• varolusun iki karsit ana prensiplerini barindiran bir ögreti... misal; aydinlik-karanlik, yeryüzü-gökyüzü, gece-gündüz, ates-su.
  • aslında dualizmi betimlerken "rüya görürken, kendinizi hem dışarıdan izliyor hem de birinci şahıstan rüyayı deneyimliyorsanız ne olduğunu anlayabileceğiniz şey" demek uygun değildir, zira dualizm / ikicilik -ilk ve genişletilmiş anlamıyla- bir yapıyı meydana getiren iki unsurun asla birbirine dönüştürülemeden, ayrı fenomenal kimliklere sahip olması durumudur.[1]

    verilen örneğe bakarsak, "rüya görme" olayının öznesi "hem dışarıdan izliyor" ("rüyayı dışarıdan nasıl izliyor?" diye sormak gerekir ancak bu kaba incelememiz zaten bu soruyu cevaplayan nüveleri barındırıyor, biz yine de bu ilk duruma a diyelim) "hem de birinci şahıstan rüyayı deneyimliyor" (kast edilen "rüyanın sahibinin/görenin söz konusu rüyada kendisini baş-rol/yan-rol vs. bir şekilde rüya aktörü olarak görmesi olmalı, bu duruma da b diyelim) ise, a ile b dualizmin tanımında geçen birbirine dönüştürülemeyen iki "kendinde" (in se) ve "bağımsız ilke"ye (ing. "independent principle", lat. "principium suummet" ya da "solutum principium") dayandırılamamakla birlikte, bizzat bu ilkeler de olamaz.

    zira rüyayı deneyimleyen zaten bir kişidir ve o kişi "zaten" kendisini "o rüyada" gören kişi olmaktan öte bir kimlik sahibi olamaz, o rüyanın görülmesi kendisi sayesinde olduğu yani "eyleyen" özne bizzat kendisi olduğu için, görülen meta yani kendisiyle olan ilişkisi "bir yapıyı meydana getiren, birbirine dönüştürülemez iki ilkenin mevcut durum"a işaret etmez, çünkü böyle bir durumda "farklı" olduğu düşünülen iki durum (a ve b) arasında "sadece" özne ile nesne ilişkisi vardır, oysa eyleyen ile eylenen arasında, dualizmin doğasındaki "iki ilkelilik"le açıklanabilir "belirleyici" ilişki yoktur. örneğin "ben kitabı aldım" dediğimde, "ben" ile "kitap" arasındaki ilişki almak fiili düzleminde dualist bir durumu işaret etmez.

    entirinin yukarıdaki yani "giriş" bölümüyle dualizmin "ne olduğu" kadar "ne olmadığı" üzerinde de durarak, "ne olduğu"nu anlamaya çalışmış oluyoruz. bunu niye vurgulama ihtiyacı duyduğumu söyleyeyim: hal böyle olunca, biri çıkıp da "bu da aslında bir dualizm örneği olabilir mi?" diye sorabilir. buna vereceğimiz cevap da bize dualizmin belirleniminde neye dikkat etmemiz gerektiğini gösterir. bir şeyin olduğu ile olmadığı şeye yapılan vurgu, en geniş çerçeveden bakılırsa, bütünü oluşturan iki ilkenin "dönüştürülemez, bağımsız" nitelikleriyle yapıda nasıl bulunduğunu açık edebilirse de, dualizm okumasının amacı bu değildir. dualizm tanımında iki ilke arasındaki "birbirine zıtlık" koşulu ön plana alınmaz, aksi halde, yapıda bir "uyum" olduğu düşüncesinden hareketle dualizmi başlı-başına uyumun ikrarı olarak değerlendirmemiz gerekirdi. oysa böyle bir durum söz konusu değildir. dual yani ikili yapının öncelikli olarak "uyum" yorumuna maruz bırakılmaması gerektiği fikrini, yunan felsefe terminolojisinde "uyum"a karşılık gelen harmonia teriminin etimolojik analizinden hareketle de savunabilirim.

