• mesela biz tişort giyiyoruz, ama kizamik olmusuz, ve terleyince de tüm kizamik mikrobumuz tişortun üstüne gecmis, o tişortu arkadasimiz giyince hastalaniyor.. ne oldu şimdi bu "azuş'un hastalikli tişortu arkadasini deli divane etti" diye gecildi gitti.. ama kodumun eski yunaninda olsa bu işler nesiller boyunca şanin yürüsün anasini satiim.. alegorilerde büyü "azuth'un tişortu" densin her icine girildiginde sorun cikartan duruma..

    mesela ben bugun bişi desem arkadaslarim inanmasa dediklerime "at yalani sikeyim inanani" derler gecerler.. ama ayni seyi antik yunanda yasayinca "cassandra kompleksi" oluyor.. cok muzdaribim bu konuda.. gercekten.. anneme hallensem "sapik" damgasi yiyecekken bugun, o zaman hallenenler simdi "oedipus kompleksi" ile taclandiriliyorlar.. adlari yuruyor.. bara gittiklerinde "o oedipus var ya bebegim, o benim işte.." diyerek kari kiz kaldiriyorlar.. hayir hepimiz bi gün toprak olucaz, öteki tarafta yazdigim kiza bu antik yunandan bi itoglu it gelirse "bi bakalim topugundaki tendonun ismi ne? dur adimi soyleyeyim rahat bul.. aşil!" diyip kizi gotururse, antik yunanmis, yari tanriymis demem sokarim orada bicagi.. öteki dünyada katil olurum..
  • beş başlıkta: bakmak, sormak, söylemek, saymak ve ermek.

    "... gayet basit bir olguyla başlayalım: antik felsefe, i. ö. 500 gibi başlamış, i. s. 500 gibi de pagan olmaktan çıkmış. nerden baksak 1000 yıllık bir tarih. dahası, 1500'lere gelinceye dek sahneyi i. ö. 4. yüzyıldan iki yunanlı filozof işgal etti: platon'la aristo. onların yapıtları ve onlar üstüne yazılan yorumlar latince, arapça ve ibraniceye çevrilmiş. ortaçağ'da yunanca felsefe yapanlar*, latince felsefe yapanlar*, arapça felsefe yapanlar* ve ibranice felsefe yapanlar* o ikisini otorite sayıyordu. demek ki antik felsefe unutuluvermiş hafif egzotik bir peşrev değil, uzantılarıyla birlikte felsefe tarihinin beşte dördünü temsil ediyor. tam da bu kadar uzun sürdüğü, bu kadar içimize işlediği içindir ki antik felsefenin bize neler getirdiğini ve hala hayatta ondan neler aldığımızı anlamak bize zor geliyor. kısaca anlatmaya çalışalım bakalım.

    "bakmak": yunanlar bize teorik* tutumu öğretti. ne demek bu? görmek, yalnızca ve yalnızca görmek. bundan daha az doğal bir şey olamaz. sürekli bir çaba gerektiriyor. çocukluğumuzda hep ne derlerdi bize? "elleme evladım, ellemeden bak!" yani bak ama olana bitene müdahale etme! bu da bize hiç doğal gelmezdi, sinir olurduk. yunancada theôrein demek, gösteride olmak demek, tiyatroda olmak demek. tiyatro da aynı kökten geliyor: tiyatro müdahale etmeden bakılan yer... daha kesin olarak theôrein bir şeyleri görmeye gitmek, örneğin olimpiyat oyunlarına temsilci olarak gitmek demekti.* bir şeyi bu teorik açıdan görmek için yerini yurdunu terk etmek, alışkanlıklarını bırakmak gerekiyor.

    yunandan önceki toplumlar kendilerini dünyanın hissedarı gibi hissediyorlardı; mısırlılara göre güneşin hareketinin yolunda gitmesi onların müdahalesine bağlıydı, örneğin ayinlerini ne kadar titizlikle yaptıklarına ya da basitçe kentte insanların birbirlerine ne kadar yardımcı olduklarına bağlıydı. dünyanın bize bağlı olmadığını, yaptığını bizsiz de yaptığını yunanlar anladı. bize gereksinmeden karşımızda duranı dile getirmek için de "doğa" sözcüğünü türettiler – bizim "fizik" sözcüğümüzün geldiği physis. bu doğanın dökümünü çıkarmaya girişti yunanlılar. onların gözünde felsefe bizim "bilim" dediğimiz şeyi kapsıyordu. yüzyıllarca göz nuru döktüler var olan ne varsa hepsinin kapsamlı dökümünü çıkarmak için: tanrılardı*, hayvanlardı*, bitkilerdi*, yıldızlardı*... herodotos'la birlikte bu soruşturmayı geçmişlerine yönelttiler – nitekim soruşturma sözcüğünün yunancası historia. başka ülkelere sıçradılar. kendilerine anlatılanları olduğu gibi benimsemeyip kendi gözleriyle görmek için kolları sıvadılar.

