modern iktidarın sistematiğini sunmaktadır. foucault, iktidar ilişkilerinin çeşitli normsallık alanları üzerinden çok-boyutlu işlemesi olarak sunduğu yönetimsellik paradigması çerçevesinde, iktidarın bireylere dışsal olmayıp onlar tarafından yeniden üretilen bir form olarak işlediğini göstermişti (foucault, 2008: 31-2). aynı noktayı boetie’de de yakalamaktayız. boetie, iktidarın kurumsallığının yerleşimini sağlayan ve bu bağlamda gönüllü kulluk mekanizmalarının işleticisi olarak tanımladığı devleti, söz konusu iktidar ilişkilerini toplumsallığın bütününe yayan bir yapı olarak ele alır. dolayısıyla devlet, foucault’dan farklı olarak, iktidar ilişkilerinin belirlediği bir yapı olarak kalmaz; bu ilişkileri topluma yayan ve bu sayede siyasal iktidar biçimini yeniden üreten bir örgütlenme biçimi olarak karşımıza çıkar.
    devlet ile iktidar arasındaki bu ilişkiselliği heykel benzetmesi üzerinden kurgulayan boetie, tiranın sahip olduğu gücün kişisel olmadığını, fakat o gücün devlet yapılanması içerisinden kaynaklandığını öne sürer. böylece tiran, kendi şahsi bedeni dışında ayrı bir bedenin temsilcisi olur (boetie, 2011: 25). bu, “siyasal beden”dir ve tiranın bu beden içerisinde kazandığı yeni kimlik ile kendi şahsından koptuğunu zımnen dile getiren boetie, tiranların aslında tek başlarına yasa olmadıklarını, fakat onların şiddetin yasasına bağımlı olduklarını dile getirir gibidir. tiran, tiran olma vasfını kendi şahsiliği üzerinden ele geçirmez; tiranlığın içerisinde bulunduğu iktidar ilişkileri çerçevesinde tiran olarak anılır. boetie, devletin iktidar ilişkileri çerçevesindeki bu örgütlenişinin topluma kadar yayıldığını, çünkü iktidarın yerleşikliğinin ancak bu iktidar ilişkilerinin topluma aktarılmasıyla mümkün olabileceğini iddia eder (ağaoğulları, 2011: 113). böylece devlet, iktidar ilişkilerinin üreticisi haline gelir. tavandan tabana kadar genişleyen bir iktidar ilişkisi kendine özgü mantığını devreye sokarak genişler: siyasallığın dönüştürdüğü bireyler, bu dönüştürmenin kendilerini devşirmesiyle, iktidarı arzulayan kişiler haline gelmişlerdir. siyasal bölünmenin olağan algılanışı ve bu bölünmenin bir tarafa “belirleme” gücü sağlarken, öbür tarafı bir nesne düzeyinde sabitlemesi, bireyleri, yaşamın ilgili alanlarında iktidar sahibi özneler olma istencine doğru sevk etmiştir. iktidarın arzulanışı, iktidara karşıtlık şöyle dursun, onun her aşamada yeniden üretimini beraberinde getirmiştir. insanlar, yönetmek için ya da birileri üzerinde tahakküm kurmak için birilerinin yönetimi altına girmeye razı olmuşlardır. böylece de her kademede bir üst yapının tahakkümü ya da zorlayıcılığı insanlara olağan gelmiş, hatta meşru sayılmıştır.