    zira "uyum" diye çevirdiğimiz harmonia terimi, "eklem" anlamındaki harmos isminden gelmekle birlikte yapıyı oluşturan şeylerin adaptasyonu ve kombinasyonu düzleminde "eklemlenmek, uymak" anlamındaki harmozein fiiliyle doğrudan alâkalıdır. keza harmonia'nın latincesi olan convenientia terimi de aynı mantığı gütmektedir: ("gelmek" anlamındaki venire fiilinden hareketle) "şeylerin bir araya gelmesi ve birbirine uyma durumunu ortaya çıkarması" (venientia: "gelen şeyler").

    buna karşın dualizm dendiğinde "ilk" akla gelecek olan şey gece ile sabah gibi "uyumun" parçaları ya da yapıdaki sıradizimin yürütücüleri (biri bitince diğeri başlar) olmaları durumu olmamalı. uyumdan ziyade, dualizmde öne çıkan husus, yukarıda da vurguladığım gibi, yapıyı oluşturan iki unsurun "bağımsız olarak var olması" durumudur. bunun sağlamasını, felsefe-bilim tarihinde karşımıza çıkan dualist çözümlemelere bakarak da yapabiliriz.

    örneğin paralelizm düşüncesinde ilk vurgulanan unsur, zihinsel (ruhsal) ve bedensel (maddesel) tözlerin birbirinden ayrılığıdır, "bir araya gelerek nasıl uyum oluşturdukları" ya da "birbirlerini nasıl takip ettikleri" değil. paralelizm düşüncesinde, diğer dualist yaklaşımlardan farklı olarak "yapıyı oluşturan iki şey arasında nedensel bağ olmasa bile, birbirlerine karşılık gelecek ölçüde yapılanma/yerleşme" yani "iki şey arasında paralellik kurma" anlamı baskındır. psikofizik paralellik (psychophysical parallelism) kapsamında irdelenen de zaten budur, bir şey nasıl oluyor da, başka bir şeyle "nedensel" bir müşterek zincirin parçası olması koşulu olmaksızın müşterek olabiliyor? ruh ve beden birbirinin nedeni olma koşulu olmaksızın, nasıl oluyor da, tek bir yapının üyeleri olabiliyor? örneğin leibniz diyor ki, "beden(ler), sanki ruh(lar) hiç yokmuşçasına, etkendir.... ruh(lar) da, aynı şekilde, sanki beden(ler) hiç yokmuşçasına etkendir, dahası her ikisi de sanki (evvelce) birbirlerini etkilemişlercesine hareket ederler."[2] bana kalırsa, bağımsızlığına düşkün olanlar önce paralellizme eklemlenen bu dualist çözümlemeye tutunsun, böylece bağımsız olmanın dual yapı oluşturmaya mani olmadığını anlayabilirler. tabi ki, dual'i multi yapıp tüm sosyal yapının aslında "bağımsız" bireylerden oluşabileceği, bu yüzden özgürlüğün de "dışarıdan bakıldığında" görülebilecek "özde" paralelliklerde yer alabileceği anlaşılmış olur.

    peki, dual yapıdaki bu "paralel" hareketliliğin kaynağı nedir? işte, bu büyük bir problem. renaissance sonrası paralelist dualistlerden olan malebranche bu kaynağı tanrı'yla ilişkilendiriyor. demeye getiriyor ki, tanrı zihnin ve bedenin üstündedir, insanoğlu güdük algı yeteneğiyle, "sanki zihin ile beden arasında bir etkileşim varmış gibi düşünür", oysa böyle bir şey yoktur. tanrı zihni ve bedeni ayrı ayrı ama birbirine "para lel" hareket ettirir.[3] bu paralelist dualist mantığı şöyle düşünelim:

    tanrı bana hem kolumu kaldırma isteği veriyor, hem de kolumu kaldırtıyor, yani tanrı dünyevî hareketin hem kendisini hem de isteğini/istencini veriyor.