    "soru sormak": bir şeyi tutup onunla dilediğimizce oynamaktan geri durduğumuz zaman şöyle bir soru baş gösteriyor: "bu ne?" biraz tuhaf bir soru. çoğunlukla bu soruyu olsa olsa bir şeyin ne işe yaradığını bilmediğimizde soruyoruz, o şeyi kullanabilmek için soruyoruz. işte yunanlılar, şeyler önlerinde sırf bakılacak nesneler haline gelince bile bu sorunun peşini bırakmamış. sorunun anlamı da değişmiş o zaman: "bu gerçekten ne acaba?", "temelde nedir bu?" şeyler belki de göründükleri gibi değildir yani. dış görünüşler insanı aldatabilir. ötesine geçmeli...

    gerçeği duyudan gelen görünüşlerin dışında bir alana yerleştirdiğimiz ölçüde hepimiz yunanlıyız da. örneğin modern fizik, şeylerin gözle görülmez parçacıklardan oluştuğunu söylerken kendince bu bakış açısını üstlenir. eğer "var olan her şey var" ise ve eğer var olan her şey illa göründüğü gibi değilse, e o zaman bu kadar farklı görünen bütün bu şeyler acaba temelde tek bir gerçeklik olabilir mi?

    filozof adı verilenlerin ilki olan thales son çözümlemede şu varsayımı ortaya attı: her şey sudur. saçma da değil hani, görüyoruz işte su donup buz oluyor, sonra buharlaşıyor. bütün katılar ve gazlar aynı temel sıvıdan geliyor olmasın?

    thales'ten sonra yunanlı fizikçiler başka varsayımlar öne sürdü: başka öğeler, sonra sonra "ilk madde" denen tek bir madde öne sürüldü ya da demokritos gibi bölünmez parçacıklar öne sürenler oldu – ki bunların adı da bizim "atom"da hala. hangi varsayım olursa olsun, önemli olan şey var olan her şeyin bir olduğu düşüncesi. bu birlik belki gözlemle saptanamıyor ama aklın bir gereğine karşılık geliyor.

    "söz söylemek": insanın "yapıp ettiği" şeyler arasında öyle bir etkinlik var ki tam anlamıyla hiçbir şey "yapmıyor". bakış ne kadar teorikse, o da o kadar teorik: dil bu. bir şeylere bakmak nasıl şeylerde bir değişiklik yaratmıyorsa, bir şeylerden konuşmak da yaratmıyor. ama dil bakıştan ayrılıyor da: baktığım zaman hiçbir şey yapmıyorumdur, oysa konuştuğum zaman gene de bir şeyler "yapıyorum", yeni bir şeyler üretiyorum. yaptığım şey ne? gördürmek! "bir çiçek" diyorum ve herkes kafasında bir şeyler tasarlıyor. konuştuğum zaman, gözlerden gelmeyen bir tür bakışa nesneler sunmuş oluyorum. dolayısıyla yunan felsefesinin ikinci keşfi dil.

    insanlar konuşup yazmak için yunanları beklemedi tabii de, konuşup yazıyor oluşumuzdan çıkan sonuçları fark eden onlar oldu. dilin tutarlı şeyler gördürmesinin koşulları var, bu koşullar bir kere sağlama alınınca kolay kolay ortadan kalkmaz. ben "en uzun boylu insan" diyince tutarlı bir şey göstermiş olurum, çünkü o insanla hiç karşılaşmamış bile olsam öbür insanların hepsinden daha uzun boylu bir insan vardır bal gibi. ama "en büyük sayı" desem, tutmayan bir söz söylemiş olurum: o sayıyı bulduğumu sanınca, o sayıya hep yeni bir birim daha ekleyebilirim. bir şeyin tutanağı ya da bir şe konusunda verilen hesap demek yunancada logos demek. nitekim rastgele konuşmaya ya da çelişmeye karşı önlemleri arayan araştırma alanına yunanlılar logikê demişler, yani mantık. mantığın ilk sistematik sunumunu veren de aristo olmuş.

    ama aristo'dan önceki bütün filozoflar dilden çıkan sonuçları üstüne kafa yormuş. herakleitos temel bir olgudan yola çıkıyor: söylediğimiz sözlerde bilincinde olduklarımızdan fazlası vardır. herakleitos'un çağdaşı parmenides de bir ölçüt öneriyor: bir şeyin gerçekten varolup varolmadığını bilmek için, o şeyi söyleyebiliyor muyuz söyleyemiyor muyuz ona bakalım; "dil yoluyla ayırt etmek" gerek. ("krinai... logô") platon'un sahneye koyduğu sokrates gözle görülmeyenden söz ettiğimizi saptıyor: tek bir eylem adil bir eylem de olabilir, adaletsiz bir eylem de. örneğin birinden para aldığımdan ondan o parayı çalıyor da olabilirim, onun çaldığı parayı ondan geri alıyor da olabilirim. e o zaman adalet asla eylemin kendisinde değil, adalet hep eylem üstüne söylediklerimizde yatıyor. bir eylem için güzel ya da cesurca dediğimiz zaman da yalnız ve yalnız söylediğimiz şeyi görüyoruz o eylemde. sırf ondan söz ettiğimiz için görünür hale gelen bir şey görüyoruz. platon buna şeylerin "yüzü" diyor – yunancası eidos. biz de ideaları bundan yaptık.

