• sinema tarihinde belki de hiç bir yönetmen francois truffaut kadar sanatıyla iç içe yaşamamıştır. truffaut, özyaşam öyküsüyle filmlerinin senaryoları arasındaki çizgiyi ortadan kaldıran radikal bir tavır takınmış ve film sanatının, sanatçının kendi yaşantısından yola çıkması gerektiğini ateşli bir şekilde savunmuştur. yirmiden fazla filme imza attığı kariyeri boyunca truffaut, temellerini oluşturduğu yeni dalga akımının sinemadaki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. truffaut'nun sinema sanatın ihtiraslı ve kişisel yaklaşımını, doğduğu ve büyüdüğü çevre şekillendirmiştir.

    sıradan insanlar için sıradan filmler çektiğini söyleyebilecek kadar mütevazi, sekiz yaşından beri sinemanın sıkı takipçisi, fransanın dahi çocuğu francois truffaut 1932'de paris'te doğar. gözlerini açtığında tıpkı filmlerinde rastlanan türden zorlu bir çocukluğa merhaba der. annesi janine de monferrand, oğlu francois'yi dünya getirdiğinde daha onyedi yaşındadır ve çocuğunu birlikte büyütebileceği bir eşi yoktur. orta sınıftan saygıdeğer bir ailenin kızı olan janine, gayrı meşru dünyaya getirdiği francois'nin doğumundan on sekiz ay sonra dekoratör ve mimar roland truffaut ile evlenir. roland küçük çocuğa truffaut soyadını verir ve nüfusuna aldırır. truffaut yaşamının ilk on sekiz ayını bir sütanne yanında geçirir ve daha sonra anneannesinin evine yerleştirilir.

    annesi janine tiyatro, sinema ve kitaplarla ilgilidir. üvey babası ise tam bir dağcılık tutkunudur. zaten genç çift bir dağcılık kulübü olan club alpin'de tanışmıştır. genç çift minik oğullarına yaşamlarında yer vermek istemez ve sonuçta francois sekiz yaşına kadar anneannesinin yanında yaşar. sık sık hastalanan, zayıf yapılı bir çocuktur ve zamanın büyük kısmını evde kapalı geçirir. büyükbabası son derece otoriter bir insandır ve evde küçük truffaut'nun uyması gereken katı kurallar konulmuştur. genç teyzeleri ile birlikte kitaplar ve müzikle dolu bir evde yetişen truffaut, anneannesinin ölümünden sonra istemeyerek de olsa evine geri döner. çocukluğunun geri kalan kısmını geçireceği bu ev, ileride çekeceği fimlere esin kaynağı olacaktır.

    francois'nin aralarına katılması konusunda ısrarcı olan annesi değil de üvey babasıdır. eve dönmesi konusunda annesinin gösterdiği isteksizlik, istenmediği ve sevilmediği duygusu truffaut'nun kişiliğinde derin izler bırakır. her şeye rağmen genç ve güzel annesini özgür ruhu onu derinden etkiler ve kendisinde hayranlık uyandırır. annesiyle arasındaki karmaşık ilişki, gerçek babasının bir başkası olduğunu öğrenmesiyle daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüşür.

    truffaut bir röportajında şöyle der: "annem evde ses olmasına dayanamazdı ya da daha doğrusu, bana tahammül edemezdi demeliyim. sanki orada okmuşum gibi davranmalı ve bir köşede kitap okumalıydım. oyun oynamaya ya da gürültü çıkarmama izin yoktu. benden etraftakilere varlığımı unuturmam beklenirdi." truffaut'nun kitaplarla arasındaki özel ilişkinin temelleri işte bu ortamda pekişir. ileriki yıllarda yöneteceği birçok filmde kitap teması önemli bir yer tutar ve bir çok filmi de kitap uyarlamalarından doğar.

