• insan neyse odur. ya da belirli bir kişilik yoktur. insan o an neyse, nasıl hissediyorsa o kişidir, şeklinde özetlenebilecek film.

    "intihar bir çözüm değil, sadece bir diğer bencil harekettir." diye bir replik geçiyor filmde. sartre'ın "insan, yalnızlığa mahkumdur." sözüyle bitiştirildiğinde varoluşçu bulantı hakkında zengin bir çağrışım alanı bırakıyor.

    bergman sineması varoluşçu bir kitabın sayfalarını karıştırmak gibi. her sayfaya başka bir film tekabül ediyor.

    edit: imla
  • bir ingmar bergman filmi.
    filmin bir yerinde andreas (max von sydow) anna'yı karşısına alıp şunları söyler:

    "ama bilmen gerekir ki, benim bir duvarım var etrafıma ördüğüm.
    mutlu olsam bile bunu sana anlatamam
    veya gösteremem.
    gözlerinin içine bakabilirim ama senin derinliklerine ulaşamam.
    beni anlıyor musun?
    ben o duvarın gerisindeyim.
    o duvarla kapattım kendimi, her şeye.
    o kadar uzağım ki her şeye...
    sıcak, neşeli,
    hayat dolu olmak istiyorum.
    küçük düşürülmekten çok korkuyorum.
    yerin dibine geçmişim gibi oluyor.
    ama o rezilliği ve onunla birlikte yerin dibine batmayı da kabul ettim.
    beni anlıyor musun?
    kendini bir düş kırıklığı olarak görmek ne acı.
    bazı insanlar, iyi niyet kisvesi altında aşağılayarak sana ne yapman gerektiğini söylerler.
    yaşayan bir canlıyı ezip geçme isteğiyle yaparlar bunu.
    ben bir ölüyüm.
    hayır, bu fazla duygusal oldu.
    ölü değilim.
    ama haysiyetim olmadan yaşıyorum.
    kulağa saçma ve yapmacık geliyor, biliyorum.
    birçok insan kendine saygısı kalmamış bir hâlde yaşar.
    kalpten yaralanmış, ve üstüne tükürülüp aşağılanmış bir şekilde.
    onlar, yalnızca yaşıyorlardır.
    başka hiçbir şey bilmezler.
    hem bilseler bile, ona hiçbir zaman ulaşamazlar da.
    insan hiç, aşağılanmak yüzünden hasta olabilir mi?
    bu, onunla yaşamak zorunda olduğumuz bir illet mi?
    özgürlük hakkında pek çok konuşuruz.
    özgürlük, aşağılanmış olan için sadece bir zindan değil midir?
    yoksa o sadece aşağılanmışların tahammül edebilmeleri için kullandığı bir ilaç mı?
    bu hayatı sürdüremem artık.
    pes ettim.
    artık direnmeyeceğim.
    günler geçip gidiyor.
    yediğim yemekten çıkardığım dışkıdan ve hatta konuştuğum kelimelerden
    bile zehirleniyorum!
    güneş, uyanayım diye çığlık atar gibi yolluyor ışığını.
    uyku ise sadece beni kovalayan kabuslardan ibaret.
    karanlık; hayaletleri ve anılarımla kulaklarımı tırmalıyor.
    daha kötü durumda olan insanların diğerlerinden daha az şikayet ettiklerini fark ettin mi?
    en sonunda kabullenip susmuşlar. oysa onların da diğerleri gibi
    gözleri, elleri ve hisleri var.
    hem cellatları hem de kurbanları barındıran ne geniş bir ordu!
    güneş yavaşça doğuyor ve batıyor.
    soğuklar yaklaşıyor.
    karanlık.
    sıcaklık. koku.
    her şey sessiz.
    kaçıp kurtulamayız.
    artık çok geç.
    her şey için çok geç."

    film çekmeyip de roman yazsaymış, yine bergmanlığından hiç bir şey kaybetmezmiş zaar.
  • parça parça
    inşa edilir cehennem
    tuğla üstüne tuğla
    döşenir etrafına.
    sürekli bir işlemdir bu,
    hızlı değil.