    "sayı saymak": şeylere bakınca artık onları sayabiliyoruz da. ama şeylerin sayıları gördüklerimize bağlı değil: beş elma ne kadar "beş" ise, beş at da o kadar "beş". aynı hesap – ki hesaba da logos deniyor yunancada. örneğin firavunların mezarlarıyla mozaik pastalar da aynı biçimde, ikisi de piramit. sayılarla geometrik biçimleri, daha nelerin sayıları ya da biçimleri olduklarını görmeden anlıyoruz. yunancada öğrenme etkinliğine de anlama etkinliğine de manthanein deniyor, bunun nesnesine de "bir mathêma" deniyor, matematik adı da oradan geliyor. yunanlılar matematikle uğraşmış ve eukleides'le matematiği sistematize etmiş; filozoflarsa, görünmez şeylerle uğraşma yetimizin kanıtı diye kullanmışlar matematiği. "ideaların" nasıl işlediğini anlamakta sayıların platon'a yararı dokunmuş. plotinos gibi ardılları da düşüncelerini sayılara ve sayıların en gizemlisi olan bire yöneltmiş, bundan koca bir metafizik sistemi çıkarmış.

    "ereceğine ermek": var olanın bir "doğa" oluşturduğunu ve bizim yapıp ettiklerimize bağımlı olmadığını anlayınca, bizim yapıp ettiklerimizin var olana bağımlı olmadığını da anlamış oluyoruz. teorik tutumu seçmek, "doğa" karşısında insan eylemine de bir serbestlik getiriyor beraberinde. dolayısıyla insan eylemi kurallarını doğadan ödünç alamaz. artık insan eylemi kendi kurallarını kendinde aramalı. iyi bir eylem iyi yapılmış bir eylem olacak. bir eylemin iyi yapılmış bir eylem olmasını sağlayan şeye de yunanlar aretê demişler, yani "erdem". kendisinden beklenen şeyi iyi yapanın niteliğini dile getirir bu: atın hızlı koşması, bıçağın iyi kesmesi... insanın da bir erdemi var: insan olmak işini iyi yaptığı zaman, insan erdeme kavuşur. buna fransızcada "vertu" diyebiliriz, yeter ki bu aklımızda ilk uyanan şey "virtüozite" olsun.*

    anlayacağınız, yunan filozofları en erdemli yaşam biçiminin peşine düşmüş. davranışların iyi olması yetmez, çünkü iyi bir davranışın nedeni rastlantı, çıkar ya da aldatma isteği de olabilir. güzel eylemler kişiliğimizin ta içinden kopup gelmeli. yunanlar karaktere êthos diyormuş, kaldı ki iyi yaşama biçiminin ne olduğu sorusunun yanıtını arayan araştırma alanına "etik" demişler. aristo erdemleri betimleyip tanımlamış; onu izleyen filozofların hepsi de iyi yaşamak için formüller önermiş ve iyi yaşamanın yerini kah mutlulukta, kah zevkte, kah bilgelikte bulmuşlar.

    adları yunancadan gelen fizikte, mantıkta* ve etikte de yunanlıların bize bıraktığı sorunları devralmışız. bizim çözümlerimiz illa onlarınkilerle aynı olacak diye bir şart yok ama yunanlıların bulduğu çözümler belki hayran olunmaya, herhalde saygı duyulmaya, en azından üstünde ciddi ciddi çalışılmaya layık çözümler."

    rémi brague pırıl pırıl anlattı, kasmadan sıkılmadan çevirdik.
  • mesela, mimarlık tarihi ve sanat dersiniz için antik yunan'ı öğrenmeniz gerek ama vaktiniz yok. koskoca dönemi tek gecede, tercihen bir saat içinde öğrenmelisiniz(o meşhur mavi tonunu görmeden mesela). işte o zaman, çok uzun ve karmaşık cümlelerin içinde kaybolmadan antik yunan'ı anlatmak istesek şöyle yaparız: temsilcileri, mimari eserleri ve evreleri görürüz.

    çeşitli temsilcileri:
    - herodot, m.ö. 490-425, en eski yunan tarihçi
    - hippokrates, m.ö. 460-370, tıp bilimi
    - sokrates/aristoteles/platon, felsefe

    mimari eserleri:
    - bergama, zeus tapınağı, m.ö. 180-170
    - atina, akropolis, parthenon, m.ö. 447-438

    evreleri:
    - proto
    - arkaik
    - klasik
    - helenistik

    bu evreleri incelemek istesek:
    - protogeometrik ve geometrik dönem (m.ö. 1000-750 yıllarına tekabül eder kabaca).
    bu dönemde batı dünyasının epik destanlar ile anlatılmasına başlanır.
    homeros (m.ö. 8. yy) - ilyada ve odesa.

    sanat eserleri keramik ve metal işçiliği ile kısıtlanır. dönemin alamet-i farikası, baskın olarak görülmeye başlanan geometrik desenlerdir(miken uygarlığı'nın eserlerinde görülen doğal motiflerinden ayrılır bu şekilde).
    dönem eserlerinde erken dönem ve geç dönem arasındaki farkı gösterebilmek adına:
    karından kulplu amfora, protogeometrik dönem, m.ö. 10. yy
    karından kulplu amfora, geometrik dönem, m.ö. 900-850
    karından kulplu amfora, geç geometrik dönem, m.ö. 770 civarı

    - arkaik dönem (m.ö. 725-500) yunan sanatının, üç sanat dalının hepsini kapsayan ilk zirvesidir (mimari, plastik sanatlar ve resim).