    sonuç: ütopik aldanmadan gönüllü kulluğa
    more’un ütopyası gerçekliği aşma girişimidir. hırs, bencillik, açgözlülük gibi şeyler beraberinde çatışmayı, savaşı ve önlenemez rekabeti doğurur. insanlar arası çatışma giderek güvensizliğe, tehlikeye dönüşür. hepsinin temelinde özel mülkiyet ve ona varlık kazandıran siyasal bölünme ve iktidar ilişkileri vardır. öyleyse çözüm bellidir: özel mülkiyete kaynaklık eden toplumsal yapı tümüyle yıkılmalı ve özel mülkiyetin yol açtığı sorunların bir daha sebebiyet vermemesi için toplumun algısı aynı yönde dönüştürülmelidir.
    ancak bu kolay değildir. mekanı yeniden yaratmak ve toplumu orada yeniden inşa etmek, gerçekliğin aşılmasını belki sağlayabilir; ancak gerçekliğin etkisi silinemez. ütopya adası, gerçekliğin yıkıcılığını yaşamış olanlar tarafından kurulur ve kurulum aşamasından itibaren gerçeklik, ütopya adası üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanır. savaşı önlemek için şiddetin gerekliliği, iktidar ilişkilerinin olmaması için yeni bir iktidar biçiminin zorunluluğu ve kendini mükemmel olarak iddia ettiği ölçüde dışarıya yayılmanın ya da dışarıyı da içeriye almanın “ahlaki” nedenselliği, more’u kuşatıp durur. ütopya, siyasal ilişkileri “kendisine göre” yeniden biçimlendirir ve toplumsala yayar. yayılmak zorundadır, çünkü toplum, kendisini, ancak verili mükemmelliğini ve dışa-kapalılığını koruduğu ölçüde muhafaza edip yeniden üretebilir. dışa-kapalılık, toplumu savaşın yasasına dahil eder. savaş, ütopya için kendi kimliğini korumakla eşdeğerdir.
    toplumun içerisine kadar yayılan bir iktidar mantığı oluşur. ütopya halkı, gün geldiğinde, kendi varlığını korumak için, reddedip kaçındığı “gerçekliği” bu kez kendi üretmek zorunda kalacaktır belki de. düzen ihtiyacı, varolanı koruma duygusu ve dışa-kapalılığı sürdürebilme isteği ütopyanın daima siyasallığı yeniden üretmesine neden olacaktır.
    mükemmelliğin sorunu kusursuz oluşudur. kusursuz olması ölçüsünde sabitlenemez, dizginlenemez, sınırlandırılamaz. mükemmel olan, elinde ne varsa onu meşrulaştıracak güce de sahiptir. ancak ütopyanın temel sorunu bu değildir: ütopya, kaçındığı gerçekliği, kendi mükemmelliği için araçsallaştırır, onu yeniden biçimlendirir. böylece, kaçındığı şey haline dönüşmüş olur.
    boetie ütopya’yı değerlendirmeyi hiç düşünmedi belki. fakat onun katkısı göz ardı edilemez: o, her şeyden evvel, iktidar ilişkilerinin bir kez kurulduğunda geri dönüşün olamayacağını ve her aşamada bir çığ gibi ilerleyeceğini herkesten önce görmüştü. insanın ikincil doğasının, onu iktidarı arzulamaya yönelteceğinin farkındaydı. bu farkındalığın etkisiyle belki more’un ütopyasına şüpheci, karamsar fakat bir o kadar da gerçekçi bir sonuç getirebiliyoruz. boetie, iktidarı kendi içinden değil, yöneldiği insan tarafından okudu. böylece, iktidarın hangi biçimlerde olursa olsun, onu arzulayan ve onun sayesinde yaşamını üreten insanlar olduğu müddetçe, aşağıdan yukarıya doğru bir iktidar genişlemesinin olacağını öngördü. bununla da yetinmedi; iktidarın varlık sebebinin, uyguladığı güç ve baskıda değil, fakat ona duyulan arzuda yattığını iddia etti.
    “gönüllü kulluk üzerine söylev”, tiranın ötesinde devletin, “bir”in iktidarının ötesinde devlet gücünün bulunduğunu gösterir. la boetie, devlet gücünün yapısını tiranlığa odaklanmış bir problem dahilinde kurgulamıştır. boetie’nin tiranın iktidarına karşı yönelttiği eleştiriyi, bir süre sonra, kuramcılar egemenlik” olarak tanımlayacaklardır. hangi biçimde ya da hangi görünümde olursa olsun, egemen kendini meşru iktidar olarak tanımlarken, ve tanımladığı ölçüde tiranlıkla arasına mesafe koyduğunu zannederken, aslında tiranlığın etkisinden hiç kurtulamayacaktır. çünkü boetie, tiranın iktidarının “tek”in iktidarı olmadığını, tiranın kullandığı gücün “devlet gücü” olduğunu ve bu gücün yalnızca tiranlık rejimi içerisinde bulunmayıp tüm rejimlerin özünde var olduğunu iddia ederek, çağının çok ilerisine uzanmayı başarmıştır.