    hayatının her döneminde okumaya tutkun olan truffaut'nun okul yılları iyi başlar ancak sık sık okul değiştirmesi ve ailesinin ilgisizliği sonucu başarısı giderek düşer. sonunda okul hayatı sürekli derslerden kaçmak ve bu vakitlerde sinemaya gitmekle geçer. truffaut'nun sinemada izlediği ilk film, yönetmen abel gance'in kayıp cennet ( paradis perdu/1940) adlı filmdir. ilk kez sekiz yaşında izlediği bu filmi truffaut daha sonra sekiz kez daha izleyecektir. on iki yaşına geldiğinde truffaut haftada 2-3 film izlemektedir. izleyecek yeni bir film olmadığında, sevdiği filmlere tekrar tekrar gitmekten zevk alır. kendi anlattığına göre, bu dönemde 2. dünya savaşı sonrasının en önemli yönetmenlerinden henri- georges clouzot'nun skandal filmi karga'yı ( le corbeau/1945) on üç kez, yönetmen sacha guitry'nin aldatmanın romanı (le roman d'un tricheur/1936) adlı filmini on iki kez izlemiştir. artık ergenliğini eşiğindeki truffaut için hayat sinemadan ibarettir.

    50'li yılların ikinci yarısında avrupa'daki yeni dalga akımının öncülerinden olan françois truffaut'nun sinema serüveni ünlü "cahiers du cinema" dergisinde film eleştirmeni ve sinema tarihçisi olarak başladı. truffaut'nun 1954'te dergide yayınlanan ve bir filmin asıl yaratıcısının yönetmen olduğunu savunan "auteur teorisi", bir nesile ilham kaynağı oldu. o dönemlerde kısa filmler yapmaya başlayan truffaut, ünlü yönetmen roberto rossellini'nin asistanlığını yaptıktan sonra 1959'da ilk filmi "400 darbe"ye imza attı. yarı otobiyografik film, jean pierre leaud'nun oynadığı antoine doinel'in zor geçen ergenlik dönemini öykülüyordu. yönetmene en iyi senaryo oscar adaylığı ve cannes'da en iyi yönetmen ödülü getiren filmden sonra truffaut, zaman zaman doinel'e geri dönecek ve hep leaud'nun oynadığı karakterin yetişkinliğe geçişini sinemaseverlere sunmaya devam edecekti.

    "400 darbe"nin ticari ve eleştirel anlamdaki başarısı truffaut'nun uluslararası arenada tanınmasını sağladı. sonraki filmi "tirez sur le pianiste" (1960), b-sınıfı amerikan filmlerden esinlenmiş, hınzır bir zeka ve teknik erdemlerle zenginleştirilmiş daha karmaşık bir duyarlılık yansıtıyordu. 1. dünya savaşı sonrası yıllarda iki erkek, bir kadın üç arkadaşın öyküsünü anlattığı "jules et jim" ise daha sonradan bazı eleştirmenlerce truffaut'nun en iyi filmi olarak nitelendirilecekti.

    "400 darbe" ve "jules ve jim"de, jena renoir'a saygı gösterisinde bulunan truffaut'nun "tirez sur le pianiste" ve birçok diğer filmi onun daha karanlık, daha ironik yüzünü sergileyecekti. "la peau douce", "la sirène du mississippi", "vivement dimanche" ve özellikle "baisers volés", onun amerikan gerlimlerine duyduğu ilgi ve sevgiyi yansıtırken, ray bradbury'nin ünlü "fahrenheit 451"ini sinemaya uyarlayarak bilim-kurgu türünü; "l'enfant sauvage", "l'histoire d'adèle h.", "la chambre verte" ve "le dernier metro - son metro" ile de dönem filmlerini ele alacaktı. "kadınları seven adam" ve "la femme d'à côté"de ise truffaut aşk acılarını öykülüyordu.

    bazı eleştirmenler truffaut'nun son dönem filmlerinin, ilk dönemindeki kalitenin çok altında kaldığını söyleseler de joseph mcbride, "eğer truffaut'nun ilk eserlerindeki olağanüstü kamera hareketleri, nefes kesen kurgu ve keyif duygusu, daha sonraki filmlerinde daha az belirginse bunun sebebi anlatım ve tarzda daha bilinçli bir yaklaşım ve duygusal zenginliğin artmasıdır" diyordu. truffaut, "la nuit américaine" ile 1973'te en iyi yabancı film oscar'ını kazandı, en iyi yönetmen ve senaryo dallarında oscar'a aday gösterildi.