    yukarıda, leibniz'in de, önceden kurulu bir uyuma (ing. pre-established harmony, fr. harmonie préétablie) göre zihin ile beden arasında dualist paralellik gördüğünü söylemiştim. malebranche ile leibniz arasındaki fark, bu dual yapının kutsîliği üzerinedir. zira malebranche iki bağımsız ama paralel unsurun birlikteliğini tanrısal mucizeyle ilişkilendirirken, leibniz bunu doğrudan kurulu uyumun kendisi olarak görüp mucizevîliği reddeder. başka deyişle (daha da açımlayalım) malebranche hareketi ve istenci tanrı'yla ilişkilendirirken, leibniz yaratılan şeylerde kendilerine özgü bir güç bulunduğunu ve bu gücün hareketin kaynağı olduğunu söyler.[4] o halde leibniz, bedene yani maddeye, spinoza gibi içsel bir güç (belki "ruhçuk") atayarak atomcu panpsişist olur. bu düşünceyi, ruhu "tesadüfî hareket eden, kaynağı belirsiz bir güç" olarak tanımladığınız ve düzeni kaosa indirgediğiniz ölçüde materyalist kılmanız mümkündür. bu, var olan gücün kaynağına biçilen donun kirli ya da temiz olması arasındaki farkı andırır. don kirlenmişse çıkarırsınız, temizse çıkarmazsınız, aynı şekilde maddeye biçtiğiniz anlam pütürlüyse "ruhu yok, zaten evrene kaos hakim", pütürsüzse "ruhu var, zaten evrende bir düzen var" diyerek "her şeyi çözdüğü için gece kafasını yastığa gönül rahatlığıyla koyan gamsız herif"i oynayabilirsiniz. gece bunalıp da, duvar saatinin durmaksızın sağa sola sallanan şeyi gibi yastığı aşındıranları daha yakın buluyorum kendime. coleridge gibi çıkıp da, leibnizci bir duyuşla "bir zamanlar duyu-üstü/ötesi bir varlık vardı ve bir uyum kurdu" demektense[5] "bir zamanlar buradan bana arsa teklif etmişlerdi de almamıştım, şimdi bayaa gelişti, devlet hastanesi yapacaklarmış, daha da gelişir" demeyi tercih ederim.

    neyse efendim, sonra, dualist interaksiyonizm var, kökü platon ile pythagoras mistisizmine uzanan bu düşünce geçmişten günümüze en benimsenmiş dualist yaklaşımlardan biridir. özünde beden ile zihni (ruhu) paralel değil interaktif yani neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde birbirine güdümlü kılar. mesela aristoteles ilk ve gerçek tözün "madde" olduğunu ancak maddenin de bir cevher ve biçimden oluştuğunu söylerken bu dualist interaktif ilişki düşüncesinin temelini sağlamlaştırır. ancak burada "şaşırtıcı" olan aristoteles'in, hocası platon gibi, ruhu ayrı bir töz olarak düşünmemesine rağmen, ruhtaki nous'u yani aklî kısmı "ölümsüz" ve bedensiz görerek dualist interaktifliğe gölge düşürmüş olmasıdır. aristoteles'in bu yaklaşımının (nous teorisi dışında elbette) günümüzde psikofizyolojik psikoterapi yanlılarınca savunulması, freudyen çözümlemede yer alan "ego bedene hapsolmuştur" düşüncesinin de bu terapistlerin gözünde değerli olduğunu gösterir.

    aristoteles öz'ü maddeye, freud da ego'yu bedene interaktif manada bağlayarak farklı zihin tedavi kapılarını da aralamıştır. h. gross ve k. fligstein'dan hareketle söylersek, duygularla kelimeler arasında bir bağ vardır ("seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım"), keza arzularımız ister ilkel, ister gelişmiş düzeyde olsun, bir şekilde bedenlerimizi etkileyecek ve bedensel hareketlerimizi yani dünyevî varlığımızı "o" yapan canlılık göstergesini ("hareketliliğin kendisi" diyelim kısaca) belirleyecektir. ruhsal hastaya bedensel hareketleri monitorize edilerek gösterilirse, çok etkin bir tedavi sağlanabilir.[6]