    kaynakça
    ağaoğulları, mehmet ali (2011). “la boetie ve siyasal kulluk”, etienne de la boetie, gönüllü kulluk üzerine söylev (içinde), çev. ve yorum: mehmet ali ağaoğulları, ankara, imge.
    ağaoğulları, mehmet ali ve köker, levent (2008). tanrı devletinden kral devlete, ankara, imge.
    bayka, mustafa hazım (2011). “ütopya ya da başka bir dünyanın olabilirliği üzerine”, tommaso campanella, güneş ülkesi (içinde), çev. selahattin bağdatlı, istanbul, say, s. 7-23.
    boetie, etienne de la (2011). gönüllü kulluk üzerine söylev, çev. mehmet ali ağaoğulları, ankara, imge.
    butler, judith (2005). iktidarın psişik yaşamı tabiyet üzerine teoriler, çev. fatma tütüncü, istanbul, ayrıntı.
    foucault, michel (2008). the birth of biopolitics lectures at the college de france 1978-1979, çev. graham burchell, new york, palgrave macmillan.
    kumar, krishan (2005). ütopyacılık, çev. ali somel, ankara, imge.
    maıret, gerard (2005). “padova’lı marsilius’dan louis xıv’e laik devletin doğuşu”, çev. cemal bali akal, cemal bali akal (der), devlet kuramı (içinde), ankara, dost, s. 215-245.
    manheım, karl (2009). ideoloji ve ütopya, çev. mehmet okyavuz, ankara, de ki basım-yayım.
    more, thomas (2012), ütopia, çev. sabahattin eyüboğlu, vedat günyol ve mina urgan, istanbul, türkiye iş bankası kültür yayınları.
    mumford, lewis (1989). the city in history, florida, harcourt.
    urgan, mina (2012). “thomas more’un yaşamı ve utopia’nın incelenmesi”, thomas more, utopia (içinde), çev. sabahattin eyüboğlu, vedat günyol ve mina urgan, istanbul, türkiye iş bankası kültür yayınları, s. 109-243.
    yalçınkaya, ayhan (2005). siyasal ve bellek platon’da anımsama platon’u anımsama, ankara, phoenix.
    yalçınkaya, ayhan (2011), “devlet, ne seninle ne sensiz!”, mehmet ali ağaoğulları (ed), batı’da siyasal düşünceler tarihi (içinde), istanbul, iletişim, s. 359-392.
  • " özgürlük öylesine büyük ve öylesine hoş bir iyiliktir ki, bir kez kayboldu mu tüm kötülükler arka arkaya sıralanır; bu durumdan sonra hâlâ yok olmamış iyilikler ise kullukla yozlaştıklarından dolayı lezzetlerini tümüyle kaybederler. insanların arzulamadıkları yalnızca özgürlüktür; bu durum (kanımca) herhangi başka bir nedenden dolayı değil de, insanların özgürlüğü arzulasalar hemen ellerine geçirecekleri için böyledir; eğer bu güzel mirası almayı reddediyorlarsa bu, onun yalnızca çok kolay elde edilebileceğinden dolayıdır.