    kendi yangınımızı
    başlatır,
    başkalarını
    suçlarız.

    cehennem
    cehennemdir ama.

    charles bukowski

    bergman'ın yine ve yeniden ağzımızı burnumuzu dağıtmasıyla karşı karşıyayız. bu filmi okumaya neresinden başlamalı diye düşündüm, düşündüm ve en iyisinin ana tema üzerinden gitmek olduğunda karar kıldım.

    esasında her bir karakter incelenmeyi ve çözümlenmeyi hak ediyor, belki metin beni buna mecbur bırakır ve onlara da geliriz. ancak ana temayı oturtunca, diğer her şey küçülüyor, insan işte, karakterin birisi işte diyorsunuz.

    başlayalım.

    bergman bu filmde duygusal şiddeti işlemiş. insanların maalesef büyük çoğunluğu soyut acı diye bir şeyi tam kavrayamazlar. onların kan görmeleri gerekir, kopmuş bir kol, kesilmiş bir parmak; işte o zaman kalın ruhları ortada bir acı olduğunu kavramaya başlar. ileri geri konuşurlar, denmeyecek sözleri kolayca ağızlarından çıkartırlar fakat karşılarındakini yaraladıklarını anlayabilmeleri için sadece ve sadece fiziki acıyı görmeleri gerekir. aslında bilirler ama bilmezlikten gelecek meşruluğu, karşılarındakine fiziki zarar vermemekte bulacak kadar alçalırlar. bu yüzden gidip de birisini bıçaklamadıkları sürece ortada bir suç olmadığını düşünürler. gözle görülür şiddet yoksa oyun devam edebilir. kendileri yaralandığında ise hiç yaralamamış gibi bağırırlar, nefret saçarlar çevrelerine, ben hayvanları insanlardan daha çok seviyorum şekerim derler; cellatlarla kurbanların sürekli yer değiştirdiği, duygusal şiddetin öldürmediği süründürdüğü bir yeryüzünde inceliğe ne kadar muhtaç olduğumuzu anlamaya yeter bu görüntü.

    filmdeki “duygusal şiddet” gizli öznesinden sonra gelen en önemli kelime ise haysiyet kelimesidir. her karakter, haysiyetini bir kenara bırakmış ya da bırakmak zorunda kalmıştır. elis, karısının ölü andreas'ın bir yıl boyunca metresi olduğunu bilmekte ve bundan gocunmamaktadır. üzerine bir de alay eder gibi, ölü andreas'ın eva’yı, yani kendi karısını niye terk ettiğini hiç anlayamadığını söyler. bu haysiyetsizliktir.

    elis'in karısı eva, yok sayıldığı bir ilişkide ve aslında hayatında, kendi celladı olarak en yakındaki hedef diye kocasını bellemiş, kocasını kurban etmek için de adamın çevresindeki erkelere vermek yönünde bir strateji izlemiştir, izlemektedir. haysiyetsizliktir bu da.

    anna kevaşesi, yönetmenin anlayalım diye epey ipucu verdiği biçimde aslında o kazayı bilerek yapmış, kendisinin planladığı toplu intihar girişiminde maalesef hayatta kalarak yarrakların en büyüğüne oturmuştur: bir katildir ve bunu bir tek kendisi bilmektedir. ne diyorsa, gerçeklikte tam tersidir. kocasıyla iyi bir evliliği yoktur. oğlunu sevmiyordur. dürüstlük takıntısı, aslında yediği boku örtme çabasıdır; ki böylece kimse oğlunu ve kocasını kendisinin ölüme sürüklediğini sorgulamasın. yalanlarına devam eden anna, yakalandığında çirkinleşir, karşısındakine canavara dönmüş bir ifadeyle bakar. haysiyetsizdir.