    truffaut, sadece kameranın arkasında kalmadı; zaman zaman oyunculuğa da soyundu. "l'enfant sauvage", "la nuit américaine" ve "l'histoire d'adèle h."de küçük roller üstlenen truffaut, "la chambre verte"de başrole soyunurken, steven spielberg'in "close encounters of the third kind- üçüncü türle yakınlaşmalar"ında da bir başka yönetmenle oyuncu olarak çalışmış oldu.

    yeni dalga'nın en önemli isimlerinden, "auteur teorisi"nin babası truffaut, 52 yaşında bir beyin tümörü yüzünden ölmeden önce "küçük hırsız" filmi üzerinde çalışmaktaydı. truffaut'nun vasiyet filmini daha sonra claude miller beyazperdeye aktardı.

    **
  • çocukluğunu temize çekmiş olan yönetmen..
    mutsuz bir çocuklukla ne yapar insan? françois truffaut filmini yapmıştı..
    les quatre cents coups-1959 (400 darbe) truffaut'nun çocukluğunu anlatan yarı otobiyografik bir çalışmadır.
    annesi tarafından sevilmemiş, babasını hiç tanımamış biri olarak düştüğü yerden iyi doğrulmuştu. yönetmenliği sırasında çocuklarla çalışırken çocukları sevdiği belli oluyor, çocuklarla kolay çalışıyordu. bir dostu "çocuk onun setinde kutsaldı" demişti. çocuklarla konuşurken onların göz hizasına kadar çömeliyor, göz teması kuruyordu. bazen kamerayı onlardan biriyle kullanıyordu. kendisine yapılmayan ne varsa, yapıyordu.
    truffaut kendini böyle iyileştiriyordu. sayısız kırıklık, ıslahevi.. kimisi kaçardı öyle çocukluktan, en derinlere gömerdi ama o, yıllanmış o kurşunu yaradan çıkarıp, pansuman yapıyordu. hâlâ kanıyor olabilir miydi yarası, kim bilir?

    les quatre cents coups'taki antoine doinel karakterini kolay bırakmadı truffaut, baisers volés, antoine et colette, domicile conjugal, l'amour en fuite.. bu karakterin sonraki yıllarını da anlatmayı sürdürecekti. doinel ve truffaut.. artık doinel biraz truffaut'oydu, truffaut da doinel.
    özel dedektif tutmuş, babasının kim olduğunu bulmuştu sonunda. "levy".. bir diş hekimiydi. iki taraflı hayal kırıklığından korktuğundan tanışmak istememişti.

    okuma ve sinema tutkusu büyükannesi ile yaşarken oluştu. zaman içinde, büyükannenin kaybından sonra büyüdü, sığındığı liman oldu. okuldan kaçıp sinemaya gidiyordu. kitapçılarda kayboluyordu, eski kitapları, klasikleri seviyordu; balzac aşkı vardı, yazmayı da seviyordu, özellikle gençlik yıllarında kendini yazarak ifade ediyordu. "mahcup bir karakteri olduğundan konuşmak yerine mektup yazardı. "demişti ona yakın biri.

    öfkeliydi, her şeye öfke duyuyordu. işte tam o sırada andré bazin sinemaya yatkınlığını keşfetti ve onu sinema eleştirileri yapmak üzere cahiers du cinéma'nın kadrosuna kattı. bazin, truffaut için hasret kaldığı baba figürüydü. askerden kaçtığında onu hapisten bazin kurtarmış, evinde konuk etmiş, kol kanat germişti. o da, les quatre cents coupsu bazin'e ithaf etmişti.