    daha sonra kartezyen dualizm, dualist interaksiyonizmin başına iş açmıştır, sıkıldığım için entiriyi kapamaya yer arıyorum. kısaca bahsedeyim. descartes, diğer dualist interaksiyonistlerden farklı olarak, -ki erbakan terim içindeki "...siyonist" ifadesinden işkillenmektedir mütemadiyen- ruh ile beden arasında mekanik ve fiziksel bir ilişki olduğu tezini ortaya koymuş ve vakvakları ürkütmüştür. zira daha sonradan sir karl popper'ın da eleştireceği türden (üstadın haberdar olup da yerin dibine sokmaya çalışmadığı hiçbir şey yoktur, aksi herifin teki işte) bir problem doğurmuştur descartes'ın bu yaklaşımı, buna göre, dualizmin bir parçası olan ruh uzayda yer kaplamıyorsa, uzayda yer kaplayan fizikî bedeni nasıl olur da -"fizikî" bir neden olarak- hareket ettirebilir? malebranche'ın paralellik düşüncesini atıp "tanrısal mucizevî" de geç, diyesi geliyor insanın ama dilini sırıyor.

    dilini ısırma konusunda "falsification" duvarına sırtını dayayan popper ise tüm canlı şeyleri maddî bedene ve moleküler sisteme sahip olan şeyler olarak düşünmüş, tüm maddî/fizikî şeyleri kendileri gibi olan maddî/fizikî şeylerin oluşturduğu âlemin iştirakçileri kılmıştır. bunun yanında popper'a göre, bir de zihnî âlem vardır, burası canlıların zihin faaliyetlerinin egemen olduğu bir alandır. insanın dişinin ağrıması bedensel bir olaydır ancak bunun farkına varmak için zihinsel yetilere ihtiyaç vardır. popper'ın j. c. eccles ile birlikte kaleme aldığı the self and its brain: an argument for interactionism başlıklı eserini (springer-verlag, berlin 1977) popper'ın bu konudaki yaklaşımını ve bilhassa dualist interaksiyonizmin farklı vechelerini merak edenlere öneririm. bende pidiyefi var ama kimseye yollamam çünkü uslanmaz bir monistim, aşk evliliğine karşı değilsem de gerçekçiliğe aşırı vurgunum, animal symbolicum olduğumu ve skalada bilhassa öküzle ya da timsahla sembolize edilmeyi marifet belliyorum, belleten'de 653 sayfa makale yazmak ve mümkünse baudrillard'ın "genetik görüntü" dediği şahsa özel kodun bende meme ucundan emilme suretiyle hazza koşma şeklinde tebarüz etmesini istiyorum.

    yine de dünya dönüyor.

    notlar

    1. oed'deki ilgili tanım şudur: "a. the condition or state of being dual or consisting of two parts; twofold division; duality b. a theory or system of thought which recognizes two independent principles"
    tdk'daki ise şöyle: "birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız, birbirine geri götürülemeyen, birbirinin yanında veya karşısında bulunan iki ilkenin varlığını kabul eden görüş, düalizm."
    2. leibniz, monadologie, 1714, s.81.
    3. malebranche, dialogues on metaphysics and on religion, cambridge university press, 1997, s.xii.
    4. t. schmaltz, "the science of mind", the cambridge companion to early modern philosophy, ed. by d. rutherford, cambridge university press, 2006, s.142.
    5. coleridge, friend (1818) iii. 162.
    6. h. gross - k. fligstein, a psychophysiologic perspective on affect and psychotherapy, j am academy psychoanalysis, 10/2, 1992, s.189-212.
  • örnek olarak felsefe'de ruh ve madde, dinde antagonist iyi ve kötü düşüncesi.
  • şöyle bir sakınca taşımakta olan kavramsallaştırma:

    biri biriyle ilişkiye geçen iki varlığın, birinin bir diğeriyle hiçbir ortak paydasının olmadığını varsaymayı gerektirir. böyle bir ikicilik, nihaî olarak tarafgir olmayı ve tarafların birinin katışıksız "iyi" diğerinin ise katışıksız "kötü" olduğunu varsaymayı gerektirir- sonra bunlar çarpışırlar falan.