    zavallı sefil insanlar, akılsız halklar, kötü durumlarında kalmak için direnen ve iyiliklerini göremeyen uluslar! sizler gözünüzün önünde, en güzel ve en parlak kazançlarınızın götürülüşüne, tarlalarınızın yağmalanmasına, evlerinizin ve eşyalarınızın çalınmasına seyirci kalıyorsunuz. öyle bir yaşam sürüyorsunuz ki, hiçbir şeyin size ait olduğunu söyleyebilecek durumda değilsiniz. şimdi, mallarınıza, ailelerinize ve yaşamlarınıza yarım yamalak bile sahip olmak, size büyük bir mutluluk gibi gözüküyor. tüm bu zarar, bu kötülük, bu yıkım size düşmanlardan gelmiyor; hiç kuşkusuz tek bir düşmandan, yani öylesine yücelttiğiniz, uğrunda cesaretle savaşa gidip kendinizi ölüme atmaktan çekinmediğiniz o kişiden geliyor. size böylesine hakim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye sahip de değil. yalnızca sizden fazla bir şeyi var: o da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? sizden almadıysa,nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinizde nasıl iktidarı olabilir? sizinle anlaşmadıysa sizin üstünüze gitmeye nasıl cesaret edebilir? kendinize ihanet etmeseniz, sizi öldüren bu katilin yardakçısı olmasanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yataklık etmeseniz o ne yapabilir? zarar versin diye meyvelerinizin tohumunu dikiyorsunuz. hırsızlıklarına eşya sağlamak için evlerinizi doldurup döşeyip, kızlarınızı da şehvet tutkusunu tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz. çocuklarınızı onlara yapabileceği en iyi şey olan savaşlarına götürsün diye, katliama götürsün diye, onları tutkularının uşakları ve intikamlarının uygulayıcıları yapsın diye büyütüyorsunuz. derin haz duygularını incelikle ele alabilsin ve pis ve rezil eğlencelerinin içinde yuvarlanabilsin diye ölesiye çalışıp bitkin düşüyorsunuz. onun daha güçlü ve sert olması ve böylece dizginleri daha da sıkması için kendinizi zayıflatıyorsunuz. hayvanların bile sezinleyemeyeceği ya da katlanamayacağı tüm bu kötülüklerden kurtulabilirsiniz. bunun için kurtulmaya çabalamanız gerekmez, yalnızca kurtulmak istemeniz yeterli olacaktır. kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir. onu itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. fakat yalnızca onu desteklemeyin; işte o zaman onun altından kaidesi çekilmiş bir colosse gibi tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz."
  • “sizin üzerinizde hâkimiyet kurmak isteyen bu kişinin de sâdece iki gözü, iki eli, tek bir vücûdu vardır, şehrinizdeki yaşayanlar arasından en az bir adamın sâhip olduğundan fazla değil; o, gerçekten, sizi yok etmek için ona verilen güçten daha fazla bir şeye sâhip değildir.

    eğer onlara kendininkileri vermezsen, o seni gözetlemek için yeterli gözü nereden bulacak? senden ödünç almamışsa, seni yenmek için bu kadar çok kola nasıl sâhip olabilir? şehirleri ezdiği ayaklar senin değilse onları nereden aldı? senin yardımın olmadan senin üzerinde nasıl güce sâhip olur? eğer onunla işbirliği yapmasaydın, sana saldırmaya nasıl cesâret ederdi? eğer sen kendin, seni soyan hırsızla dolap çevirmeseydin, seni ödüren kâtilin suç ortağı olmasaydın, sizler vatan hâini olmasaydınız, o size ne yapabilirdi?

    daha fazla hizmet etmemek için çöz ve bir defâda kurtul!”
    etienne de la boetie
  • la boétie sanki bizim milleti gözlemleyerek yazmıştır kitabı...
  • istanbul'daki sahaflarda arayıp bulamadığım kitaplar listesinde başı çekmektedir kendisi. bulana ve bana iletene (bkz: yok mu bu garibanı sevindirecek) kısmi olarak gönüllü kulluk yapabilirim. o kadar bulamıyorum yani.
  • okumaya başladığım kitaptır. gerçekten güzel bir eserdir.

