513 entry daha
  • "sen yaratılışın ilk gününde varolan ilk kadınsın. anne, kardeş, sevgili, arkadaş, melek, toprak, ev ve şeytansın."
    "la dolce vita"da (tatlı hayat). filmin en çok akıllarda kalan bu çok ünlü sahnesinde iki sevgili sabaha karşı roma'nın ünlü "trevi çeşmesi"nin içinde dizlerine kadar suların içindedirler, marcello (mastroianni) , güzeller güzeli sylvia'ya (anita ekberg) sarılırken fellini, onu böyle konuşturur. sahne belki sinema tarihinin en romantik sahnelerinden biridir ama huzur içinde kaos, zevk içinde keder, sevgi içinde nefret, sefahatin görkemli dünyasının içinde çürümüşlük olduğunu "kral çıplak" edası ile gösteren bu fellini başyapıtı, aslında aşk filmi olmaktan çok uzaktır.

    orta sınıf bir taşra ailesinden çıkıp geldiği roma'da, sınırlı entelektüel yapısına rağmen kendini aniden yüksek sosyetenin sofistike yapısı içinde bulan ve birlikte olduğu insanlarla beraber yozlaşıp çürüyen genç magazin gazetecisi marcello'nun, bir kadından diğerine, gece klüplerinden sosyetenin kalbi via veneto'daki çılgın partilere sürüklendiği uzun bir gecenin öyküsü "la dolce vita", fellini'nin ilk gerçek skandalıdır aslında. sadece eğlenip herkesle kafa bulan hınzırca bir öykü anlatmak niyetini sonuçta yönetici sınıfın çöküşü ve bu çöküşün içerdiği korkunç şiddetin yoğun bir bileşimine dönüştüren fellini, bu saldırgan tavrıyla 60'ların sosyal tansiyonunu da ölçer ve sonucu bir felaket olarak sunar.

    tepeden tırnağa şehvet olan anita ekberg 'in kendini trevi çeşmesi 'nin sularına atıp sırılsıklam olduğu muhteşem sahne ise tarihe malolmuştur. film gerçi bir aşk filmi değildir ama bu sahneye fon olan çeşme gerçek "aşk çeşmesi"dir ve aslında meşhur sahne de fellini'nin "platonik aşka" yaptığı ironik bir gönderme içermektedir.

    çeşme de ne çeşmedir hani! roma da ki bir çok çeşmeden en ünlüsü. roma'nın dört bir tarafı binalarla çevrilmiş bir meydanında karşımıza çıkıveren bu kadar küçük bir alana sıkışmış olmasına üzüldüğünüz büyüleyici bir çeşme, 26 m yükseklinde ve 20 m genişliğindeki devasa barok eser… roma'ya gelen herkesin en çok görmek istediği yer. peki neden bu dünyanın belki en güzel ve en gösterişli çeşmesinin adı "aşk" kavramıyla birlikte anılıyor. roma'da yaşanan büyük aşklar mı? yoksa kaynağı bilinmeyen aşka dair dilekler dileyerek bozuk para atma geleneği mi? hayır!

    çeşmenin aşk çeşmesi olarak anılması, eserin merkezini oluşturan at figürlerinin platonun aşka dair felsefesini allegorik bir anlatımla betimlemesinden dolayıdır.

    platon'a göre aşkın iki ayrı görünüşü olan bu atlar, ilk olarak karşımıza phaedrus dialoğun'daki bir metaforda ortaya çıkarlar. , birbirlerine doğal olarak sürücüleri yoluyla bağlı olan bu bir çift kanatlı attan beyaz olanı, soylu ve söz dinler bir hayvanken, siyah olan diğeri, bizzat platon'a göre "sahtekâr ve hantal, koca kulaklı ve sağır, kırbaç ve mahmuzla dizginlenmesi çok zor bir hayvan"dır. işte taşa hayat veren kompozisyon içerisinde tritonlar tarafından dizginlenen bu iki attan ilki akılcı felsefi aşkın, diğeri ise bedensel ve vahşi aşkın timsalleridir. o soylu ve sakin at kendine yakışan yaşlı sakallı bir triton tarafından (ki bu ihtimalle sokratestir) yönetilir, asi ve hırçın olanı ise genç ve güzel triton (phaidros) tarafından dizginlenmeye çalışılır.

    dedik ya kompozisyon içerisinde soylu beyaz at, sürücüsünün akıl erdeminin rehberliğini kabul eden uysal bir hayvandır, soylu olmayan siyah at ise, tam tersine, sürücünün sınırlayıcı gücüne karşı direnir, dizginlenmesi aşırı zordur, işte bu zıt tabiatlar yüzünden araba, vahşi hayvanın bedenin güzelliğini görünce oluşan hazza koşma isteği ile soylu atın aynı görüntüden duyduğu ruhsal haz arasındaki çatışma nedeniyle karmaşaya sürüklenir. işte arzu çatışması, aşka özgü bir durumdur. peki sürücü ne yapmalıdır?