    toplumsal dizge ise, öte yanda, karmaşıktır.
  • tek tanrılı dinler, iyilik ilkesi üzerine temellendirilmiştir.
    tanrı, mutlak iyidir, iyiliğin bizzat kendisidir. ancak, mutlak iyi'nin yarattığı dünyada kötülüğün varlığı, bir açmaz doğurmuştur. bunu gidermek için bir çözüm olarak ortaya çıkan şeytan, tek tanrılı dinlere düalist bir nitelik kazandırmaz. çünkü o da, iyi olan tarafından yaratılmıştır ve bir gün, iyi olanın hakimiyetine boyun eğecektir.

    yezidilik, zerdüştilik, mazdekizm gibi dinler ise hem iyilik hem de kötülük ilkesini aynı anda kabul eden bir tapınma nesnesi geliştirmişlerdir ve bu anlamda düalisttirler.
  • "görmede, sadece görme vardır. gören de, görülen de yoktur. duymada, sadece duyma vardır. duyan da, duyulan da yoktur." (bahiya sutta, udana 1.10)

    dişi - erkek, iyi - kötü, aydınlık - karanlık gibi ayrılan çiftleri anlatan ying-yang felsefesi ya da "ikicilik" aslında her şeyin genelde zıttıyla mümkün olduğunu ifade etmektedir. jean-paul sartre, varlık ve hiçlik adlı kitabında şöyle bir giriş yapmaktadır:

    "modern düşünce varolanı, onu açığa çıkaran görünmeler [apparition] dizisine indirgeyerek önemli bir ilerleme kaydetti. bu yoldan, felsefeyi sıkıntıya sokan birtakım düalizmlerin [ikicilik] ortadan kaldırılması ve onların yerine fenomenin monizminin [bircilik] konması hedefleniyordu. acaba başarıya ulaşıldı mı?

    öncelikle, varolandaki içi ve dışı karşı karşıya getiren o düalizmden kurtulmuş olduğumuz kesindir. dış dediğimiz şeyi, nesnenin asıl doğasını gözlerden saklayan yüzeysel bir deri gibi değerlendiriyorsak, varolanın dışı artık yoktur. ve bu asıl doğa da, şeyin sezilebilen ya da varsayılabilen, ama nesnenin “içinde” olduğundan dolayı nesnenin asla ulaşılamayan gizli gerçekliği olacaksa, o doğa da yoktur artık. varolanı açığa çıkaran görünmeler ne içerinindir ne de dışarının, hepsi de eşdeğerdir, hepsi de başka görünmelere gönderir ve hiçbiri ayrıcalıklı değildir. örneğin kuvvet, yaptığı etkilerin (hızlanmaların, sapmaların, vb.) ardına gizlenen, bilinmez türden bir metafizik conatus değildir: bu etkilerin bütünüdür."

    bahsetmek istediğim soğuk bir felsefe değil. çünkü bir romanın kurgusu olması gibi, benzer biçimde, felsefenin de terimlerinin olması onun samimiyetini alıp götürmekte. düşünsenize bir kere, bir psikolojiyi öğrenmek adına, hangi romanlarda hangi kurgulara katlandık?! oysa samimi bir düşüncenin; bir karaktere ihtiyacı yoktur. hakiki bir psikoloji, esriktir ve kurgu bu bilinç dışılığı kabul edemez. buna da en çok marcel proust yaklaşmıştır. kayıp zamanın izinde'de kurgu için karakter yoktur.. karakterler için bir kurgu bulunmaktadır ve bu hikaye bir şey ifade etmez. önemli olan madlenin bize hissettirdiği o benzersiz duygulanım. bir eşyanın ruhu veya sevmek ve kavuşamamak epifenomenalleri.