    arkaik dönemdeki mimarlık incelenirse, tapınak mimarisinin gelişiminin arkaik dönemde başladığı görülür(ilk önce ahşap, sonradan taş yapılar).
    örnek olarak:
    efes, eski artemis tapınağı, m.ö. 560 yılları (iyon düzeni)
    paestum, hera tapınağı, m.ö. 540 yılları (dor düzeni)
    dor(erkek), iyon(kadın) ve korint(bakire kız) düzenlerinin kendi başlıklarında çok başarılı açıklamaları mevcut.

    bu dönemde resim alanında, çiçek ve mitolojik ögelere yer verilir. geometrik şekillerde azalma yaşanır.
    gene arkaik dönemin kilit noktası olan, siyah figür tekniği korinth'te geliştirilir. bu teknik vazo ressamlığı için devrim niteliği taşır.
    siyah figür tekniğinde, figürler siyah olarak yapılır ve detaylar kazınarak ortaya çıkarılır.
    ayrıca bir ilk olarak, eseri yapan usta eserin dibine adını yazmaya başlar.
    boyundan kulplu amfora, m.ö. 670 yılları
    (karın: aslan ve yaban domuzu, boyun: odesa)

    arkaik dönemde plastik sanatlarda ise, doğa resmine yakınlaşma başlar. heykellerde "ideal nudity" denen bir konsept benimsenir.
    ilk monumental(anıtsal) eserler ortaya çıkar.
    kouros, m.ö. 620

    - klasik dönem ( m.ö 500-336) ise kültür, politika ve sanat için doruk noktasıdır.
    bu dönemdeki çeşitli öncülere bakacaksak;
    kültürde, hipokrat(tıp bilimi), sokrates(felsefe), herodot(tarih), eshilos( yazar).
    politikada, leo von klenze, akropolis'in ideal görünümü, 1846 (dönemin politik etkinliğini resmetmiştir).
    sanatta, kallikrates(mimar), fidias(heykeltraş). ideal güzel anlayışı vardır.

    klasik dönemde mimaride, konut mimarisinin doğrusal gelişimini görmek zordur. ancak pastas evleri sivil mimaride kendini gösterir.
    konutlara sokaktan doğrudan ya da bir vestibül ile önce avluya girilerek girilir.
    ayrıca, tapınak mimarisi kanonize edilir (yani modelleştirilir).
    örnek olarak;
    olimpiya, zeus tapınağı, m.ö. 471-456 (fidias'ın zeus heykeli ile)
    atina, akrepolis, parthenon , m.ö. 447-438 (fidias'ın athena heykeli ile) gösterilebilinir.

    klasik dönem resim sanatında (vaso resimciliği), kırmızı figür tekniği gelişir. arkaik dönemde ortaya çıkmış olan siyah figür tekniğinde, insanları ve figürleri kırmızı arka planda siyah olarak tasvir etme biçimi, bu teknik ile tam tersine döner. siyah arka plan üstüne, figürler kırmızı olarak resmedilmeye başlanır.
    bu dönemde, çizilen figürlere hareketlilik de katılır.

    klasik dönemde plastik sanatlarda(heykelcilikte) en önemli tekniklerden biri, kontrapost tekniği geliştirilir. yani vücuttaki yük, tek bir uzuv üstüne düşer(tek bacak üstünde durmak gibi).
    kaçınılan noktalar: tipleme ve idealleştirme
    yönelinen noktalar: bireyselleştirme, doğallık
    bu tekniğin antik yunan'daki temsilcilerinden biri polykleitos'tur. orijnali hala kayıp olan doryphoros en önemli örneklerindendir.
    muhtemelen hepinizin bileceği örnek ise, çok sonraki bir dönemden, yüksek rönesans'ın en önemli isimlerinden olan michelangelo'nun davut heykelidir.

    - helenistik dönem( m.ö. 336 - isa'nın doğumu) politik olarak, büyük iskender'in ölümüyle başladığı kabul edilir.
    felsefik olaraksa, tanrının varlığını inkar dönemi başlar bu dönemde(bizimkiler ortaya çıktı).*

    mimaride artık beğeni ve isteğe uygun yapılar yapılmaya başlanır. böylece, göz alıcı ve etkileyici yapılar inşa edilir. merdivenler ve teraslar mimaride ön plana çıkar. tüm sütun düzenleri artık bir arada kullanılır (dor, iyon ve korint).
    sivil mimariyi bu dönemde ortaya çıkan peristil, yani avlulu evler domine eder.
    dönemin önemli yapılarından; bergama'da bulunan zeus sunağı, m.ö. 180-160 (sunak bugün almanya'da. zannedildiği gibi çalınmamıştır. ii. abdülhamit'ten almanya'ya götürmek için izin istenmiş, yüce padişahımız da, "alın götürün, ne yapayım taşı" demiştir).

    gene helenistik dönemde, şiddet unsuru içeren heykeller yapılmaya başlanır. ideal güzel anlayışı yerini ekstremizme bırakır. child with goose(kazı boğan çocuk), m.ö. 300, boethus (roma kopyası)

    ....

    genel olarak antik yunan'a baktığımızda tapınak mimarisinin gelişimini en başından sonuna şöyle özetleyebiliriz. tapınak mimarisi ayrıca önemlidir, çünkü daha sonraları roma mimarisinde basilikaya, bizans ve erken hristiyanlık mimarisinde ise kiliseye evrilecektir.