    yaşayan münzevi andreas ise evine konuk olduğu, birlikte içki içtiği adamın karısının şehvetli dansına yenik düşmüş ve karıyı götürmüştür. elis'in, andreas'ın fotoğraflarını çektiği sahnede herif bunun sıkıntısıyla doludur aslında. ulan desem mi demesem mi, yediğim öyle bir bok ki ne yapsam diye dolanmaktadır. sevgilisi olan bir kızla pompa yapan, sonra da iğrenç bir biçimde kızın sevgilisiyle tanışan ya da tanıdığı adamın yavuklusunu götüren ve iş bittikten sonra elemanla karşılaşan erkekler bu durumu iyi bilirler. böyle bir bok yiyen erkek, asla o kızın sevgilisiyle aynı ortamda olmak istemez. mecbur kaldığında da mahcup mahcup takılır. tıpkı andreas gibi. elbette iki binli yılların pisliğinde böyle bir değer yargısının anlaşılıp anlaşılmayacağı hususunda şüpheliyim. ne var ki abi, o da benimkini götürdü falan diyebilirler rahat biçimde. siktir edelim böyle piç kurularını. sonuçta haysiyetsizlik yapmıştır andreas da. filmde onda bir tek bunu görüyoruz, belki geçmişinde de böyle puştluklar yapmıştı ama bilmiyoruz.

    bütün karakterler haysiyetsizdir ve hepsi hem kurban hem de cellattır. değişmeli olarak birbirlerinin duygularını sikip dururlar. karı gider andreas'a verir ve kocasını sikmiş olur. andreas karıyı götürür ve hem anna'yı hem de elis'i sikmiş olur. elis karısını yok sayar ve herkesi küçümser, hem karısını hem diğerlerini siker. anna sinsi bir orospudur ve yalanları açığa çıktığında andreas başta olmak üzere yakınındakilerin de duyguları sikilir.

    bergman bu durumu mükemmel bir alegori ile hayvanlar üzerinden anlatmaktadır. duygusal cinayetleri, soyut oldukları için görünmeyen bu insanlık suçlarını, her duygusal şiddetten sonra “bilinmeyen” hayvan katilinin saçtığı vahşeti resmederek simgeleştirir. andreas'ın, elis'in karısını götürdüğü sahneden hemen sonra, komşusunun hayvanlarının itlaf edildiğini görürüz. andreas ile anna'nın, baltayı da içeren kavgalarına kadar olan süreçte birbirlerine uyguladıkları duygusal şiddeti ahırdaki yangınla ve üzerine benzin dökülerek yakılan bir atın can çekişerek kamyona yüklenmesiyle izleriz.

    en önemli noktaya da burada varıyoruz: müthiş ve ustaca düşünülen detay, johan karakteridir. o, insanların bütün suçu yükledikleri ama aslında masum olan heriftir. bergman onu bir simge olarak kullanıyor. hayvanları kullandığı gibi. öyleyse taşlar yerine otursun: daha sonra andreas ve anna'nın ilişkisine odaklanarak gözlemlediğimiz duygusal şiddet hayvanların vahşice öldürülmesi ile resmedilirken, anna'nın ve andreas'ın kendilerini masum görmeleri sonucunda suçu başka yerde aramaları ise johan ile resmediliyor. dehşet nerede peki? mükemmel olan ne? şu: anna da, andreas da johan'ın masum olduğunu biliyor. kendi suçlarını bildikleri gibi. diğer yandan son hayvan vahşeti, johan öldükten sonra gerçekleşiyor. yönetmen: tüm suçların yüklendiği kişi öldü ama suç devam ediyor diyor. dehşet olan bu.