    "... her şeyin yalnızca tek bir kişiye ait olduğu bir yönetim biçiminde kamusallık namına bir şey olduğuna inanmak epey zor."

    boetle'nin bu ifadesi üzerine ben de kendi yorumumu yapayım. bir ülkede her şey tek bir kişi üzerinden dönüyorsa o ülkenin en zayıf kişisi güçlü zannettiğimiz o insandır. bilinir ki bir cezaevinin en tedirgin insanı, cezaevinin müdürüdür.
  • "halk bir kez kulluklaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutuyor ki artık onun uyanıp tekrar özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız oluyor.üstelik halk çok içten istekli bir biçimde hizmet ediyor.bu durumu gören onun özgürlüğünü değil de köleliğini kaybettiğini sanır."
  • köle olma sanatı adıyla yazarın yaşamından ve felsefesinden bahsettiğim içeriği izlemek isterseniz burada

    girizgâh
    genç düşünür etienne de la boetie, “gönüllü kulluk üzerine söylev” adlı bir makale ortaya koyduğunda siyaset felsefesinin tartışmalı isimlerinden biri haline geldi. o kaleme aldığı bu çalışmasıyla birçok köyün, birçok şehrin ve birçok ulusun acılar içinde olmasına rağmen nasıl oluyor da hala bir tirana hizmet etme eğiliminde olduğunu anlamaya çalışıyor. siyaset felsefesi okuyan öğrencilerin, tıpkı prens kitabı gibi eline ilk aldığı eserlerden biri olan “gönüllü kulluk üzerine söylev” kitabı üzerinden boetie’nin kölelik felsefesine hep beraber göz gezdirelim.

    yaşamı
    étienne de la boétie, 1530 yılında fransa’nın sarlat kentinde dünyaya geldi. monarşi yanlısı bir ailesi vardı fakat kendisi çok erken yaşta yetim kaldı, bu yüzden papaz amcası tarafından büyütüldü. boetie çok zeki ve çalışkan bir gençti.
    küçük yaştan itibaren şiirler ve düz yazılar kaleme alıyordu. 23 yaşına geldiğinde orleans üniversitesi hukuk fakültesinden mezun oldu.

    mezuniyet sonrası yaşı tutmamasına rağmen bordeaux parlamentosundan davetler aldı ve bu daveti kabul etti. burada büyük düşünür (bkz: montaigne) ile tanıştı ve ikili birlikte çalışmaya başladı. çok sıkı dost olmuşlardı. birlikte saatlerce edebiyat, sanat ve felsefe alanında tartışmalar yapıyorlardı. bu sıkı bağ çevredeki insanların dedikodu yapmasına sebep oluyordu ama onlar hiçbirine kulak asmıyordu.

    boetie’nin en büyük çalışması 20 yaşındayken kaleme aldığı ve bugün, bütün dünyada ölümsüz eserler arasında gösterilen “gönüllü kulluk üzerine söylev” adlı kitabıdır. kitap, başta tolstoy gibi pasifist anarşistlerin ve sivil itaatsizliği savunanların ilham aldığı en önemli eserlerden biri olmuştur.

    felsefesi
    homeros bir gün halka konuşurken odysseus’un yunanlara, “birkaç efendi olması iyi değildir, efendimiz tek olsun,” dediğini anlatır. sadece, “birkaç efendi olması iyi değildir,” demiş olsaydı bundan daha iyisi olmayacaktı. işte gönüllü kulluk üzerine söylev kitabı bu cümleyle başlıyor. insanın geçmişten bugüne kadar bir efendiye muhtaç olduğunu göstermesi açısından bu örnek çok yerindedir.

    yazar bu eseriyle efendiyle kölelik arasındaki ilişkiyi irdelemeye çalışırken, halkların neden tek bir tirana boyun eğme eğilimi içinde olduğunu açıklamaya çalışıyor. ona göre halklar tirana kulluk ederken bunu zorla değil, gönüllü olarak yapıyorlar.

    çünkü insanların sefil bir şekilde köleleştirildiğine, kesinlikle birileri tarafından zorlanmadan, büyülenmiş bir şekilde ve acınası bir boyunduruğa başları eğikçe tabi olmuş olduğuna, hatta bu insanların son derece zayıf karakterli olduğuna inanıyordu. bu insanlığın en büyük zayıflığıydı.