    - m.ö. 8 yy: ilk tapınak inşa edilir (basit ahşap mimari. megaron) - thermos, apollon tapınağı
    - m.ö. 7. yy: peripteros(peripter) tipi ortaya çıkar. - thermos, apollon tapınağı (yeniden inşa)
    - m.ö. 6. yy ortaları: yapı tipinin bitirilişi. - korint, apollon tapınağı, taş yapı.
    - m.ö. 600-400 yılları: yapı tipi sistemleştirilir ve sütun aralıkları düzenli hale getirilir.

    devamı için: (bkz: eski roma/@konusma ben konusuyorum daha bitirmedim)
  • bu dönemin ilginc yani ise gelistirilen bir cok fikrin sadece teoride kalmasidir, bu dönemde buhar makinesinin fikri bile bulundugu halde (adini hatirlayamayacagim ama buhar gucuyle kendi ekseninde donen bir celik bir kazan yapmis bu adam) bundan isgucu olarak faydalanmak dusunulmemistir. bunun sebebinin ise o donemde bircok toplumda yaygin olan kolelik olgusu oldugu soylenmektedir. bedava isgucu varken kolelerin yerine calisacak bir makina yapmak akillarina gelmemistir. ayrica o dönem dusunurlerinin cogu toplumunun ileri gelenlerinden olup hepsinin birsürü kolesi mevcuttu.
  • artik nasil bir donemse insanlarin yaptkilari her bi bokun gelecek nesillere kaldigi bir donemdir.. mesela karsiliksiz asik mi oldu platon, hemen yapistir "platonik"... daha baska ornek veremedim simdi.. ama var boyle.. cok var.. yakismiyor koca insanliga, yakismiyor uygarligimiza antik yunanda saplanip kalmak.. bir adim geriye cekilip durumu analiz etmek lazim.. "azuthik" die bi kavramimiz olsun ister miydiniz? ben de platonik olsun istemiyorum..
  • enteresan insanlarin yasadigi bir yer ve zaman dilimi. boyle bisi olmasaydi arkeologlara bok yemek duserdi muhtemelen. en azindan klasik arkeoloji olur muydu hey hey..
  • batı medeniyetinin bir ayağı hristiyanlık ise, diğer ayağı da yunan aklıdır. yunan'ın dehası her ne kadar özgün sanılsa da aslında bu doğru değildir. eski yunan'ın düşünce kökleri mısır'a dek uzanır.

    yunan'ı mısır'dan ayıran ve bir adım öne çıkaran ise ticaretle zenginleşip bir nevi proto burjuvaziyi oluşturmalarıdır. antik çağda atina, tüm akdeniz'de ticaret kolonileri bulunan bir devlet idi. her ne kadar matematik, astronomi ve felsefenin ilk örnekleri mısır'da ortaya çıkmışsa da, bunların tamamı rahip sınıfının elinde kısa sürede dogmalaştırılmıştı. dogma haline getirilen bilgi ise kaçınılmaz olarak donar, statikleşir, kısırlaşır. zira mısır, tarım üretimine dayanan tipik eski tür bir feodal toplumdu. feodal toplumların tek sesli ve dogmatik olmaları bir zorunluluktur.(tarım toplumlarının niye öyle oldukları eski entrylerde ayrıntıları ile incelenmiştir)

    halbuki yunan kent devleti, zengin ticaret burjuvazisi sayesinde çok sesli bir toplum olmayı başarmıştı. çok sesliliğin olduğu yerde ise bilim ve sanatın gelişmesi, farklı farklı görüşlerin üretilmesi gayet normaldir. demem o ki, eski yunan tüm akdeniz'den ve büyük ölçüde de mısır'dan edindiği irfan tohumlarını kendi münbit arazisine ekmiş ve onların filizlenip çiçek açmalarını sağlamıştı.

    nitekim orta çağda dahi venedik, cenova vs. gibi italyan kent devletleri aynı pozisyona gelmişti. avrupa'nın diğer bölgelerinde feodalizm yüzünden ot bitmezken, bu kent devletlerinde bilim ve sanat alanlarında atılım üzerine atılım yapılıyordu.

    gelişmişliğin anahtarı budur işte: bir ticaret ve sanayi burjuvasının teşekkül ettirilmesi...özlü bir söz halinde ifade edecek olursak hükmümüz şudur: medeniyet bir burjuva kültürüdür.