    şu muhtemel kafa karışıklığını giderelim: e zaten andreas ile anna adamın suçsuz olduğunu biliyorlardı, ne diye suçlu öldü ama suç devam ediyor diye düşünsünler? bu hatalı bir soru, çünkü johan ve katledilen hayvanlar, bir simge. yinelemek gerekirse: duygusal şiddet hayvanlar iken, şiddeti işleyenlerin "ben masumum, öyleyse suçlu bir başkası" düşüncesinin simgesi de johan. o yüzden adam öldükten sonra suçun devam etmesi, esasında suç sizde, onu hiç aramadığınız yerde mesajı yönetmenin.

    filmin bu anlamdaki en güzel sahnelerinden birisi, yine çok ince düşünülmüş olan: elis’in karısının migren ağrısı çekerken yakaladığı fotoğraf. migren ağrısı çeken bir kadından ziyade, mutlu bir yüz görüyoruz fotoğrafta. bergman şunu diyor: migrenin verdiği acıyı bile ustalıkla örtebiliyor isek, suçluluğumuzu dışa yansıtmamakta da ustayızdır. yani andreas’ın kurtardığı köpeğe yaklaşımı ya da diğer karakterlerin iyi görüntüleri sizi yanıltmasın, onlar da hepimiz gibi orospu.

    kendi yangınlarını başlatan, sonra da başkalarını suçlayanların dünyasında, bergman efendi asasını kaldırmış, alın size kendi resminiz orospu çocukları, siz busunuz demesini bilmiştir. soyut acıyı anlamayan kalın kafalılar için de korkunç şekilde öldürülen hayvanların görüntüsünü devreye sokmuştur. ağaca asılı köpeği müthiş bir sıcaklıkla ve hüzünle kurtaran andreas karakteriyle ironinin dibine vurmuş, ula illa kan mı, can mı gitmesi gerek demiştir. bergman'ın hassasiyeti ise gözyaşartıcı; ne diyor bu herif?

    bir insanın kalbini kırmak/bir insanı aşağılamak, bir hayvanın üzerine benzin döküp onu yakmaktan farksızdır diyor.
  • izledigim her filminde ingmar bergman'a biraz daha hayran olmayi surdurmemi saglamis basyapit.
    kimi insani izledikten sonra iki saat sokaklarda dolastirip cevresine yabancilastiran, kimisininse uykularini kacirip huzur icinde uyuyabilmek icin bir baska film daha izlemek zorunda birakan bir film.
    goruyoruz ki bergman, filminin her acidan mukemmel olmasiyla yetinmemis; oyuncularin filmi bolerek canladirdiklari karakter hakkinda goruslerini bildirmesi gibi deneyselliklere de yer vermis.
    sadece filmdeki gorsel calisma bile insanda hayranlikla kiskanclik arasinda gidip gelen bir huzursuzluk yaratmaya yetiyor. tabi bu konuda bergman'in cogu filminde onemli katkisi olan goruntu yonetmeni sven nykvist'in hakkini da yememek lazim.
    filmde ayrica skammen'in sonundaki unutulmaz kayik sahnesiyle baslayan bir ruya sekansi da mevcut. ama benim en cok aklima takilan seylerden biri ici sutle dolu olan bir kasenin yere dustugu sahne. tarkovsky ve bergman'in birbirini etkiledigi muhakkak, fakat en passion'un 1969'da cekilmis olmasi, tarkovsky'nin cogu filminde dokulen sutun kaynagini bulmamizi sagliyor sanirim.
  • iskandinav cografya insanlarin fiziklerine daha da çok tenlerine nasil böyle sirayet ediyor, her halde bu güçlü teni en çok bi bergman filminde hissedersiniz bir de bi odd nerdrum tablosunda.
    bu filmi çekerken bergman ayrılma kararı aşamasındaymış liv’den. hatta oyuncuların oynadıklari karakterleri emprovize dillendirdikleri yemek masası çekiminde liv ullman oynadığı karakterin aslında yalana bulanmış, gerçeklikle sarmaş dolaş olduğunu sanırken ve ille de gerçekliği ararken aslında bir illuzyona saplanmış bi karakter olmadığını, inandığı ve gerçek olarak nitelediği sağlam değerleri olduğunu anlatmaya çalışırken, ve biraz da bu minvalde kendini anlatmaya çalışırken yönetmen “cut ” demiş, “cut liv”, ve orda da karakter bi yalan kalmış, liv de ingmar’i hiç affetmemiş bu yüzden.
    bir de insanın max von sydow’un saçlarını okşayası geliyor bu filmde, o ne güzel saç rengi, bu nasıl iskandinav güneşi.
    bir de bergman’a bi saygı duruşu, daha yıl 1969 çünkü, ne güzelmiş.
  • 84. dakikada; ''ama bilmen gerekir ki; benim etrafıma ördüğüm bir duvarım var'' sözleriyle başlayan ve 88. dakikada son bulan o konuşma... sigara yaktırmış, kağıda ve kaleme sarılmama sebep olmuştur.