    platon bu çatışmada açıkça taraf tutar. uysal olan, kendini aklın emrine sunan aygırdan yana koyar ağırlığını. yani gerçek aşkın el değmeden hazırlanan bir ürün olduğunda ısrar eder. felsefe tarihinin bu en byük palavrasını yutturmakta o denli başarılı olur ki bu şekilde yaşanan (ya da yaşanamayan) aşk onun adıyla anılır olur:
    "platonik aşk" böyle olur da ne mi olur? tarih değişir ve o günden sonra, olan da elleri birbirine bile değmesi yasaklanan genç insanlara olur. bu yutturmaca için gerekli laf kalabalığı platon'un dağarcığında zaten vardır. çünkü zaten tüm felsefesi bunun üzerine kuruludur: "gerçek evrenin inkarı"

    alçak gönüllü heraklit, zamanında bu evrende bulunan herşeyin sürekli değiştiğini farketmiş ve ilan etmiştir. "pantha rei" der heraklit. yani "herşey akar". yani "bir nehirde iki kez yıkanamazsın" çünkü sen aynı noktadan suya girsen bile senin içinde yıkandığın sular belki de çoktan denize kavuşmuştur ve şimdi içinde yıkandığın sular ilk kez suya girdiğinde henüz karlı dağların zirvelerindedir. bu evrensel gerçek, yani insanın ne kadar çabalarsa çabalasın evrenin bu hızlı devinimine ayak uyduramayacağı gerçeğine çok bozulur platon. insanın evren karşısındaki bu çaresizliğini kabullenmek istemez. üstelik daha da kötüsü insanın kendisi de değişmektedir. gayet tabii platon'da. "yaşlılık" denen hastalık, bütün bu fikirleri olgunlaştırdığı günlerde kendi bünyesini de sarmıştır.

    tam şanı şöhreti, genç çıtırlarla düşüp kalkma fırsatını (ki bunların pek çoğu erkektir çünkü o çağlarda "aşk" karşı cinsten iki insandan ziyade iki erkek arasında muteberdir. çünkü kadınlar toplumda "eşit" sayılmamaktadır) yakalamışken bedeninin bu çözülüp bozulmasına dayanamayan kibirli kurnaz ihtiyar, suçu maddede bulur. yani evreni bozan şey maddeye bağlı olmasıdır. o zaman bir yerlerde mutlaka maddeye bağımlı kalmadan ve dolayısı ile bozulup çürümeden varolan bir evren de var olmalıdır. hiç bir kanıta dayanmayan ama sadece inanmak istediğimiz için buna ihtiyaç da duymayan bu sav tarihin belki de en çok satan fikri haline geliverir birden. platon kuyuya bir taş atmıştır. ve aradan yaklaşık 2500 yıl geçmiş ama çıkarabilen olmamıştır. biraz sorgulamayı bilen her insan gibi tarih boyunca bütün filozoflar da denemiştir bunu ama nafile.

    maddi gerçekliğin bu topyekün ihmalinden elbette ki "aşk" kavramı da nasibini alır. dedik ya platon iki at allegorisiyle açıkladığı bu çatışmada açıkça bedensel aşkı aşağılar. onu "sahtekâr ve hantal, koca kulaklı ve sağır, kırbaç ve mahmuzla dizginlenmesi çok zor bir hayvan"a benzetir. böylece güzel bir bedene karşı duyulan hazzı, "eros"un en alt düzeydeki tezahürü olarak küçümser. güzel ile kurulan ilişki asla doğrudan olmamalıdır.

    oysa kendi ask tasariminda, sevme olgusu, yeryüzünden baslayip "idealar dünyasi"nda son bulan soylu bir serüvendir. bu serüvende aşk dolayli (simgesel) iliskilerle yüceltir. müzik ve matematiği, insani "eros"a yaklastiran kilometre taslari olarak ilan eden ihtiyar, müziği felsefeye giris olarak göstermeye çalışır. matematikse, ona göre duyusal olandan (geçici nesnelerden) yüzümüzü çevirip salt biçimlere bakmamızı öğretimektedir. platona göre askta, sevilen kisinin güzelligi salt fiziksel dış görünüsüne indirgenemez; güya sevilen kisinin güzelliginde dile gelen ya da yansiyan, daha yüksek, daha ideal bir seyin dışavurumudur. böylece yücelte yücelte yere göre sigdıramadığı aşkı tanrıların katina koyar. " aşk" "asik yuzlu, yasaklarla cevrili, kontrol altına alinmis, karamsar bir şartlanma"ya dönüştürür.