    devletçilik, bu hedefi baltaladığı için son derece zararlıdır. sosyalizm ise medeniyete ve insanlığa direkt bir suikasttır. bakın güney kore'ye...onlar bizim gibi devlet eliyle yatırım falan yapmaya çalışmadılar. bilakis devlet eliyle büyük özel şirketlerin kurulmasını sağladılar. hyundai, lg, samsung vs. hep devlet teşviki ve desteği ile kurulmuş holdinglerdir. geldikleri yeri hepimiz biliyoruz. bizde ise zırcahil tipler, 2020 yılında hâlâ devletçiliği savunurlar. hatta nümunelik de olsa komünist bile var bizde.
  • 21. yüzyıl türkiyesinin sorunlarının büyük bir kısmına kaynaklık eden uygarlık. bu problemin kaynağı olma durumu tabii ki doğrudan yunan'dan gelmiyor, onu bilmemekten geliyor. 2 asrı aşkın süredir, her kesimden türk yunan'a nefretle baktı. türkçüsü için türk söylenceleri çok daha zengindi, türk medeniyeti islamla yoğrularak en az yunan kadar etkili bir uygarlık yaratmıştı geçmişte. fakat burada problem ne türk geçmişinin yetersizliği ne de yunan'ın ulalışamaz üstünlüğüydü. milliyetçi camianın ta tanzimat'tan beri anlamadığı şuydu, çağdaş uygarlık yunan üzerine kuruluydu. islamcı da benzer şeyler söyledi. ona göre yunan bir tür lut kavmiydi. eşcinsellik, putperestlik, şirk koşma ondaydı. oysa kaçırdığı nokta şuydu, müslümanların kurduğu o görkemli medeniyet de iki yunan üzerine kuruluydu: sokrat/platon ve aristo. solcu da nefret etti ondan. ona göre yunan, üretim araçlarına el koymuş aristokratın köleyi sömürmesinden ibaretti. üst ve alt sınıflar arasında uçurum vardı. oysa sosyalizme benzer ilk yapıların çıktığı yer de burasıydı.

    bugün biz her ne kadar yunandan söz ediyor olsak da, aslında elimizde olan toptan bir antik dönem uygarlığıdır. yunan kültürlerin içinde eridiği ortak bir potaydı. iddiası hiçbir zaman şu olmadı: biz başlı başına bir yapıyız, diğerleriyle aramızda kalın bir set vardır ve doğru olan da bizimkidir. hatta dönemin çoğu bilginine göre de yunan pantheonunun kökeni mısırdı. örneğin mısır'ı, babil'i, anadolu'yu, pers'i gezen ya da gezdiği iddia edilen herodot kitabında farklı dinlerden söz etmedi. onun için yunan dinindeki tanrıların diğerlerinde de birebir karşılığı vardı, sadece isimler farklıydı ya da örneğin savaşta kalkan kullanmayı yunanlar mısır'dan öğrenmişti. sadece aydınlarda da değil, halkta da benzer bir farkındalık vardı. hatta bu özel bir farkındalık da değildi, hususi bir ilgi bile istemeyen gündelik bir şeydi. afrodite kıbrıslı tanrıçaydı, apollo ve artemis frigyalıydı, atinanın en büyük kralı theseus girit'e gidip minotor'u öldürüyordu ki giritliler bugün bile kendilerine helen/yunan değil, giritli derler.

    bugün yunan'ın öne çıkma nedenlerinden biri, başlangıçta örneğin persler gibi direkt fetihlerle değil kolonilerle geniş bir coğrafyaya yayılmalarıydı. marsilya'da da, kırım'da da, libya'da da koloniler bulunuyordu, bu da o dönem bilinen dünyanın neredeyse her tarafında yunanlıların bulunduğunu gösteriyor. bir diğer neden elimizdeki diğer uygarlıklara kıyasla yunandan kalan çok daha fazla yazılı esere sahip olmamız. yunanlılar bu konuda çok avantajlı konumdalar. zira alfabeleri mesela mısır hiyeroglifine veya girit çivi yazısına kıyasla ölçülemez derecede yazıya daha elverişli. öte yandan tek bir merkezi otorite yerine rekabet yaratan ve sansürü kısıtlayan bir siyasete sahipler. mısır veya farstaki gibi yazı tek bir kaynaktan kontrol edilemiyor ve kısmen halka inebilmiş, dolayısıyla sadece devlet kayıtları veya dini ritüeller değil, gündelik konular da yazıya aktarılabiliyor. yunanın en kalıcı antik medeniyet olmasının bir diğer sebebi de iskender. kısa ömründe muazzam işler başaran bir adam. bu kadar kritik bir yere sahip olmasının sebebi sadece büyük bir fatih olması değil, doğuyla batıyı birleştirebilmesi. askerlerini perslerle evlendiren, her gittiği yere devasa şehirler kurduran, her milletten filozof ve bilim adamlarını toplayan, pers kıyafetleri giyen, mısır adetlerini sahiplenebilen bir filozof iskender. son ve en büyük etken de araplardır. bugün platon'u, aristo'yu, epiktetos'u, herodot'u okuyabiliyorsak bunda en büyük pay sahibi aramiceden arapçaya yapılan çevirilerdir.

    öte yandan adını medeniyet piramidinin en tepesine kazıdığımız antik yunan halkının tam da bugün bildiğimiz anlamıyla yunanistan halkı olduğunu söyleyemeyiz. o dönemdeki yunan halkı bile birbirinden farklı aol, iyon ve dor kabilelerinden oluşurken, modern yunan halkı daha ziyade ortodoksluk potasında iç içe geçerek asimile olmuş slav, arnavut ve helenlerden oluşuyor. hatta çağdaş yunan devletinin, avrupa'nın haklı aşağılık duygusunu bastırmak için kurduğu bir devlet olduğunu da söyleyebiliriz. batılı bakış açısından bakıldığında, tek işi fetih olan türklerin altında yüzyıllardır inleyen medeniyetin kurucusu bir halk kurtartıldı. bu yüzden yunanistan dün de klişe bir tabirle de olsa avrupa'nın şımarık çocuğuydu, bugün de öyle, asırlar sonra da öyle kalacak. modern yunanın sıradan bir akdeniz halkı olduğunu, modern kültüre aman aman bir katkı vermediklerini fark etmeyecekler. fark etseler de suçu yine bize atacaklar.