    yazar kolaya kaçıp sadece tiranları inceleyebilirdi ama öyle yapmadı, o tirana köle olmayı seçen insanları incelemeyi tercih etti ve rahatsız edici sorular sormaya başladı. binlerce insan, onlarca şehir ve birçok ulus neden bir tirana hizmet ediyor? halklar, tiranın ona verdiğinden başka bir güce sahip değil midir? işte bu sorular eseri okuyan herkesin üzerinde uzunca düşündüğü, insanı geren ve baskılayan sorulardır.

    fakat boetie umutsuz ve karamsar değildir. halkların tiranlardan kurtulabilmesinin çok basit bir yolla mümkün olduğunu söyler. ona göre tiran ne kadar yağmalarsa o kadar talepkâr olur, ne kadar yakıp yıkarsa bir o kadar daha arzular. böylece daha çok güçlenir ve her şeyi yakıp yıkmaya daha hazır hale gelir. çünkü bu tirana o gücü veren, bizzat halkın kendisidir.

    oysa halk tirana kulluk etmeyi bıraktığı anda bütün gücü silinip gidecektir. yazar bu duruma düşen tiranı, kökünden besinleri alamayan bir ağaca benzetir. böylece yeterince beslenemeyen ağaç ölecektir ve kuru bir daldan başka bir şey olmayacaktır.

    “sadece kulluk etmemekte kararlı olun, özgür olursunuz. sizin onu itmenizi veya onu sarsmanızı istemiyorum, sadece onu taşımayı bırakın ve göreceksiniz, kaidesi altından alınmış kocaman dev bir heykel gibi, kendi ağırlığıyla düşüp parçalanacaktır.”

    yazara göre insanlar kendi tabiat ilkelerinden uzaklaşmışlardır. eğer bu ilkelere tabi olsalardı doğal olarak ebeveynleri hariç hiç kimseye itaat etmez ve hiç kimsenin kölesi olmazlardı. gönüllü kulluk genellikle alışkanlıktan kaynaklanır bu sebeple ailenin kulluğu çocuklara da sirayet eder ve kölelik nesilden nesle aktarılır.

    bu felsefenin kuşkusuz en acı verici yanı insanları hayvanlarla karşılaştırdığı bölümdür. çünkü bütün hayvanlar özgür doğar ve özgürlüğü elinden alındığı zaman buna karşı koyabilecek cesareti gösterir. bir balığın doğası sudur. onu sudan çıkardığınızda anında ölecektir.

    hayvanlar en büyüklerinden en küçüklerine kadar özgürlükleri elinden alındığında, kimisi gagasıyla, kimisi toynaklarıyla, kimisi boynuzlarıyla kimisi de tırnaklarıyla direniş gösterir. onlar özgürlüğünün elinden alınmasına daha ilk anda itiraz ederler çünkü kaybettikleri şeyin ne kadar değerli olduğunu bilirler.
    güçsüzlükleri sebebiyle yakalanmaktan başka çareleri kalmadığında, elinden alınan özgürlüklere karşı mutsuzluklarını göstermekten çekinmezler, kulluktan hoşlanmadıklarını gerektiğinde sızlanarak gerektiğinde durgunlaşarak göstermeye devam ederler.

    bir filin insanlar tarafından yakalandığında dişlerini ağaçlara çarparak özgürlüğü için pazarlık etmesi, bir atın mahmuzlandığında çifte atması ya da bir kuşun kafesinde avaz avaz bağırması… bu kendi varlığından haberdar olan her canlının tutsaklığı felaket olarak görmesinden başka bir şey değildir. fakat insanlar alıştıkları için tutsaklığı gönüllü olarak kabullenmişlerdir ve buna karşı koymakta oldukça aciz oldukları gibi gerçek özgürlüğün tadına hiçbir zaman varamamışlardır.
    **

    tiranlar koltuklarını sağlama almak için sadece halkı kulluğa alıştırmakla kalmazlar. aynı zamanda kendilerine sanki dini bir törenmişçesine tapınmalarını da sağlarlar. halkın kaba ve cahil kesimi de bu tiranlara hemen tapınmaya başlar çünkü onlar köleliğe doğuştan hazırdırlar.

