• --- spoiler ---

    cok buyuk umutlarla izledim filmi. konusunu cok merak ediyordum. ancak cok guzel seyler anlatabilecekken, cok enteresan bir film olacakken resmen vaktimize yazik ettik dedirtmistir.

    oncelikle filmde hicbir karakter calismasi yok, basrol oyuncusu da dahil olmak uzere kimin karakteri ne, yasanmisliklari ne hicbir fikriniz yok. ayrica bu karakterlerin eylemleri de hicbir sekilde tutarli degil. zaten bir onemi de yok zira cok sacma sapan bir sekilde ilerliyor ve sona eriyor.

    cok guzel ayrintilar dusunulerek basliyor, cok umutlaniyorsunuz: insanlar uyutulduktan sonra tum vucut tuylerinin kesilmesi, dolgulu dislerin cekilmesi, lavman yapilmasi gercekten guzel dusunulmus ayrintilar.

    ancak, yaklasik ilk 40-50 dakikadan sonra ne yapiyorum da bu filmi izliyorum diyorsunuz. hep duzelecegine dair bir umutla izliyorsunuz ancak duzelmiyor.

    inanilmaz yuzeysel. cok guzel fikirlerle basliyor, doga yok oluyor, dunyada cok fazla kisiyiz, daha az tuketmemiz lazim, ama bir yandan bu kucuk insanlar daha az vergi oderken ayni haklara mi sahip olacaklar gibi cok guzel konulara deginiyormus gibi yapiyor fakat bu 15 dakika falan suruyor.

    sonra, bas karakterimiz paul, sozde aktivist ngoc'a asik olmaya basliyor ya da vakit gecirmeye basliyor diyelim. ben ngoc kadar itici bir karakter gormedim, paul'a it gibi is yaptirmak disinda, kadinin aktivistligine iliskin hicbir sey goremiyoruz.
    en son kisimda, sozde aktivist kadin, 'salak bir delige girmek icin beni birakacaksin' triplerine giriyor! hicbir aktivist 'dunyayi ve insan turunu kurtarmak icin' yerin bilmem kac metre altina buyuk bir ozenle insa edilen bir sehre ve komun hayatina 'salak bir delik' demez! diyorsa da oyle aktiviste kafamiz girsin.

    yonetmen hangi karakterin nasil bir tepki verebilecegine calisma ihtiyaci bile duymamis sanirim.

    kisacasi vaktinize yazik.

    --- spoiler ---
  • bir taraftan, çevre düzenlemeleri ile egzos emisyonlarının önem kazanması ve buna dayalı vergilendirme sistemleri, diğer taraftan petrolün “sürdürülebilir” bir kaynak olmadığı gerçeği ve artan akaryakıt fiyatları nedeniyle ortaya çıkan tasarruf ihtiyacı üreticileri daha verimli motorlar üretmeye itti. bu ihtiyaç ya da zorunluluk ile ortaya çıkan motor konseptine, hacmine göre güçlü bu motorların hakkını teslim etmek için “downsizing” adı verildi.

    tasarruf” iddiası ile yola çıkılmasına rağmen, daha az tüketen bu yeni nesil motorların güç çıkışları ve güç dağılımı da atmosferik motorların çok önüne geçmiştir.

    downsizing’in kelime anlamı “küçültme” demektir. kelime olarak olumsuz bir anlam taşımasına ve otomotiv sektöründe yukarıda geçen zorunluluklarla uygulanan ve üretim maliyetlerini arttıran bir yöntem olmasına rağmen, bir devri kapatmış ve 2000’lerin sonunda “motor verimliliği” anlamında yeni bir dönem başlatmıştır.

    en basit ifadesiyle, motorun hacmini küçültmek ancak alınan verimi ve gücü muhafaza etmektir, ya da, aynı hacimdeki motordan daha yüksek hacimdeki motorlara eşdeğer güç ve verim almaktır. bu, küçük hacimden, aşırı besleme ile (çoğunlukla turbo ile) daha büyük hacimli motorlara eşdeğer güç sağlama prensibine dayanır. downsizing uygulanmış bir 1.6 litrelik motor, asla sadece bir 1.6 litrelik motor değildir.

    downsizing ile motor hacimleri küçüldü, eskiden büyük hacimle ve yüksek devir ile gelen güç, daha küçük hacimlerden aşırı besleme ve direkt enjeksiyon ile gelmeye başladı.

    ancak downsizing, bu tanımdan daha fazlasıdır:

    downsizing uygulanmış motorların, geleneksel atmosferik motorlardan en önemli farkı motorun maksimum torkunu düşük bir devir düzeyinde vermesidir. düşük devirde, uzun oranlı vitesler ve uzun ayarlı son dişli ile yapılan yolculuklar tasarruf getirir. performanstan ise ödün verilmez. istendiğinde düşük tüketim, istendiğinde yüksek performans sunan bir motor konseptidir.

    downsizing’in ilk örneği bir peugeot 406’nın kaputunun altındaydı: 1997 yılında kullanılmaya başlanan xu10 j2te kodlu turbo motoruyla peugeot 406, belki de dünyanın bugünkü anlamda ilk downsizing uygulamasının yapıldığı otomobildi. 2.0 litrelik bu motor 145 hp gücündeydi. o tarihe kadar turbo, güç artışı için kullanılıyordu. peugeot’un 406 modelinde daha önceden beri sunduğu 2.0 litre atmosferik motor zaten 136 hp (100 kw) güç üretiyordu, bu yüzden bu 2.0 litrelik turbo motorun 145 hp’lik gücü (108 kw), o dönem yapılan değerlendirmelerde düşük bulunmuş ve eleştirilmiştir. aslında peugeot’un yaptığı, düşük basınçlı bu turbo ile hem tasarruf sağlamak hem de tüketimde artış olmadan otomobilin ara hızlanma değerlerini iyileştirmekti.

    downsizing’in diğer bir ilk temsilcisi de smart mcc’ydi. mercedes benz’in bu şehir otomobili, 599 cm3’lük aşırı beslemeli bir benzinli motora sahipti ve motor, dönemi için “öncü” özelliklere sahipti. 0.6 litre motor turbo besleme ile 55 hp güç, 90 nm tork veriyordu.

    bilinen en ünlü “ilk örnek” ise volkswagen grubu’nun 2005 yılında frankfurt otomobil fuarı’nda tanıttığı 1.4 tsı’dir.

    güncel olarak en mükemmel ve olgun 2 örneği ise bmw ve psa tarafından geliştirilen 1.6 litrelik n13b16 ve yine bmw tarafından geliştirilen, toyota yaris hybrid kadar yakıt tüketip porsche 911 ile eşdeğer performansı veren bmw i8’de kullanılan 1.5 litrelik b38’dir.

    downsizing’in sağlıklı çalışması ve amacına ulaşması için aşırı besleme ve direkt benzin enjeksiyonu gibi sadece motorda yapılan düzenlemeler yetmiyor (bunlar eskiden de vardı) ilave olarak 3 unsura daha ihtiyaç var:

    1. şanzımanın çok oranlı olması: “eskiden” otomatik şanzımanlarda 4 vites yeterli (!) oluyordu. yeni nesil otomatik şanzımanlardaki oran sayısının önce 6’ya, sonra 8’e (bkz: zf 8hp) ve şimdi de 9’a çıkarılması (bkz: range rover evoque), hız için değil, downsizing motorlardan verim almak için yapılan bir uygulama. çünkü, daha çok sayıda vites oranı demek, hızlanmalar sırasında, motorun bir alt vitesden bir üst vitese geçerken, vites oranları birbirine çok yakın olduğu için motorun çok dar bir devir aralığını kullanması demek, bu da verimlilik ve tasarruf demek. (yıllardır otobüs ve kamyonlarda kullanılan 12 vitesli otomatik şanzımanların çalışma prensibi buydu. bu yöntem şimdi otomobillerde de kullanılmaya başlandı.)

    2. şanzımanın uzun oranlı bir “en yüksek vites”e sahip olması ve “son dişli”’nin uzun oranlı ayarlanması: downsizing’in başarılı çalışması için hızlanmaların yanında stabil sürüşlerde de motorun düşük devirde tutulması gerekiyor. otomobil ideal (yasal ve ekonomik) sürüş hızlarında (90-110 km/h) ne kadar düşük devirde hareket ederse o kadar verimli oluyor. bmw 316i (e90) 6 ileri otomatik 2.000 devir’de 90 km/h yapıyordu, bmw 316i (f30) 8 ileri otomatik 2.000 devir’de 110 km/h yapıyor. artık daha düşük devirde daha yüksek hıza ulaşmak mümkün, ya da daha düşük devir çevirerek eskinin aynı hızlarında yolculuk yapmak mümkün. daha düşük devir daha düşük tüketim anlamına geliyor. aynı zamanda gürültü düzeyini düşürüyor. motorun ömrünü uzatıyor.

    3. motorun torkunu düşük devirde üretmesi: daha düşük devir çevirerek, daha yüksek hızları istiyoruz. üstelik bu düşük devir bantlarında, çekiş gücü kaybı yaşamadan, vites düşürmeden hızlanmak ve hatta rampa tırmanmak istiyoruz. çünkü tasarruf için uzun oranlı bu şanzımanların torkunu düşük devirde üreten bir motorla kombine edilmesi gerekiyor. atmosferik motorlarda bu mümkün değildi, hızlanmak için viteslerle oynamak ve aracı devirlendirmek gerekiyordu. çünkü tork, motor devirlendikçe geliyordu. yükselen devir de tüketimin artması anlamına geliyordu. “turbo uygulanan downsizing motorlarda ise hiç mümkün olamaz” diyenler olacaktır. böyle düşünenler “çünkü turbo boşluğu (turbo lag) var” cevabını verecektir. ama öyle olmuyor. devrim burada başlıyor. downsizing motorlarda turbo boşluğu yok. peki tasarruf iddiasındaki downsizing motorlarda bu nasıl oluyor? onun cevabı da burada:

    (bkz: twinscroll turbo)

    ----------------

    ayrıca, downsizing uygulanmış en başarılı motorlar için:
    (bkz: b38)
    (bkz: n13b16)
    (bkz: ea211)

    downsizing dünyasını okuyamayan hatalı bir uygulama için:
    (bkz: skyactiv)

    edit:

    downsizing'in ortaya çıkış hikayesi için (bkz: #48915298)

    aşırı beslemeli bir motordan alınabilecek güç neredeyse “sınırsız”dır. burada verilebilecek en güzel örnek, bmw’nin 1970’lerde formula 1’de kullandığı 1.5 litrelik turbo motordur (m12) formula 1’de turbonun henüz yasak olmadığı dönemlere ait bu motor 1.500 (yazı ile bin beş yüz) hp güç üretiyordu. aşırı beslemeli bir motordan istediğiniz kadar güç alabilirsiniz. önemli olan ise, sadece güç almak değil, aynı zamanda bu motorun dayanıklı ve uzun ömürlü olması, yüzbinlerde km dayanabilmesi, günlük kullanıma uygun olması ve alt devirlerden itibaren dengeli güç dağılımı sağlaması (bkz: turbo boşluğu - turbo lag), tasarruflu olması ve aşırı tüketmemesi, ama hepsinden de önemlisi doğaya karşı saygılı olmasıdır.

    otomobillerin de daha tasarruflu olması ve daha az tüketmesi gerekiyor. burada amaç “az yaksın çok kaçsın” düşüncesi ile otomobiller üretmek değil. çünkü burada bahsedilen “tasarruf” konusu sadece hanehalkı / per capita olarak bizim kişisel tasarrufumuz değil. bu önemli, ama asıl önemli olan dünyanın, gezegenin kendisinin tasarruf edilmesi. artık, havayı, suyu, enerji kaynaklarını çok ama çok hızlı tüketiyoruz, atmosfere olması gerekenin çok üzerinde co2 bırakıyoruz.

    içerisinde olduğumuz durum ciddi ve sorumlusu daha fazla gelişmiş ülkeler (biraz da hindistan’daki inekler), ancak en büyük sahiplenme yine gelişmiş ülkelerdeki bilinçli bir azınlıktan geliyor. otomobillerde motor teknolojilerindeki geliştirmeler de bundan kaynaklı. bütün amaç co2 salınımını düşürmek. bu yüzden birçok avrupa ülkesinde vergiler artık motor hacmine göre ya da motor gücüne göre değil, co2 emisyonlarına göre belirleniyor.

    konu buradan, yani emisyonların (co2 salınımının) azaltılmasından geliyor.

    emisyonların azaltılmasının tek yolu da daha tasarruflu motorlar yapmak. ama tasarruflu motor üretmek performanstan vazgeçilmesi anlamına da gelmemeli. “downsizing” uygulanmış motorların ortaya çıkış hikayesi de budur.

    downsizing ulaşılması gereken bir son nokta değil, bir “ara dönem”. bu ara dönemin içerisinde ikinci bir ara dönem daha var: hybrid araçlar. işler yolunda giderse bu dönemin ardından sıfır emisyonlu bir dönem başlayacak. bu da büyük olasılıkla elektrikli araçlar ile gerçekleşecek, ancak hidrojen gibi bazı alternatif yakıtlar da bulunuyor. ne olacağını ömrümüz yettiği kadar göreceğiz.

    birbirimize, insanlara ve doğaya karşı saygılı olursak birşeylerin yolunda gitme olasılığı daha yüksek. otomobiller de bunun bir parçası.
  • aslında, film değil de sekiz bölümlük dizi olarak kurgulanması gereken yapım. ve yönetmeni de mutlaka wes anderson olmalıydı.

    filmde dört ana hikaye var:

    1. minyatürleştirme işleminin ("downsizing") gerçekleştirilmesi;
    2. paul safranek* ve eşinin* sıkıcı orta sınıf hayatları (ve bir amerikan rüyasının daha çöküşü);
    3. paul safranek'in bir minyatür olarak yaşamı (=dramı)
    4. norveç gezisi

    bu dört ana hikaye, tüm detaylarından arındırılıp, olabildiğince "özet" bir şekilde tek bir film içerisinde sıkıştırılınca, ortaya kopuk bir şekilde ilerleyen, sonlara doğru seyircinin ilgisini pek çekemeyen ve mesajı bulanıklaşan bir yapım çıkmış.

    oysa ki, her hikaye kendi içinde çok önemli karakterlere ve alt-hikayelere sahip. (ufak bir detay: filmin başında istanbul kongre merkezi ve maslak'ın silueti gösterilmiş).

    --- spoiler ---

    film, paul safrenek'in yaşamına odaklanmış. paul kardeşimiz, orta yaşta, boktan bir işte çalışan ve eşinin bitmeyen ihtiyaçlarına yetişmeye çalışan bir adem oğlu. bir sürü borca girmiş. eşi de daha güzel, yeni ve lüks bir eve taşınmak istiyor; ama, eldeki koşullar belli...

    kapitalizmin insanlara önerdiği "downsizing" ise, minyatür yaşam evreninde, 150,000 dolar'lık bir birikime neredeyse 12 milyon dolar'lık değer biçiyor ve "gel gel" yapıyor. orta sınıf bir evde oturmak yerine, minyatür şehirde malikanede yaşamak bu çifte ilginç geliyor ve kararlarını veriyorlar.

    ne var ki, paul küçülürken, eşi buna madik atıyor ve son anda kaçıyor. oysa ki, paul, eşi hep o hayal ettiği evde yaşasın, zengin olsun, vs. diye küçülmeyi istiyor. eşinin boşanma davası açması ve elindeki bütün birikimi alması üzerine, paul eski sefil hayatına geri dönüyor. minyatür olsanız da kapitalizm kapitalizmdir; birileri keyif yaparken siz çalışmak zorundasınız.

    filmin üçüncü hikayesi, paul'un sırp komşusu ve vietnamlı hizmetçi kadın ile tanışması ve sonrasında gelişen olayları anlatıyor. kaldı ki, burada sınıfsal bir yaklaşım var. "hayallerinizin şehri" olarak sunulan yerde bile "ötekiler" var. emekçilerin yaşadığı gettoların da ötesinde, o son derece korunaklı duvarların ardında, diğer minnakların bokunu püsürünü temizleyen emekçilerin kaldığı rezil mahalleler ve yaşamlar gösteriliyor. sınıflar arasındaki farkı ve sömürünün acımasızlığını görebiliyorsunuz.

    ama, hollywood bu... vietnamlı aktivisti bir anda anti-komünist ve dindar bir eylemciye dönüştürüyor -- orijinal metinde böyle bir şey var mı?

    son norveç yolculuğu ise resmen geçiştirilmiş ve duygusal diyaloglara boğulmuş...
    --- spoiler ---

    özet olarak, bu filmden çok harika fikirler çıkabilirdi... konu çok ilginç, çünkü. ama, pek becerememişler...
  • ahanda şu sahnesinde koptuğum ve anırarak güldüğüm bir film olmuştur bu efenim.

    sen ne menem bir orospu çocuğusun len. asdfjkl
  • kusura bakmayın ama şu filmden öğrendiğim en iyi ve bilgilendirici şey; amerikanların 8 tür seksinin olduğuydu. aşk seksi, nefret seksi, ayrılık seksi, barışma seksi, sarhoş seksi, dost seksi, acıma seksi ve sadece sevişme seksi. teşekkürler garip aksanlı tayvanlı karakter.
  • sanki iki farklı film kesilip birbirine eklenmiş gibi bir film, ortalardan sonra haydaa diyorsunuz. iş nereden nereye geldi.

    --- spoiler ---

    filmin başlarındaki bilimsel açıklamalarda hesap hataları vardı, küçültme oranları ile küçülen insan boyları birbirini tutmuyordu. sonradan söylenen rakamlar baştakileri tutmuyordu. bunlar benim açımdan film için ilk olumsuz puanlar.
    fakat konu güzel gidişat iyi, hele kadının adamı yarı yolda bırakması filmin zirve noktası sayılabilir. ancak şu vietnamlı kadının ortaya çıkışı sanki başka bir filme geçmişiz gibi bir izlenim bıraktı o noktadan sonra oyunculuklar ve konu işlenişi bozuldu yüzeyselleşti. filmi başladım diye zoraki bitirdim. çok kötü değil ancak ziyan edilmiş bir film.

    --- spoiler ---
  • uzun zamandır konusu bu kadar merak ettiren bir film olmamıştı. heyecanla bekliyoruz.

    filmin fragmanının başında kongre merkezi yazıyor türkçe olarak olayı anlamadım türkiye'de bir yer mi? yoksa hollywood yine bize ufak mutluluklar mı serpiştiriyor?

    resim
  • "gülerim, eğlenirim" diye giden olursa büyük hayal kırıklığına uğrar çünkü filmin komediyle alakası yok. dramla da yok, aksiyonla da yok, bilimkurguyla da yok. hiçbir şeyle yok. sadece ilk 40-45 dakikasının izlenebilirliği var, o da dusan çıkana kadarki kısma denk geliyor. o andan sonra bitmek bilmeyen bir saçmalık rüzgarı. yönetmen kalın sıçmış, matt damon sevimsizliğin kitabını yazmış. ayakta kalan tek isim christopher waltz.

    68 milyon dolar bütçeye 21 milyonluk dönüşle gişede de çakılıp layığını bulmuş.

    not: türkiye olayına da fazla heyecanlanmayın, filmin bizle alakası sadece resimlerde gördüğünüz kadar.
  • bu film sosyolojik eleştiri bakımından; yani filmlerin dönem ya da ele aldığı içerik konusunda; toplumla ilişkilerini sosyal ve kültürel açıdan bir veri olarak inceleyip, değer yargısı taşımadan, durum tespit etme şeklinde ortaya çıkan eleştiri türünde; “bir hayalim var” cümlesi ile açılan film, dünyayı kurtarma amacıyla yola çıkan amerikan rüyası’na göndermeleri, iklim değişikliğinin kapitalist sistem ve toplum üzerindeki etkisi olarak incelenmiştir.

    her zaman bir arayış içerisinde olan adem oğlunu temsil eden paul, ilk aşamada orta sınıf bir aileyi temsil etmektedir. gelirleri giderleriyle eşit olduğu halde karısının lüks arayışı paul’a dert olur ve kendi halinden memnun olsada karısı için yaşantısından vazgeçer. bunu için sunulan fırsat küçültmeye gitmektir. bu normal bir küçültme değil fiziksel olarakta minimalizme yönelmektir. kapitalist sistem içerisinde bu günki halleri ile 150bin dolar eden hayatları minimalizm çerçevesi içinde 12milyon dolar etmektedir. bu fırsat çifte cazip gelir hazırlık yaparlar ve veda ederler. bardaki sahnede hiç tanımadıkları bir yabancının sistem eleştirisi önümüze çıkar. minimalizme geçmeye karar veren insanların “oy kullanma hakları; 4 kişinin toplamı 1 hatta 8 kişinin toplamı 1 oy etsin” cümlesi ile abd’nin siyasi sistemine bir göndermedir. paul ve eşi audrey sonunda gitmek için harekete geçerler ancak audrey son anda güzelliğinden ödün verdiği ve günümüzün estetik kaygılarına ters düştüğü gerekçesiyle bir anda paul’ü terk ederek her şeyden vazgeçer. ancak paul’ün “eşi için aldığı bu kararda” seçiminden vazgeçme şansı yoktur.

    tam olarak amerikan rüyasını temsil eden leisureland’da first class statüsünde yeni yaşamına başlayan paul, tekrar eşi için boşanmak zorunda kalır ve eski konumu olan orta sınıfa döner. minyatürde olsanız, normalde; kapitalizm her şekilde sömürür ve çalışmaya mahkum kalırsınız... ki amerikan rüyası herkese bir ev mottosu ile yola çıkıp ırk ve sınıf ayrımları yüzünden gerçekleşememiş bir hayaldir.

    bu sistem eleştirisinin ikinci aşamasına geçtiğimizde paul kendi işine devam etmek yerine, hoşlanmasa bile para kazanmak adına başka işlerde çalışmaya yönelir. bana göre burada toplum içerisinde sevmediği halde farklı işlerde çalışmak zorunda kalan insanlara gönderme yapılmıştır. paul önce, çocuklu ve dul bir kadınla flört etmeye çalışır ancak yine toplum yargılarına göre bu yanlış bir harekettir. kadının görevi çocuğu ile ilgilenmektir, bu yüzden paul’den kendini uzaklaştırır.

    üst katında oturan ve çok sosyal bir parti düşkünü olan sırp komşusu dusan onu evine davet eder. burada yine ırksal ve sınıfsal bir yaklaşım vardır. komşusunun evindeki partiye gittiğinde hiç tanımadığı bir insandan, kendi iradesi doğrultusunda bir hareket yapıyormuş gibi gösterilse de ortama girmek, kabul edilmek kaygıları taşıyan paul, uyuşturucu kullanır. günümüz toplumu içerisinde her ne kadar uyuşturucudan insanlar uzaklaştırılmaya, özendirilmemeye çalışılsa da; sessiz bir şekilde reddedilemeyen fırsatlar sunan uyuşturucu insanlara bir şekilde ulaşır mesajı vermektedir.

    sonraki aşamada kendi isteği dışında ceza olarak küçültülen, mikro kozmos / (bkz: mikrohabitat) eleştirmeni dünyaca tanınan, sevgi ve destek mektupları alan vietnamlı komünist ve ngoc lan adlı kadını temizlikçi olarak görüyoruz. bana göre bu asya halkının sürekli gittiği yeri temiz bırakmasına bir göndermedir. asyalılar kendilerine ait olmasa bile çevredeki çöpleri toplayıp bulundukları konumu tertemiz bırakma alışkanlığına sahiplerdir ki bu sık sık haberlerde de karşımıza çıkar. aynı zamanda; vietnamlı kadın ampute edilmiş bacağı ile güney ve kuzey olarak ikiye ayrılan, tam 21 yıl süren vietnam savaşına da gönderme niteliğindedir.

    yardım amacıyla vietnamlı kadına yaklaşan paul alan dışına çıkarak gettolara götürülür. yine amerikan rüyasına gönderme niteliğinde bir tünel bir geçişidir. tünelin sonundaki parlak ışıkta bu fikri destekler niteliktedir. ngoc lang’ın komünist karakteri değişime uğrar ve anti komünist, dindar biri haline gelir. filmde her ne kadar kapitalist topluma hizmet etmek amacıyla kurulmuş olsa da zengin bir hayatı değil gettolarda yaşayan emekçilerin (rezillik içindeki) yaşantılarına yer verilerek sınıfsal ayrıma değinilmiştir.

    daha sonrasında film daha çevreci bir bakış açısına giriyor, (bkz: gıda), (bkz: ilaç) gibi atıkların kişisel sürdürülebilirliklerini arttırmak ve karbon ayak izlerini azaltmak konusunda kendilerini daha iyi hissedebilecekleri görsellere yer verirken diyaloglarla da başka nesillerin tükenmesi ve insan ırkının kademeli olarak düşmesine dair metinlere yer veriliyor.

    norveç’e neden gittiğini bile bilmeyen paul bu kademeli düşüşe bir anda kendinden çok emin bir şekilde katılma kararı veriyor. norveç’de gerçekten var olan sığınağa burada gönderme yaparken, paul’u fikrinden caydırmaya çalışan sırp komşu ve ngoc lan’ın diyaloglarından sonra paul’ünde “kesin gideceğim” tavrının 11 saatlik yürüyüşle değişip geri dönmesi üzerine norveçle dalga geçiyor da diyebiliriz sanırım.

    dünyanın sonu bile gelse aşkın her zaman insan hayatında yer aldığına da yine sürekli değinilen filmde, ölmek üzere olan gezegenimiz konusunda endişeler taşınsa bile tüketim çılgınlığı ve kapitalizmin her daim hayatımızda yer ettiği siyasi ve ekonomik krizlerin sık sık önümüze çıkan bir gerçekliği olduğu vurgulanmaktadır.

    filmde dünyayı başka bir perspektifte görmenin gün batımı eşliğinde devasa kelebeklerin dans edişini izlemek gibi hayranlık yaratan bir deneyim olması vurgulansa da bu hissiyat seyirci yorumlarına göre bu pek fazla insanı kendisine çekememiştir.

    sonuç olarak; film bu gün yaşadığımız hayatla ilgili küçültmeye gitmek ya da bilinçli tüketim kapsamında bize sunulan, markalı reklam ürünler arasından birini seçmeye çalışmak yerine... geleceğimiz ve ülkenin, iklimin, doğanın, ekonominin ve siyasetin iplerini kendi elimize almamız gerektiğini başından beri farklı isim ve kalıplara sokulan paul’un son cümlesinde “evet, ben paul safranek’im” cümlesiyle vurgulamıştır.

    ancak kısıtlı bir zaman içinde birbirinden farklı bir çok, büyük ve geniş konulara aynı anda değinmeye çalışılan bu filmde; olaylara üstteki yazar arkadaşımızında belirttiği (#90270349) 7 başlık gibi parça parça yer vermek seyircinin filmden kopmasını ve uzaklaşmasını sağladığı için hakettiği değeri görmemiştir.
  • cok buyuk mantik hatalari var sanki, ozellikle de filmin sonuna dogru. mesela adamlar 10cm boyundalar ancak normal insan gibi gemi ile kuzey denizinde seyahat ediyorlar. lan o adamlarin boyuna gore olacak gemi el kadar olur, o denizde mesefa alabilir mi allasen? bi de sey var; cayir cimende hersey normalmis gibi yuruyorlar. ulan, her yer kisacik cayir cimen bile olsa o adamlarin boyunun yarisi kadar falan olur. diger bitkilerin, agaclarin orantisal devasaligini hic saymiyorum. fakant bakiyoruz oyle mi? yok. normal insan boyutlari ve oranlariyla devam.

    gercekten cok ilginc ve insani felsefi olarak dusunmeye iten bir konu bu kadar heba edilemezdi.
hesabın var mı? giriş yap