    oysa ondan öncesi, ilkel caglarin aşkı şehvetli, neşeli ve çocuksuydu. örneğin sümer ve misir uygarlıklarından eski yunan'a degin, ask erotizmle ayni şeydi. gerçek ask erotizmin içinde eriyip gitmekti. hem bu sadece insanlik için değil tüm evren için geçerliydi. evrenin köklerinde de erotizmin var olduğuna inanılırdı. o kadar ki "evrendeki akışın sürekliligi"ni sağlayan yasa bile erotizmin yasasıydı. aşk ise şiddetli bir hastalıktı ama platon'un iddia edeceği gibi çözümü soyut bir dünyada çıkılan zihinsel bir serüven falan değildi. bizi avucuna alan ve hiçbir sekilde kendimizi savunma firsati vermeyen bu hastalığın tek ilacı cinsellikti. iyilesme ancak sevgili ile birleşmekle mümkündü. o mutlu günlerde insanın aşkın sırrını çözmek için ruhunun değil bedeninin sesini dinlemesi yetiyordu. o ses eros'un, sehvet dolu bedensel arzularin tanrısınının sesi değil miydi? öyle olunca bunu yaptığı için de kimse onu ayıplamıyor, cezalandırmıyordu.

    derken platon geldi ve genç insanlara tarihteki en büyük kazığı attı. kendisi gençliğini hiç yaşayamamış, dehası sayesinde büyük bir ün kazanıp ihtiraslarına tatmin bulabileceği gücü elde ettiğinde ise büyük ihtimalle artık iş işten çoktan geçmişti. "şölen” ve “phaedrus"u yazarken ereksiyonunu çoktan yitirmiş bu habis ihtiyar, bu iki eserini şehvetlerini dilediğince tatmin edebilen genç insanlara karşı beslediği kin ve kıskançlıkla doldurdu.

    kendi palavrasına kendi de inanan çılgın ihtiyar, aslında tamamı sıkıcı bir laf kalabalığına girişti. adil olmak adına ben burada savlarını en kısa şekliyle not almak durumundayım, okumak istemezseniz sizi anlarım, sadece hemen aşağıdaki 3 paragrafı atlamanız yeter:

    platon'a göre eros bir felsefi dürtünün adıydı. onu "ölümlü insanin duyumsal dünyanin sinirlarini asip zihinsel dünyaya, ölümsüzlüge çikma ve bu dürtüyü baskalarinin içinde de uyanik tutma itkisi" olarak açıkladı. o, bu serüveni üç katli bir asamali düzen dogrultusunda anlatmaya çalıştı:

    - ilk asamada insanoğlu bir insan tekindeki güzellige kapilarak o insan tekine âsik oluyordu;
    - ikinci aşamada insan tekindeki güzellige yönelmis askindan siyrilarak bütün insanlardaki güzelligi görme yetisi kazanir ve buna bagli olarak da askinda tek bir insana indirgenemeyecek bütün bir insanligin güzelligine yönelme söz konusu olur;
    - üçüncü ve son asamada ise bütün insanlara duyulan ask, kisiyi sonunda soyut ve ruhani aski tanimaya götürüyordu.

    böylelikle insan, bir zamanlar bildigi ama unuttugu "idealar dünyasi"ndaki güzel ideasi'ni yeniden anımsıyordu. dünyevi ask yasantisinin tutsagi olan insan, eros’u yeryüzüne düşürmüştü. bu noktada platon “aşk”ı, eros’u tekrar idealar dünyasi'na geri döndürmek için aşılacak çileli uzun bir yol olarak resmetmekteydi. ancak bu yol ancak felsefe etkinligi ile yürünülebilen bir yoldu. tabii söylemeye bile gerek yok ki aklı bir karış havada gençler kesinlikle bu yetenekten yoksundular.

    en büyük suçlu platon’du ama o cıvıl cıvıl şehvetin, kaskatı ve soyut bir “aşk”a döndürülüşü onunla bitmedi. aslında işin içine kilise karışıncaya kadar platon'un takipçilerinin girişimleri bir ölçüde masumdu bile denebilir.

    örneğin isa'nin dogumundan hemen önce gizemciliğin merkezi iskenderiye'de "neoplatonculuk" (yeni platonculuk) diye bir akım ortaya çıkıp aşka, “bir”e ulastiran tinsel bir güç niteligi de yükledi: “insanı kendisi için iyi olani aramak üzere harekete geçiren evrensel bir rehber”. iskenderiye okulunun mistik ve metafizik okuyusu ile ask, artik insani erdemli insan kilan güç olmuştu. bu güç, onun asil varlikla birlesmesini ve asil varlikta yok olarak gerçek anlamda varlik olmasini saglamaktaydı (ayni akimin tasavvuf üzerinde de güçlü etki göstermişgine dikkatinizi çekmek isterim ama konu iyice çetrefilleşir)