    sivri dilliydi truffaut.. geleneksel ve bayat hatta fazla elitist bulduğu fransız sinemasını yerden yere vururken tüm dikkatleri üzerinde topluyordu. ona göre, sinema ve yönetmen kalıplardan uzak, senaryo yazarlığı, diyalog oluşturma, çekimlerin stüdyolardan sokağa taşınması, el kamerası kullanılarak doğaçlama, daha gerçekçi planlar yaratılması da dahil, daha özgür, daha yaratıcı olmalıydı. böylece yeni dalga'nın teorik alt yapısını oluşturuyordu.
    daha önceki yıllarda başarısız birkaç girişimini saymazsak böyle başlamıştı aktif sinema serüveni.. ve bir de kayınpederinin "oğlum, madem bu kadar çok şey biliyorsun, neden kendin oturup bir film çekmiyorsun?" meydan okuması etkili olmuş olabilir.. truffaut 1959'da, henüz 26 yaşındayken cannes'da en iyi yönetmen ödülünü alırken nouvelle vague - yeni dalga'nın kral tahtına oturuyordu. o cannes ki, bir yıl önce ona fransız sinemasına ağır eleştirileri nedeniyle festivali izleme yasağı getirmişti.
    1970'lerde patlayan yeni dalga'nın yönetmenlerinden godard ve rivette'ten ayrılacak, sanatsal açıdan taviz vermeyen filmlerine devam edecekti; böylece ticari açıdan batıyor fakat sinematografik açıdan hayran kitlesi büyüyordu.
    sinemaya adanmış bir hayattı truffaut'nunki.. filmler yaşamdan daha önemliydi.. öyle demişti..

    "asi" diyenler vardır onun için. eşi "asiden çok, boyun eğmeyen biriydi" demişti.
    asistanına göre ise, aslında nazik biriydi, kendisine has nezaketi olan biri ve varlığı fark edilen, yokluğu hissedilen, bulunduğu her yerde iz bırakan biriydi.

    sartre ile birlikte cezayir'in özgürlük mücadelesini desteklemişti. kadına kürtaj hakkı tanınmasında simone de beauvoir'ın yanında yer almıştı.
    beauvoir, godard ve sartre ile birlikte o dönem yasaklanan "la cause du peuple" isimli gazeteyi sokaklarda dağıtmıştı.
    68'de yine cannes'da işçi ve öğrenci hareketini desteklediği için lelouch ve godard ile birlikte festival'in durdurulmasını talep etmişti.
    evrenseldi.. bir söyleşisinde * *"yüzde yüz fransız hissetmiyorum kendimi, doğrusu kökenime dair tüm gerçeği de bilmiyorum. hiçbir zaman oy izin belgemi çıkartmaya çalışmadım, yani oy kullanamıyorum" diyecekti. siyaset, evin temizlenmesi, küllüklerin boşaltılması ile aynı şeydi. ne yapılması gerekiyorsa o yapılırdı. vatanseverliğin onda bir karşılığı olmadığı gibi, dinlere de inanmıyordu. "benim dinim sinemadır. ben charlie chaplin ve benzerlerine iman ediyorum." diyordu.

    robert schnakenberger'in "büyük yönetmenlerin gizli hayatları" kitabında belirttiğine göre, patolojik derecede kadınlara düşkün olan truffaut, sinema tarihinin en hareketli yönetmen yataklarından birine sahip olmakla ün salmıştı. jeanne moreau, julie christie, fanny ardant ve jacqueline bisset. hem catherine deneuve, hem de ablası françoise dorléac ile ilişki yaşamış ve tüm bu süreçte evliymiş. "1.69 boyunda bu utangaç adam kadınlar tarafından çekici bulunuyordu" buyurmuş yazar. truffaut bir keresinde, "hayatta bir erkekle akşam yemeği yemem" bile demiş. "bu benim, hitler ve sartre’la ortak noktam.."
    evliliği de çocuklara rağmen çok sürmemişti zaten.