    özetle yunan, tüm antik uygarlığın bir araya geldiği yerdir. çeşitli sebeplerle en iyi korunan yazına sahip olduğu için, romanın da etkisiyle modern dünyanın temelini atan uygarlıktır. antropolojik ve genetik açıdan modern yunan halkıyla aynı değillerdir. dünya halklarının ortak mirası sayılabilirler.

    gelelim neden türkiye'nin problemlerinin büyük kısmının antik yunanı bilmemekten kök aldığı konusuna. ortalama bir türk genci, avrupalı yaşıtları gibi klasik eğitimden geçmiyor. klasik eğitimden kastımız yunan ve roma yazınını tanıyan, onu inceleme çevresinde şekillenen bir eğitim modeli. abd'yi konu dışında tutuyorum, zira amerika kendi kaynağından ziyade üstün ekonomik gücü sayesinde aldığı yoğun beyin göçüyle işini yürüten bir ülke. öte yandan batı avrupalı gencin de artık yoğun bir klasik eğitimden geçtiğini söyleyemeyiz. yine de aramızda ciddi farklar var.

    şunu bilmeliyiz ki bugün bize çok basit gelen çoğu fikir, yüzyıllardır süregelen tartışmaların ve araştırmaların sonucunda orta çıktı ve geniş kitlelerce kanıksandı. örneğin bugün kesin şekilde emin olduğumuz güneş merkezlilik teorisine varmamız yüzyıllar aldı. antik dönemde büyük ölçüde tüm evrenin dünyamızdan ibaret olduğunu sanıyorduk, yıldızlar gökyüzünde asılı duran birer lamba ya da melekti. orta çağ'da vardığımız yer dünyanın tüm evrenin merkezi olduğu fikriydi. kopernik engizisyonda yargılanmaktan ironik şekilde eceliyle kurtuldu. galilei ise kendi teorisini reddetmek zorunda kaldı. descartes, galilei'nin gördüğüne benzer bir yaklaşımdan korktuğu için aynı konu hakkındaki kitabını yaşamı boyunca bastırmadı. oysa bugün güneş merkezlilik, geniş kitleler için üstünde durulmaya bile değmeyecek apaçık bir gerçek. işte biz bu ve yüzden fazla daha benzeri örnek verilebilecek fikirlerin kökenini bilmiyoruz. zamanı geldiğinde bir dahinin ortaya çıkıp bir fikir attığını ve bu fikrin kabul gördüğünü sanıyoruz. oysa bilimde ve felsefede yeni fikirlerin çoğu ani bir ilhamla değil, diğerlerine bir tepki olarak ortaya çıkar. yunan mitolojisini bilmediğimiz için, yunan felsefesini anlayamıyoruz. yunan felsefesi bilmediğimiz için hristiyan teologlarını ve islam filozoflarını anlayamıyoruz. bu iki grubu anlayamadığımız için yeni çağ filozoflarını anlayamıyoruz. descartes bilmeyen, kant'ı anlayamaz. kant'ı bilmeyen hegel'ı, hegel'ı bilmeyen schopenhauer'ı, schopenhauer'ı bilmeyen nietzsche'yi, nietzsche'yi bilmeyen tüm 20. yüzyıl felsefesini anlayamaz. işin kökeni ta en az iki buçuk milenyum öncesine dayanıyor. böylece fikirlerin kökeni bilmediğimiz için hali hazırda yükselen kuleye bir tuğla da biz koymak yerine, imkansızı başarıp sıfırdan kule inşa etmeye çalışıyoruz. bunu başaramadığımız da ise çaresizliğe gömülüyoruz.

    mesela sözlükte de neden türk halkının felsefeyle ilgilenmediği tartışılıyor. ilkokul ve lise hayatı boyunca değil yunanı, kendi mitolojisini, kendi edebiyatını, kendi şiirini doğru düzgün öğrenemeyen çocuk, 7-8 yaşlarında ilyada'yı eline alan, gençlik yıllarını shakespeare okuyarak geçiren dokuz çocuklu alt tabakadan bir ailenin çocuğu olan freud'la nasıl yarışabilir? bu ülkede hala bir çok yunan klasiğinin çevirisi bulunmuyor. ilk doğru düzgün çeviriler hasan âli yücel önderliğinde 1940'larda tercüme bürosuyla başlamış. doğrudan bizim topraklarımızın tarihi olan, bizimle aynı yerlerde yürüyüp aynı nefesi solumuş insanları tanımıyoruz. her yaz bodrum'da beach clublarda eğlenen insanların kaçı o topraklarda herodot'un yaşadığını biliyor? kaç izmirli homeros diye bir şairin varlığından haberdar?