    yazara göre tirana yaklaşmak bile özgürlükten feragat etmektir. kulluğun iki elini sıkıp, onu kucaklamaktır. oysa bir an için ihtiraslarını bir kenara bıraktıklarında, para tutkusundan koptuklarında ve tirana hizmet etmekten vazgeçtiklerinde gerçek mutluluğun ve özgürlüğün ne olduğunu göreceklerdir.

    tirana bütün ayrıcalıklar halk tarafından verilir. bu sadece itaatle alakalı değildir. onun dediğini yapmak da yeterli değildir, onun düşündüğü gibi düşünmek gerekir. onu hoş tutmak, işlerini halletmek, onun hazzına göre yol almak, kendi zevklerinizden feragat edip onun zevklerine odaklanmak, onun sesine ve bakışlarına dikkat kesilmek, onu taklit etmek ve onun düşüncelerini keşfetmek gerekiyor. bu mutlu bir şekilde yaşamak mıdır? ya da daha doğru bir tabirle, bu yaşamak mıdır? işte yazarın sorduğu can alıcı sorulardan biri de budur!

    kuşkusuz tiran asla sevmez ve asla da sevilmez. gaddarlığın, hainliğin ve adaletsizliğin olduğu yerde de dostluk olmaz. dolayısıyla tiranlar aslında yalnız olduklarını bilirler ama yine güçlerinden bir şey kaybetmezler.
    tiranda sağlam dostluk aramak beyhude bir çabadır. fakat hırsızlık yaparken işler değişir. ganimet paylaşımında iyi niyetler sergilenir ve hepsi yoldaş ve eşittir. onlar birbirlerini sevmeseler bile zarar vermezler çünkü hırsızlar bölünerek güçlerinin zayıflamasından çok korkarlar.
    **

    işler kötü gittiğinde halk faturayı yine de tirana kesmez. ilginçtir ki, maruz kaldıkları kötülüğün suçunu bu tiranı yönlendiren yardımcılarında, yöneticilerinde ve hatta kendilerinde bulurlar. sövgüleri, hakaretleri, bedduaları hep bunlaradır. çünkü cahil halk sadece tirana gönüllü kulluk yapar, onun dışındakilere değil.

    insanlar yalnızca özgürlüğü arzulamazlar, çünkü öyle görünüyor ki bunun tek nedeni istemiş olduklarında özgürlüğün zaten ellerinde olmasıdır. sanki sırf edinilmesi çok fazla kolay olduğu için bu kıymetli şeyi küçümsüyorlar.

    genç düşünür, “köleleştirildiği andan itibaren halk özgürlüğünü öyle çabuk ve kesin bir şekilde unutur ki, onu tekrar alabilmek için uyanması çok mümkün olmaz. bu insanlar öyle özgürce ve gönüllüce kulluk eder ki ona baktığımızda sanki özgürlüğünü kaybettiğini değil de köleliği kazandığını sanarız.” diyor.

    ölümü
    boetie bu eseri kaleme aldığında henüz 20 yaşındaydı. o bu yaşlarındayken çok güvenilir bir isimdi. öyle ki katolikler ve protestanlar arasındaki din savaşlarını müzakere etmesi için o seçilmişti. 20’li yaşlarda böyle muazzam bir kitabın ortaya çıkması oldukça ilginçti. eseri inceleyenlerin kitap hakkında olumsuz yorum yapmaması da, insanların içeriğin doğruluğuna olan inançlarını biraz daha güçlendiriyordu.
    yazarın yaşamı dönemin en yaygın hastalığı olan tüberküloz sebebiyle tamamen alt üst oldu. 1563 yılında yani henüz 33 yaşındayken hastalığın pençesine düşmüştü ve kurtuluş yolları aramaya başlamıştı.

    yakın dostu montaigne “(bkz: denemeler)” kitabında onun için: “ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle yürüdü, birbirini o kadar coşkun bir sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine öyle açıldılar ki, ben onun ruhunu benimki kadar tanımakla kalmıyor, kendimden çok ona güvenecek hale geliyordum.” demişti.
    kurtuluş için çare bulamayan genç düşünür etienne de la boetie aynı yıl içinde yaşama veda etti.
hesabın var mı? giriş yap