    son dönem filmlerinin ilk filmleri kadar kaliteli olmadığını iddia edenler olsa da, truffaut, la nuit américaine ile 1973'te en iyi yabancı film oscar'ını kazandı. bir aşk üçgeninin içinde dostluk temasının işlendiği jules ve jim ise, bazı eleştirmenlere göre, en iyi filmlerinden biri.
    oyunculuğu da vardı, spielberg'ün üçüncü türden yakınlaşmalar başta olmak üzere kendi filmlerinde de ufak tefek roller almıştı.
    belgeselinde, kafasında 30 kadar aşk filmi olduğunu, gelecek 35 yılda çekeceğini söyleyen truffaut için her şey 1983'te bir inmeyle değişti, beyin tümörüydü.. 84'te hikâyesi bitti, kafasında bitmemiş sayısız hikâye ile..

    1979 yılında don allen ile yaptığı söyleşide "ömrüm boyunca emin olduğum tek şey, belgesel türünün benim sinema zevkimin düşmanı olduğuydu. hayatımda hiç belgesel çekmedim, umarım da çekmem." demişti. film kusurlu olmalıydı. kusursuz olduğunda, belgesele dönüşüyordu ve belgesel de sıkıcıydı ona göre..
    ilginçtir, benim bildiğim onunla ilgili iki belgesel var ve bu yazının bazı bölümleri asi truffaut olarak dilimize çevrilen (bkz: françois truffaut l'insoumis)belgeselden akılda kalanlar..
  • françois truffaut bir yönetmen oluşunu andre bazin'e borçludur. bazin'in ölümünden sonra sinema yazılarının toplandığı "sinema nedir" adlı kitabın önsözünün ilk paragrafına şöyle başlar truffaut: "andre bazin avrupalı sinema yazarlarının en iyisidir. onunla tanıştığım 1948 yılında, onun manevi oğlu oldum. yaşantım boyunca yapabildiğim ne varsa, hepsini ona borçluyum." ilk ve en önemli filmi olan "400darbe"deki çocukluğun neredeyse aynısını yaşamıştır; fakat mutsuz çocukluğu hakkında hep susmayı tercih etmiştir..o yıllara dair kendisi hakkında bilinenler 14 yaşında okuldan atılmış, bir fabrikada yaklaşık bir sene çalışmış, daha önceki yıllardan da bir "ıslahevi" tecrübesi olan truffaut orada da "ıslah" olmamış olacak ki "askerlik hizmetini" red ettiği gerekçesiyle bir yıl hapis yemiştir. 400darbe ile anlattığı "antoine doinel" karekterini daha sonra ki filmlerinde de anlatır..kahramanın önce topluma düşman, toplumun çemberin dışına ittiği biriyken, dingin mutlu bir aile yaşantısana geçişini anlatır bu filmler...kaybedenlerin dostu kazananların düşmanıdır truffaut..400darbede yine okulu kırdıkları bir gün arkadaşı sorar: "peki ne yapmayı düşünüyorsun?" doinel'in cevabı "ailem beni askeri okula göndermeyi düşünüyor..bense istemiyorum..bilmiyorum..denizi hiç görmedim..gemilerde çalışabilirim." izleyenler bilir film bir deniz kıyısında hüzünlü bir bakışla biter.. o filmden bize kalan:çocuklar her zaman haklıdır ve çocuk suçlular, tinerciler selpak satanlar türediyse bir toplumda, alt tabakada bir problem yoktur..ama üst tabakada(yöneten/yönlendiren) bir şeyler değişmelidir..
  • her filminin bir tek filmin parçası olduğunu düşünen ve vakti zamanında "yönetmen tüm yaşamında yalnızca bir film yapar. sonra onu bir kaç yıl arayla parçalara böler" demiş bir insan.
  • "citizen kane'i ilk gördüğümde, yaşamımda hiç kimseyi bu filmi sevdiğim gibi sevmediğimden hiç kuşkum yoktu. bu duygumu, les quatre cents coups'de antoine'ın balzac'ın resminin önünde mum yaktığı sahneyle anlattım."
  • pek sevdiğim fransız yönetmen.