    düalizm ise toplumda birbirine karşı duran mekanizmaların her birini simgeliyor benim için. kendini iyiliğin, aydınlığın savunucusu gösteren her kimse, bir karanlığın olduğunu bize kabul ettirmek ister.

    jean-paul sartre şöyle devam ediyor:

    "aynı biçimde, elektrik akımının gizli bir içyüzü yoktur: elektrik akımı, onun tezahürleri olan fiziksel-kimyasal olaylann (elektrolizler, bir karbon çubuğunun akkorlaşması, galvanometrenin ibresinin kımıldaması, vb.) bütününden başka bir şey değildir. bu olaylardan hiçbiri tek başına onu açıklamaya [révéler] yetmez. ama kuvvet de arkasında bulunan hiçbir şeyi belirtmez: kendi kendisini ve içinde bulunduğu dizinin tamamını belirtir. buradan doğallıkla şu çıkar: olmak ve görünmek düalizmi, felsefede yer alma hakkına bir daha sahip olamayacaktır. görünüş, varolanın tüm varlığını kendine doğru çeken gizli bir gerçeğe değil, görünüşler dizisinin toplamına gönderme yapmaktadır. diğer yandan görünüş de, bu varlığın tutarsız bir tezahürü değildir. numenal gerçekliklere inanılabildiği sürece, görünüş, mutlak bir olumsuz olarak sunuldu. görünüş, “olmayandı” ve görünüşün yanılsamanın ve hatanın varlığından başka bir varlığı yoktu. hattâ bu varlık bile ödünç alınmıştı, görünüşün kendisi bir aldanıştan ibaretti ve karşılaşılabilecek en büyük güçlük, fenomenal olmayan varlığın bağrında kendiliğinden emilip yok olmaması için, görünüşün içinde yeterli uyum ve varoluşu muhafaza etmekti. ancak, nietzsche’nin “art dünyalar yanılsaması” adını verdiği şeyden eğer bir kez kurtulmuşsak ve eğer görünme-arkasındaki varlığa [retre-de-derriere-apparition] artık inanmıyorsak, görünme de, tersine, olumlulukla dolu hale gelir; özü, varlığa artık aykırı düşmeyen, tersine varlığın ölçüsü olan “görünmek’’tir. çünkü, bir varolanın varlığı, o varolan ne olarak görünüyorsa tam da odur. örneğin, husserl ya da heidegger’in “fenomenolojisinde rastlanabileceği biçimiyle fenomen fikrine, fenomen ya da mutlak-göreceye [relatif- absolu] böylece ulaşırız. fenomen, görece kalmaktadır, çünkü “görünmek”, özü gereği, kendisine göründüğü birini varsayar. ama fenomen, kant’ın erscheinung’unun çifte göreceliğine sahip değildir. omuzunun üstünden, mutlak bir hakiki varlığa işaret etmez. o ne ise mutlaka odur, çünkü o kendini olduğu haliyle belli eder. fenomen nasılsa öyle incelenip betimlenebilir, çünkü kesinlikle kendi kendinin göstergesidir. "

    kant'ın sözleri bana şu sözleri anımsattı: "ego sum, qui sum." tevrat'ta geçen [eski ahit - mısır'dan çıkış (3:13; 3:14)] bu ifade "ben ne isem; o'yum" anlamına gelmektedir. tanrı bunu kendisini tanımlamak için söyler. max stirner de şöyle demişti: "benim soyum benim, ben normsuz, yasasız ve örneksizim."