    gerçi asıl bela da burada başladı. çünkü paulus'un (st.paul) izindeki hristiyan klisesi çok geçmeden, aşkın "neoplatoncu" okunuşunda paulus'un,ögretisinin izdüşümünü bulacak ve kurtulusun tek yolunu tanri/isa'ya adanmislikta gören hristiyan dogmasına kanıt olarak sunacaktı. siyasi emelleri için genç insanları harcamaktan çekinmeyen bir başka habis ihtiyar olan paulus, kadın erkek ilişkisini ilk günah ile özdeşleştirdi. cinsel birlesmeyi cennetten kovulmanin sebebi olarak gösterdi. giderek evliligi, aile kurmayi ve çocuk yapmayi bu günahin tekrarı olarak anma cüretini bile gösterdi. bütün bunların temelde yatan sebebi ise pavlus'un siyasi emelleriydi.

    "aşk kavramının idealize edilmesi" hristiyanlık tarafından iyi bir araç olarak görüldü. 15nci yy'da ise son mertebesine ulaştı. eğlenceden nasibini alamamış bir başka papaz, çelimsiz skolastik marsilio ficino, platon'in , sölen diyalogu üzerine, etkileyici bir yorum sundu. yaptigi yeni platoncu okuma "platon'un "aşk" kavramini, augustinus'un "istenç", aziz paulus'un "yardımseverlik", aristoteles, stoacilar ve cicero'nun da "dostluk" üzerine düsünceleriyle harmanladı. böylece "de amore" (ask üzerine) adli eklektik yapıt ortaya çıkmış oluyordu. ficino daha sonra mektuplarindan birinde “amor platonicus”: yani “platonik aşk” adıni koyacagi bu kavram, onun araciligiyla rönesans avrupasi'nin düsünsel hayatinda dolaşıma girip; zengin felsefi anlamlarla donanarak çiktı ve o hızla günümüze ulaştı.

    derken zamanla, birileri tarafından tensel temas, günah adı altinda yasaklandı, dünyevi hazlar ideale erismeye engel bulundu. ve olan el ele tutusmasi bile yasaklanan genç insanlara oldu. bütün bunların ardında ise bir tek gerçek yatıyor:
    "bir takım yaşlı iblislerin genç ve güzel insanları kendi dengi olabilecek genç insanların elinden koparıp koyunlarına alma isteği." zaman zaman "fellini" gibiler çıkıp herşeyi "kral çıplak" edasıyla alaya alma cesaretini gösterse bile aynı oyun bugün hala 21nci yüzyılda bile sürüyor.

    http://www.layhands.com/ispremaritalsexasin.htm

    http://www.focusdergisi.com.tr/kultur/00398/
    http://www.yenisayfa.com/
    http://www.felsefeekibi.com/…ite/default.asp?pg=431
    http://www.felsefeekibi.com/
    http://kabylia.wordpress.com/…icus-litteratur-geni/
    http://www.geocities.com/…nna/choir/4792/trevi.html
    http://kathyhenzler.tripod.com/id1.html
    http://conservativedatingsite.com/…rmines-marriage/

    dipnot:
    aşkı tanrıya yükselmenin bir aracı olarak gören eski gelenek, köklerini platon'un "symposium" (`şölen)` ve "phaedrus" adlı yapıtlarından almıştır. bu gelenek, mitolojide "cupid ve psyche" (eros ve psyche) öyküsünde kendini ele verir; plotinus'un 'yükseliş'inde (özellikle üst aşamalarda) ve "altın eşek" öyküsünün bütününde bu geleneğin izleri vardır. st. augustine 'in (354-430) "tinin boyutları" adlı yapıtında ve st. bonaventura 'nın (1221-1274) "anlıktan tanrıya giden yol" adlı yapıtında bu gelenek tam olarak hıristiyanlık çerçevesine oturtulmuştur. dante, ilahi komedya'da tanrısal aşk geleneğinin bu son biçimi kullanmıştır.
    daha genel anlamda, aşkın gizemlerinin, özellikle neoplatoncu biçimleriyle, üç büyük dinin gizemci yorumları üzerinde, eşdeyişle yahudiliğin kabbala, hıristiyanlığın gnostisizm ve islamın tasavvuf akımlarında derin etkileri olmuştur. beatrice'ye olan aşkını idealize eden dante'nin yapıtları, tüm bu gizemci yaklaşımların izlerini taşımaktadır. bu yapıtlar, içerdikleri dinsel simgecilik ve hermetik özellikler nedeniyle günümüzde de sürekli olarak ilgi odağı olmaktadırlar. birçok farklı gelişim çizgisi dante'de birleşir. bunların ilki gizemci islam şiiri, eşdeyişle tasavvuf yapıtlarıdır.
25216 entry daha
hesabın var mı? giriş yap