    kendisiyle tanışmamızın değişik bir hikayesi var. yaklaşık 10 yıl önce barış manço'nun eski bir röportajını okumuştum. oldukça uzun ve keyifli bir söyleşiydi. bir kısmında sinemayla ilgili konuşulmuştu. o dönem vizyonda olan filmlerden falan bahsedilmişti. laf arasında barış manço o tarihten yanılmıyorsam 4-5 yıl önce çekilmiş olan close encounters of the third kind filminden bahsetmişti. işte farklı, bence güzel olmuş bir filmdi gibisinden bir şeyler söylüyordu. barış manço'yu çok acayip sevdiğim için kendisinin hakkında güzel şeyler söylediği bu filmi izlemek istedim (evet o zaman için 25 yıl önce çekilmiş olan o filmi televizyonda bile izlememiştim hiç.). zaten filmin adı benim ilgimi çekmek için yeterliydi (bkz: #29027369). sonra yıllar geçti, güz yaz oldu. bundan yaklaşık 2 yıl önce close encounters of the third kind filmini izleyebildim sonunda. işte farklı, güzel bir filmdi. ama filmdeki ekibin fransız başkanı claude lacombe ekstradan ilgimi çekti. fransızca konuşan bu sevimli adamı pek sevmiştim. zaten okuduğum kitaplar, izlediğim filmler vb. hakkında adetimdir; sözlükte ne var ne yoksa onun hakkında mutlaka okurum, sıkılıncaya kadar da başka kaynaklardan araştırmaya devam ederim. işte bu filmle ilgili yazılanları okurken claude lacombe karakterini canlandıranın yönetmen françois truffaut olduğunu öğrendim. sonra kendisi hakkında biraz daha araştırma yaptım ve les quatre cent coups filmini izleyerek işe başladım. çok beğenince de antoine doinel serisine devam ettim. l'amour en fuite' e kadar antoine'a eşlik ettikten sonra tirez sur le pianiste'e döndüm ve kronolojik olarak bütün filmlerini izledim. bazı filmlerinin türkçe altyazısı olmadığından, üstü tozlanmış ingilizcemle ingilizce altyazılı izledim (bkz: #28157939). ronald bergan'ın röportajlarından derlediği kitabı okudum. sonuç olarak çok sevdim ben françois truffaut'u. çevremdeki insanlara bahsettiğimde "ne anlıyorsun bu sıkıcı filmlerden?" gibi tepkiler alsam da, kendimden bir şeyler bulduğumu hissettim filmlerinde. kendimi yeterince kültürlü ve bu konularda söz sahibi hissetmediğim için yeni dalga konularına falan hiç girmiyorum. mekanı cennet olsun.
  • "tout le monde a deux métiers: le sien et le critique de cinéma" (herkesin iki meslegi vardir: asil meslegi ve sinema elestirmenligi) demistir.
  • sinema konusunda yaptığı bir tanım ilginçtir. ona göre sinema, güzel bir kadını kameranın önüne yerleştirmek ve onun filmini çekmektir.
  • tapiyorum ben bu adama.

    her bir filmindeki insancilliga, basitlige, hic bir sekilde siritmayan kurgusuna/oyuncularina, sakinlige, az sey gosterip cok sey soylemesine tapiyorum. cocuklara duydugu sempatiye, trajik sonuclanan ask hikayelerini dramatiklestirmeden anlatmasina tapiyorum.

    filmlerinin cogunu izledim, ama halen ideal bir pazar gunum herhalde gun boyu 4 francois truffaut filmini ardarda izlemekten olusur. yapmali bunu, evet.
  • anne ve babası için "onlar kötü değil, yalnızca sinirli ve meşgul insanlardı" demiş. ayrıca on bir yaşındayken evden kaçan truffaut şunları demiş: "babam beni buldu, okula geri götürdü ve yaptığım her şeyi okul yetkililerine anlattı. ben bir yüz karasıydım. yaptığım her şey küçümseniyordu ve bu yüzden geri dönmedim. belediye kütüphanesine gider ve deli gibi balzac okurdum."
hesabın var mı? giriş yap