    "aynı anda saklı gücün [puissance] ve edimin ikiliği de ortadan kalkacaktır. her şey edim halindedir. edimin arkasında ne güç, ne exis, ne de gerekirlik vardır. örneğin “deha” dendiği zaman - proust “deha sahibiydi” ya da o bir dâhi “idi” dendiğinde olduğu gibi - bundan kimi yapıtlann üretilmesinde ortaya çıkan ama orada kendini tüketmeyen bir özel gücü anlamayı kabul etmeyeceğiz. proust’un dehası, ne tek başına ele alınan eserdir, ne de proust’un bu eseri üretmeye muktedir olmasıdır: proust’un dehası, bir kişinin kendini ortaya koyma şekillerinin bütünü olarak düşünülen eserdir."

    yaratıcılık hakkında matematik dünyası dergisi'nde (2013-ı) yapılan alıntıyı aktarmak istiyorum:

    "yaratıcılık, hayatın olmadığı yerde yeni hayatı 'doğurmak' şeklinde deneyimlenir - çoğu sanatçı, yaratıcı sentez evresi bittikten sonra ani bir coşkunluk, bir 'evreka' anı hisseder. bu muhteşem duygu, korkutucu da olabilir; bir teşhir olma korkusu, eserin yeterince iyi olmayacağı korkusu meydana gelebilir. eser ne kadar orijinal ve manidar ise, sanatçı incelenmeye o kadar açıktır. gerçek bir sanatçı, gerçek iç dünyasını ifade edecek kadar cesur olmalıdır. aksine, bastırmak bir o kadar zararlıdır, çünkü sanatçıyı meşru ve duygu yüklü fikirlerini ve sezgilerini sansür etmeye itebilir, içgörüsünü engelleyebilir"

    matematik, kurt gödel'e kadar bir kesinlik arayışı içinde ilerlemişti. oysa eksiklik teoremi ile birlikte artık matematiğin sanatsal ve sezgisel yönünü de görmeye başladık. bu en baştan beri var olan bir şeydi ve bize dairdi.

    "nihayet, bu şekilde görünüş ve öz arasındaki düalizmi de aynı şekilde dışlayabiliriz. görünüş özü saklamaz, onu açınlar: görünüş özdür. bir varolanın özü,- artık o varolanın derinliklerine gömülü bir gerekirlik değil, onun görünmelerinin akışını yöneten apaçık yasadır, dizinin nedenidir. fiziksel bir gerçekliği (örneğin, elektrik akımı), onun çeşitli tezahürlerinin [manifestation] toplamı olarak tanımlayan poincare’nin nominalizminin karşısına, duhem, kavramı o tezahürlerin sentetik birliği haline getiren kendi teorisini çıkartmakta haklıydı. ve elbette fenomenoloji de hiçbir biçimde bir nominalizm değildir. ama, kesin olarak diyebiliriz ki, dizinin nedeni olarak öz, görünmelerin arasındaki bağlantıdan başka bir şey değildir, yani kendisi de bir görünmedir. özlere ilişkin bir görünün (örneğin, husserl’deki wesenschau) imkânını açıklayan şey de budur. böylece fenomenal varlık kendini ifşa eder, varoluşunu ifşa ettiği kadar özünü de ifşa eder ve fenomenal varlık bu kendini ifşa edişlerin, tezahür edişlerin birbirine iyice bağlanmış dizisinden başkaca bir şey değildir."

    insan nedir? nesnelerin nesnesi. biliş yalnızca beyaz gürültü'nün volatilitesine neden olan bir maşadır. insan davranışlarının (judgment) ateşine kömür atıp harlamaktadır. buradan düalizmin, mutlak bir ekleşikliğe ve tekliğe geçişini göstermek istiyorum. bizler hiçiz, her şeyi yaratan bir hiç. bu açıdan bakıldığında max stirner'in şu sözleri daha bir anlam kazanıyor: "eğer tanrı ve insanlık, sizlerin de doğruladığı gibi, bir bütünlük iseler, benim de onlardan eksik bir yanım yok ve "boş" olduğuma dair bir şikayetim de yok. ben hiçim derken, boş olduğumu söylemiyorum, bizzat yaratıcı bir hiçim, bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan bir hiç."

    bir birey olarak her şey sizi oluşturdu ve siz de her an yaratmaktasınız her şeyi. kendinizi ayrı konumlandırmayın başka şeylerden: bir hamam böceği de, rüzgarda savrulan bir toz zerresi ve çok çok uzak bir galaksideki dev bir yıldız da benzer biçimde yaratım ve yaratılma durumunda birer hiçlik barındırıyorlar kendilerinde. stirner'den devam edersek;