    edit: düşüncesizce davranıp ilk entryleri es geçmişim. benden önce sigara yakanlar ve kağıt-kaleme sarılanlar olmuş zaten.
  • --- spoiler ---

    özgürlük hakkında pek çok konuşuruz.
    özgürlük, aşağılanmış olan için sadece bir zindan değil midir?
    yoksa o sadece aşağılanmışların tahammül edebilmeleri için kullandığı bir ilaç mı?

    bu hayatı sürdüremem artık.

    pes ettim.
    artık direnmeyeceğim.
    --- spoiler ---
  • faces'de karakterlerden maria * eşine dönüp diyor ki "sıkılıyorum, bir bergman filmi varmış, izlemeye gitsek mi?" john marley'in canlandırdığı karakter richard da elini sallayıp " depresyona girmek istemiyorum şimdi" minvalinde öneriyi savsaklıyor. o gece de boşanma kararı alıyorlar. neymiş? bergman filmi oynuyorsa gidilsin ki evlilikler sağlam kalsın. alvy singer da annie hall'u götürdüydü ingmar bergman filmine ama ne oldu? onlar da ayrıldı. demek ki durum biraz karışık.
    başyapıt falan gibi kelimelerin içlerini boşaltıp durunca manasız elbise askıları gibi sallanıyorlar. ee, o zaman bu film için ne diyeceğiz? münzevi hayatın gerçekliğin ne olduğunu bulandırdığı, köpeğin ipte sallandırdığı, bir kere dudak değdirerek en çıplak filmden daha erotik bir atmosferin sağlandığı, film yapısının kırılıp arada oyuncuların karakterlerini analiz ettiği, ansikte mot ansikte kırmızısının iki tokatta yere düştüğü bu 100 dakika için ne demeli. intihar öncesi mektup yazma zarafetine, hayvanlara yapılan işkenceye köpürürken karakterlerin birbirlerine ettikleri duygusal işkencelerin kabullenilmesine, fotoğraf çeken sevimsiz mimarın bizi andreas'ın başka biri olduğuna inandırmasına, metronom üstü kelime okumamıza, ilişkileri böyle düşünen böyle anlatan birine ne demeli? liv ulmman'a max von sydow'a ne demeli? bence şerefe demeli, bu mevzu kapatılmalı. ayrıca arttırıyorum 2 saat yürüyüş üstüne 3 saat yüzme ve otto e mezzo saat boş boş bakma.
    baktım süremiz geçti şunu eklemeden edemedim. o kırmızı ansikte mot ansikte kırmızısından ziyade viskningar och rop kırmızısı. yakında isveçce gireceğim entrylerimi de. tag.
  • bergman'ın beni gerçekten rahatsız eden filmlerinden biri oldu bu. 4 karakter üzerinden giden film boyunca bu 4 kopuk ve iletişimde zorlanan insanın içini görüyoruz aslında. bergman'ın diğer filmlerindeki o sıkıntılı ve mesafeli hava bu filmde de var: insan yalnızdır ve hep bir mesafeyi korur. karakterlerin bana yansıttıklarını acemice ve gözümden uyku akan şu saatlerde ele alacak olursam:

    --- spoiler ---

    filmin odak iki karakterinden biri olan andreas yalnızdır. onun diğer karakterlerin yalnızlığından farklı bir yalnızlığı vardır çünkü o, aynı zamanda insanlardan kaçarak kendi içine kapanmış bir kişidir ama kendini de görme cesaretine sahip değildir henüz. filmin başında ev telefonunu kullanmasına izin verdiği anna, onda bir merak uyandırmıştır. andreas, kendi seçimi olduğunu düşündüğü ama aslında itildiği bu yalnızlık içinde birileriyle temas kurmak için çabamaktadır. anna'nın gelişiyle eva ve elis'in de bulunduğu kalabalık bir çevre edinmiş olur. fakat tüm bu insanlar da içten içe parçalanan ve birbirlerinden kopuk kişilerdir. andreas önce elis'in karısı eva ile bir ilişki yaşar; eva, açıkça andreas'ı tahrik eder. aslında eva'nın yapmak istediği başkalarında sürekli bir etki uyandırmaktır; böylece var olduğunu hissedecektir çünkü varlığının etkilerini başka insanlar üzerinde görmezse kendini hiç gibi hissetmektedir. kocası, onun daha önce de anna'nın kocasıyla yaşadığı ilişkiye sessiz kalmıştır. eva belki de kocasında uyandıramadığı etkiyi başkaları üzerinde uyandırarak kendini yaşamaya değer bulmaktadır. elis ise içten içe umursasa da ses çıkarmakta bir mana bulamadığından ya da ses çıkarmanın getireceği yıkımdan korktuğu için umursamaz tavırlarıyla ekrana gelmektedir. adeta bir tutkusu haline gelmiş insan suratı fotoğraflarıyla içindekileri dışa vurmaya çalışır. mantık adamıdır; ona anlamsız gelen işleri dahi teklifin iyi oluşu gibi makul gerekçelerle yapıp bununla eğlendiğine, işinden zevk aldığına kanaat getirmiştir. bu noktada anna devreye girer ve ateşli bir şekilde dürüstlüğün öneminden bahseder. anna, dürütlüğe karşı gelen ya da hal ve tavırlarında yalan sezdiği insanlara karşı anında savunmaya geçen bir karakterdir. sonuna kadar dürüstlüğü savunurken kendi yaşamından örneklerle bunu destekler. yalnız bunu yaparken o çok övdüğü gerçeklerden değil de kendi kurgularından bahseder aslında. trafik kazasında kocasını ve çocuğunu kaybetmiştir ve kendi ölmemiştir. onlarla olan geçmişini çarpıtmış ve bu çarpıtmayı açığa çıkartacak herhangi bir şeyin karşısında durmaya yemin etmiş gibidir. kendi gerçeğini görmekten dürüstlük yalanına sığınarak kaçınır, anna en başta kendisine karşı dürüst değildir.