    erdemli bir insan olmak için klasisizme ihtiyacımız var. küçük yaşlardan itibaren klasik eserleri özümsemiş, onların ruhunu anlamış bir insanın en büyük ideali ilk fırsatta müteahhit olmak, lüks araçlara binmek, pahalı restoranlarda yemek yemek, sosyal medyada sükse yapmak olmayacaktır. işte o insan gelişmiş bir maneviyata sahip olacaktır. onun yegane ideali insanlık onuruna yaraşır olmaktır. bu saatten sonra o büyük işler başarmak, topluma yararlı olmak, çevresine ve kendisine yardım etmek tutkusuyla dolup taşacaktır. oysa biz rüzgarda savrulan yapraklar gibiyiz, yaşamımızı kendimiz yönetemiyoruz. anlık hareket ediyoruz. entelektüel yoksunluktan doğan bir rol model eksikliğimiz var. ama bunları yüzümüzü antik yunana ve devamında onun ardılı olan batı uygarlığına dönerek düzeltebiliriz.
  • hıristiyanlık tarafindan adeta yok edilmistir ve avrupa ronesans ve reform'la hıristiyanliga höt diyene kadar eski yunan'in unutulmasi / ezilmesi insanoglunun 1000 yil kaybetmesine sebep olmustur. bugun insanoglu bu duzeye geldiyse fanatik hıristiyanlar icinde anadolu'da antik yunan bilgisini tasiyan yunan bilginlere cok sey borcluyuz.
  • antik yunan etiği neden önemli, ve güncelleşmesi neden bu kadar acil bir gereklilik? aşağıdaki zihin açıcı alıntının buna önemli ölçüde cevap verdiğini düşünüyorum. antik yunan'da insan doğası ve etik üzerine, kaan atalay'ın sözleşme teorileri konulu bir söyleşisinden. (michel foucault temalı cogito 70-71, sf. 111-112). okuma kolaylığı açısından (akışı haliyle biraz bozsa da) paragraflara böldüm. yazım hataları bana ait.

    "...eski yunanlarda evrenselleştirilebilecek, hele hele az önce [sözleşme teorilerinden söz ederken, imob] anlattığımız gibi verili, özgül ve tanımlanmış birtakım niteliklerden müteşekkil bir insan doğası yoktur. insan doğasını eski yunanlılar kapasitelerden müteşekkil bir yapı olarak ele alır. yani eğilimlerin, belirli bir iş yapma yatkınlığının insanda potansiyel halde bulunduğunu düşünürler. bu kapasitelerin kuvveden fiile çıkması için çaba sarfetmeniz, yaratıcı bir faaliyette bulunmanız gerekir. kendiniz üzerinde, dünya üzerinde, nesneler üzerinde, diğer insanlar üzerinde, diğer insanlarla olan ilişkileriniz üzerinde yürütülen, yürütülmesi gereken bir faaliyettir bu: bir yanıyla teoriktir, öğrenme, anlama, kavrama çabasını içerir; ama aynı zamanda da pratiktir çünkü somut bir iş yapmanızı gerektirir. bu çaba neticesinde kapasitenin kuvveden fiile çıkmış hali yetenektir. yani belirli bir işi yapabilme yetkinliği ve fiilidir. mümkün hale gelen işi olabilecek en mükemmel şekilde yapmak için uğraştığınız zaman da eski yunanlıların etik dediği şey ortaya çıkıyor.

    o işin doğasını anlamak, o işin en iyi şekilde nasıl yapılabileceğini kavramak, bunu gerçekleştirecek şekilde nefsini, kendini, dünyayı dönüştürmek... bütün bunlar bizi, bugün erdem diye tercüme edilen ama eski yunanlıların arete derken aslında kastettiği şey olan mükemmellik kavramına götürür. o yeteneğin mükemmelleşmesinin de insanın kendini, doğasını gerçekleştirmesini mümkün kılarak iyiye ulaşmasını sağlayacağı düşünülür. dolayısıyla burada verili birtakım niteliklerle donatılmış ve herkeste tek tek bulunan bir cevherden ziyade, kapasitelerden müteşekkil ve insanın kendi çabasıyla, kendi karakter, karar ve tercihleri neticesinde kendi seçtiği araçları kullanarak vücuda getireceği, somutlayacağı eğilimler ve yeteneklerden müteşekkildir insan doğası, ve bu doğa sonsuz çeşitlilik arz eder. çünkü insanlar arasında zaten sonsuz farklar vardır. insanlar hiçbir şekilde birbirine indirgenemeyecek şekilde eşitlikten yoksun bir halde doğarlar, yaşarlar. çünkü içine doğdukları ve yaşadıkları koşullar tamamen farklıdır. bu koşullarla kurulan ilişkiler kişiye hastır ve dolayısıyla onları anlama, kavrama ve dönüştürme çabaları da yine kişiden kişiye değişir. dolayısıyla buradan monolitik bir şekilde bütün insanlığa uygulanabilecek bir şemayı üretmeniz mümkün değil ama sözleşmeciler tam da bunu yapıyorlar.

    burada belirleyici olan hıristiyanlık ve hıristiyanlıkla birlikte ortaya çıkan ruh anlayışıdır. ruh kavramı olmadan evrensel bir insan doğasından bahsetmeniz çok zor; çünkü tek bir gücün hepimizi aynı esastan ve aynı esasa göre, aynı cevhere sahip olacak şekilde yarattığını varsaymadan hepimizde evrensel geçerliliğe sahip bir doğa bulunduğunu temellendirmek pek mümkün görünmüyor."
hesabın var mı? giriş yap