    "benim hiç’im gözle görünen, elle tutulan bir varlıktır. üstelik kırıcı olan bu hiç, vakumu dolduracak kadar da yapıcıdır. dünya benim dünyamdır, gerisi yalan. hiçbir amacım yok benim, neredeyse bir bitki kadar yalın ve yaşam doluyum. ancak benim bir mülkiyet düşkünü olduğumu sanmayın -bunu da ısrarla söylüyorum. her düşkünlük beni tiksindirir. meselemi hiç’e bıraktığım için, hiçbir tutku umurumda değil. ben tutkuların kölesi değil, efendisiyim. beni var eden benim, çünkü benim nedenim benim. kimse benden sorumlu değil ve kimseden’de ben sorumlu değilim. bununla özgür olduğumu söylemiyorum, özgürlük kölelerin bir arzu ve tutkusudur, ben özgürlüğün nesnesi olacak kadar nesneci değilim. özgürlük benimle birlikte doğdu ama ben başkaları gibi özgür olmaya mahkum değilim. ben özgürlükten de arındım. ben biricik’im."

    acı ve ızdırap çekeriz. bu sancı varoluşumuzun bize dayattığıdır. bir kadercilik değilse de bahsettiğim; bir kaçınılmazlıktır. işte bir yere koyamadığımız bu yaşantılarımızı, boşuna anlam arayışlarıyla da örtememekteyiz. kemerlerinizi sıkıca bağlayın; hiçbir şey ifade etmeyen inmeli bedenlerimiz, bizim cehennemimiz.

    sartre'ın proust hakkındaki sözleriyle kapatalım:

    "ürettiği eserlere indirgendiğinde bile, proust’un dehası, bu eserlere ilişkin sahip olunabilecek ve proust’un eserinin “tüketilemezliği” diye adlandırılacak olan muhtemel bakış açılarının sonsuzluğuna eşdeğerdir. ama bir aşkınlığı ve sonsuza başvuruyu gerektiren bu tüketilemezlik, onu tam nesnede yakaladığımız anda bir “exis” değil midir? nihayet öz, kendisinin tezahür etmesini sağlayan bireysel görünmeden radikal bir biçimde kopmuştur; çünkü öz, ilke olarak, bireysel tezahürlerin sonsuz bir dizisi aracılığıyla açığa çıkarılabilmek zorunda olandır."

    https://postmodernizm.blogspot.com/…10/dualizm.html
  • batı felsefesi tarafından (en azından modern zamanlarda) çokta ciddiye alınmamış akım.
    daha çok doğu felsefelerinde bolca bulunsa da, diyalektik yöntemle bir bağ kurulsa nasıl olurdu merak etmekte benim gibi insanlar.
  • kalkinma ekonomisinin az gelismis ulkeleri incelerken basvurdugu bir kavramdir. "ikili yapi" da denilmektedir.

    az gelismis ulkelerde bir yandan ileri gelismislik duzeyindeki ulkelerin pazar yapisina, ileri teknolojisine, gelismis sosyal iliskilere rastlanabilecegi yerde, ote yandan geri kalmisligin ozelliklerinden aile ekonomisi, geri teknologi, duygun sosyal yapilara da rastlanabilir. bu durum az gelismis ulkelerin ikili yapi ozelligidir.

    4 cesit dualizm vardir:
    (bkz: yapisal dualizm) (bkz: teknolojik dualizm) (bkz: sosyolojik dualizm) (bkz: bolgesel dualizm)
  • birbirine karsit, birbirine indirgenemez durum.
  • cep telefonlarinin olmadigi zamanlarda dual pikap sahibi olanlarin sahip olduğu karizmanın sonucu ortaya çıkan akım. bunlarin en buyuk düşmani grundig makarali teyp sahipleri idi. philips in ucuz, portatif pikapları bu izmin sonu oldu.
hesabın var mı? giriş yap