    filmin başından beri süregelen hayvan cinayetleri konusu var bir de... her hayvan cinayetini, bergman insanı gerçekten rahatsız edecek şekilde gösterir. hayvanları kimin öldürdüğü belli değildir fakat benim filmde dikkatimi çeken şöyle bir şeye de değinmek istiyorum; anna ve andreas aynı evde yaşamaya başladıktan sonra birlikte odadalar iken dışarıdan bir sesin gelmesi üzerine anna bunun yaralı bir kuş olabileceğini söyleyerek kuşa yardım etmek üzere andreas'la dışarıya çıkıyor. fena halde yaralanmış olarak buldukları kuş için anna belki de kuşun acısını dindirmek gerektiğini söylüyor ve ardından andreas yaralı kuşu öldürüyor. bunun üzerine anna, kuşun yaşamak için hiç şansı olup olmadığını soruyor ve andreas da iyileşemeyecek şekilde yaralandığından yaşayamayacağını söylüyor. anna belli ki bu soruyu kuşu öldürme fikrini verdiğinden vicdanını rahatlatmak için sordu fakat daha sonra, filmin sonunda anna ile andreas'ın arabada birbirlerinden artık tamamen kopma kararı vermişlerken, anna'nın arabayı kaza yapacak şekilde kullanması üzerine andreas'ın direksiyon hakimiyetini alarak onları kazadan döndürme sahnesini görüyoruz. burada akla gelen; anna, anna'nın çocuğu ve kocasının geçirdiği kazada, arabayı sürenin yine anna oluşu ve andreas ile adaş olan kocasının(bergman'da tesadüf, o istemediği sürece yoktur.) direksiyonu kontrol etmeye çalışmasına rağmen kazanın gerçekleşmesi. yani anna da o yaralı kuş gibi gördüğü ailesinin acısına son vermek istemiş aslında ve kuşun o yaralı haliyle yaşayıp yaşayamayacağının merakı ve pişmanlığı içerisinde. burada şöyle bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. koca olmayan andreas, anna'nın kocasının aksine arabadan sağ salim çıktıktan sonra artık gerçekten özgür olduğu söyleniyor filmde ve andreas artık sadece bir isim olarak değil, soyadıyla birlikte anılıyor. yani önce eva, daha sonra anna ile olan ilişkisi sonucu nihayet özgür kalarak kendisi oluyor. eva ve anna, andreas'ın kendini kapattığı kafesi ve korkularını görmesi için bir yere kadar ona eşlik eden iki kişi sadece. bu eşlik esnasında andreas'ın da tutku ve öfkesi açığa çıkıyor. andreas hakkında son bir şey daha söyleyeceğim. filmin sonunda artık soyadına kavuşmuş ve özgürleşmişken arabanın onu bıraktığı arazide bir aşağı bir yukarı gidip gelişiyle insanın kendisini bulmasından ve kendisiyle yüzleşmesinden sonra bile ne yapacağını bilemez halde oluşu, bütün amaçlarımızı gerçekleştirsek ve en üste çıksak bile bir anlamsızlık içinde kıvranacak oluşumuzu mu gösteriyor acaba? bu çok umutsuz bir son olurdu.

    baştan aşağıya incelendiğinde hacimli bir makale çıkabilecek bir film olsa da ben burada çok fazla şeyi atlayıp sözlükte yazılanlar da dahil birkaç inceleme okuyarak yaptığım yorumlarımı kesiyorum. çatıdan yuvarlanan ve andreas alıp tekrar bir yere koyduktan sonra yine düşen kova, dökülen süt, el arabalı adam, anna'nın arabasındaki ayna süsü, elis'in çektiği başı ağrıyan eva fotoğrafı, hayvanların cinayetinden sırf tek başına yaşayan tedavi olmuş bir akıl hastası diye sorumlu tutulan masum adam, andreas anna'nın mektubunu okurken duyulan saatin tik takları ve filmde ara ara yinelenen mektup satırları gibi bir sürü şey havada kalıyor böylece.

    --- spoiler ---

    bergman'ı neden seviyorum? çünkü o, filmlerinin en ufak ayrıntısını bile atlamadan okumamızı gerektiren karmaşık bir insan ve her seferinde bir farkındalık sağlıyor, kafamızı iyi anlamda karıştırarak sorular sorduruyor, derine indikçe de "aaa" dedirtiyor şaşırmanın zor olduğu şu alışılmış dünyada.
  • --- spoiler ---

    max von sydow'un adada teror estiren ve bir lince, ardindan da bir intihara sebebiyet veren hayvan katilinin agacin dalina astigi yavru kopegi buldugu sahnesiyle adeta o hedefine varamamis baltayi izleyicinin kafasina indiren bergman filmi. o kopegi filmin sayisiz ic acitan sahnelerinden birinde arabanin dikiz aynasindan sallanan ufak bir ayi olarak tekrar goruruz. filmin icindeki capraz gondermelerden yalnizca biridir bu. bergman'in dogaclama bir sekansa izin verdigi tek filmi bu. fakat oyku bergman'in her zamanki 'her sey yerli yerinde olmalidir, her sey benim onu koydugum yerde butun gorkemiyle durmalidir' saplantisinin izlerini tasiyor.

    bibi andersson'un en iyi performansini bu filmde sergiledigi kanaatinde oldugumu da nacizane belirtmek isterim.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap