hesabın var mı? giriş yap

  • dramatik yapı senaryoların olmazsa olmazı. ancak post-modernliğin gelişi, klasik ve modern anlayışın yıkılması sebebiyle anlaşılması da biraz zorlaştı. yada insanlar görmezden gelmeyi tercih ediyorlar bilemiyorum. o yüzden bu entry'de dramatik yapının temellerinden ve filmlerde nasıl kullanıldığından bahsedeceğim.

    dramatik yapının en bilinen iki uygulaması vardır. genelde filmlerde üç perdelik, romanlarda da beş perdelik yapı kullanılır. ancak bu dediğim gibi genel ölçü. kitaplarda üç perde, filmlerde beş perde, kısa filmlerde iki perde olarak görülebilir. bu tercih tamamen hikayenin hangi yapıya uygun olduğuna göre değişir. ben genelde sinema üzerine yoğunlaşacağım ancak üç perdeli yapı görece basit kaldığından beş perdeli yapıyı ve sinemada nasıl uygulandığını anlatacağım.

    beş perdeli yapının farkı şudur. üç perdeli yapının gelişim bölümü genelde belli bir çizgide izler. final bölümüne girene kadar sert değişiklikler yaşanmaz. beş perdeli yapıda ise gelişme bölümü üçe bölünür. ikinci perdenin yükselme bölümü yine vardır ancak filmin ortasında bir olay olur ve dördüncü alan düşüş olarak devam eder. şimdi farkını söyledim ama burası biraz karışık gelebilir. o yüzen adım adım ilerleyelim. burada örnek olarak hayao miyazaki'nin hauru no ugoku shiro filmini baz alacağım. o yüzden ilerisi filmi izlemeyenler için spoiler olabilir.

    --- spoiler ---

    dramatik yapıda ilk bölüm sunuş yada sergidir. bu kısım üç perdeli yapı ile aynıdır aslında. burada senarist karakterlerini ve dünyayı tanıtır. ancak karakterler tanıtılıyor diye bölüm sakin olacak diye bir kural yoktur. eğer dünya, aksiyonun bol olduğu bir yer ise film de bu şekilde başlayabilir ancak olaylara derinlemesine girilmez.

    giriş bölümünde miyazaki de sophie'nin hayatını anlatır. ana karakterimiz kendi hayatını sıkıcı buluyordur ve biraz çekingendir. bu özellikleri gördükten sonra genel ortama geçeriz. arka planda bol bol asker görürüz böylece bir savaş atmosferi yaratılır. afişler ve şehirde gezen pek çok üniformalı insan sayesinde savaşa hazırlık yapıldığını anlarız. aynı zamanda howl da görülür ancak kendisi hakkında herhangi bir sır verilmez. yine de steam-punk görülen bu dünyada sihrin de yer aldığı söylenmiş olur.

    ikinci bölüm çatışma diye geçer. bu bölümde bir olay olur ve karakter harekete geçmeye mecbur edilir. bu değişiklik illaki çok etkili bir şey olmak zorunda değildir. karakterin rutini dışında bir şey olması yeterli. bundan sonra karakterin hayatı değişir yeni duruma adapte olmaya çalışır ve bocalar. yeni hayatı ile eskisi arasında bir denge kuramaz.

    filmde de sophie, witch of the waste'in kendisine yaptığı büyü ile yaşlanır. bu nedenle eski yaşamına devam edemez ve büyüyü bozmak için yola düşer. bu sırada yavaş yürümek, çabuk yorulmak gibi yeni sıkıntılar ile karşılaşır. aynı zamanda arka planda savaşın başladığını ve insanların büyük bir coşku ile askerleri uğurladığını görürüz. ortalık panayır gibidir. ancak bu bölümde sürekli yükseliş de yoktur. final bölümüne hazırlık anlamında işaretler verilmesi gerekir. filmde de savaşın kötülüğü ve howl'un büyüden nasıl etkilendiği gösterilir. bir de karakterler çatışma konusunda her zaman başarılı olmaz. mesela howl sinir krizine girdiğinde sophie hayatı boyunca güzel olmadığını söyleyip ağlamaya başlar. karakterin değişime ne kadar hızlı adapte olduğu yada olamadığı anlatıcının kararındadır.

    üçüncü perde yükselen aksiyon diye bilinir ve bu bölümün sonunda filmin zirvesi yaşanır. zirve derken olayların bağlandığı yer olarak görmeyin bunu. daha çok ana aksiyonun patlak verdiği yerdir. karakterlerin bu kısımda da ikinci bölümdeki gibi yükseliş vardır ancak konu çeşitli değildir. artık açıklama yapılır ve gördüğümüz olayların bir yönü vardır. bu yön de filmin patlama noktasıdır.

    yürüyen şato'da bu kısım howl'un yatağa düşmesi ile başlar. howl burada savaştan kaçmak için sophie'yi, madam suliman'a göndermeye karar verir. bundan sonra yine sophie'nin yaşadığı zorlukları izleriz ancak fark edebileceğiniz üzere bu kısımda sophie ikinci bölüme göre olaylara daha hakimdir. filmin zirve noktasında howl'u kurtaracak ipuçlarını alır ve büyük bir aksiyon ile madam suliman'ın elinden kaçar. fark ettiğiniz üzere filmin bu anına kadar karakterler bir yere doğru gidiyorlardı ancak amaçları kesin değildi. bu andan itibaren ise karakterlerin ana motivasyonları ortaya çıkar ve her karakter filmin finalini hazırlayacak adımları atmaya başlar.

    bundan sonra dördüncü kısma geçiyoruz. dördüncü kısım düşüş diye bilinir. yani olayların kötüleşmeye başladığı yer. bu kısımda kahramanlar zor durumdadır ve buna karşı çareler ararlar. daha önce yapmaya cesaret edemedikleri şeyleri yaparlar çünkü ikinci ve üçüncü perde yaşadıkları nedeniyle değişmişlerdir.

    filmimizde işler aslında iyimser bir havada başlar. howl evi yeniden düzenler ancak bunun nedeni işlerin iyi gitmesi değil ekibin kaçmak zorunda olmasıdır. howl da çözüm bulamayacağına inanır ve kaçma hazırlığı yapar. neşeli görünse de asıl motivasyonu kendisi büyüye teslim olduğunda arkada kalanların güvende olmasını sağlamaktır. çünkü o da sophie'nin ikinci ve üçüncü bölümde yaptıkları nedeniyle değişmiştir ve sophie'yi ve evi korumak için savaşa girecektir.

    bu bölüm diğer bölümlere göre daha karanlıktır. ikinci bölümde gördüğümüz panayır havası yerini bombalanan şehirlere ve kaçan insan görüntülerine bırakır. sophie'nin ruh hali de filmde görmediğimiz kadar kötüleşir. howl'u sürekli patlamaların arasında görürüz. ayrıca filmde sophie'nin tarafında olan en büyük güç olan calcifer, madam suliman'ın ayak oyunları neticesinde pasifize edilir. böylece düşüş de hızlanır. artık evi koruyacak ve gizleyecek biri yoktur. durumu düzeltmek için howl geri gelir ancak bu sırada da geri dönülemeyecek kadar kötü durumda olduğunu anlarız.

    beşinci bölüm finaldir. bu bölüm filmin nasıl kapandığını görmemizi sağlayacak karakterlerin değişiminin sonlandığı yerdir. bu bölümde filmde işlenen bütün küçük detaylar bir araya gelir ve karakterler şu şu değişimleri yaşadığı için artık böyle insanlar olmuştur denir.

    bu kısım şatonun yıkılmasıyla başlar. ancak olaylar filmin başlangıcından farklı ilerler. çünkü en başta çekingen bir insan olan sophie olayların gidişatını ele alıp önce howl'u kurtarır daha sonra da savaşı bitirir. howl da kalbini geri kazanır. böylece karakterlerin yaşadıkları değişim tamamlanır ve film sonlanır.

    --- spoiler ---

    gördüğünüz gibi beş perdeli yapı aslında üç perdeli yapıdan daha kapsamlı. ayrıca filmin tonunda da değişiklik oluyor film içinde. yani filmin ikinci perdesinde yükseliş varken bunu dengeleyen bir yıkım bölümü de var. bu nedenle bu tip filmleri izledikten sonra duygudan duyguya attı bizi dersiniz. bir de normalde bu beş perdeli yapıyı en çok kullananlardan biri william shakespeare'dir. o yüzden karşınıza shakespeare trajedi yapısı olarak da çıkabilir. şöyle bir durum var sheakspeare'in trajedilerinde dördüncü bölümde karakterlerin çoğu öldüğü için final de çok serttir. ancak bu her zaman böyle olmak zorunda değildir. yani trajedi yapısı kullanıyorum o zaman finalde herkesi öldüreyim demeniz gerekmez. üstteki örnekte de gördüğünüz üzere anlatı iyi bir şekilde de sonlanabilir.

    peki uzun metrajlarda neden hep bunu kullanmıyorlar? çünkü beş perdeli yapıyı kontrol etmesi gerçekten zordur. ikinci perdede çok yükselirseniz dördüncü perdeyi de ona uygun şekilde sert düşürmeniz lazım. sert düşüş yaptığınızda da finali iyi bağlayamazsınız. bağlamaya çalışırsanız da deus ex machina gibi yok artık dedirtecek demode teknikler kullanmanız gerekir. o yüzden senaryo yazıyorsanız önce üç perdeli yapıyla başlayıp eliniz alıştıktan sonra eğer anlatılacak hikaye bunu gerektiriyorsa beş perdeye çıkmanız sizin için daha iyidir. yoksa elinizde hamlet'in finali gibi bir final ile kalakalırsınız.

  • gaziosmanpaşa kafe şanzelizede gördüm o an onu. üzerinde barcelona desenli abidas eşoftman üstü ve o dimdik, aşırı jöleli saçları. değişik bir dans sergiliyordu. bakmaz dedim ama elledi.

    3 yıldır evliyiz tek gözle yazıyorum.

  • ortalama 1000-2000 ordulu bir bombardıman trolleri var.ilk önce 5000-10.000’lik arası bir bot tweet atımı ile gündeme sokuluyor.sonra bu kendi troll ordusu yazmaya başlayıp birbirlerinin tweetlerini beğenerek öne çıkarıyorlar ve bot tweetler aşağıya iniyor.normal biri girdiğinde çok büyük bir tepki varmış algısı çıkıyor.bu troll ordusu dışında,köşe yazarları,gençlik kolları da sonradan tweet ekleyebiliyorlar duruma bağlı.sonra twitter farkedince bu botla yazılan kısmı siliyor ve geriye sadece kendi tweetleri ile gündem de kalıyor kalabildiği kadar.genellikle kendi kendilerine kaldıklarında 2-3 saat maksimum sürüyor.iyi akşamlar.

  • ege (5) çay bahçesinde sandalyesinde otururken bir yandan da bacaklarının arasını tutmaktadır...

    romica: oğlum çişin mi geldi?
    ege: hayır, çişim gelse sağa sola sallanırım böyle.
    romica: eee, neden pipini tutuyorsun o zaman?
    ege: aşağıya bastırmaya çalışıyorum beni dinlemiyor!
    babası: çadır mı kurdu pipin oğlum?
    ege: saçmalama, burası orman mı, senin kulağın kamp yapıyor mu?

  • kelimenin etimolojik olarak miladdan sonra 5. yüzyıl civarlarında iskandinavya dolaylarından çıkıp gelen ve roma imparatorluğu'na bir süre kök söktüren (ve böylece kendi sonlarını da hazırlayan) germenik ırk goth'lardan geldiği aşikardır. fakat bu kelime sonraları farklı anlamlar da kazanmıştır. ingiliz medeniyeti politik anlamda rakipleri olan fransa ve ispanya'ya olan köksel ve ruhsal üstünlüğünü kanıtlamak için "gothic"i kendine sıfat bile yapmıştır çook eskilerde. (tabi ingiliz ırkının ataları kahraman jutelar ya da gete'lerden de ilham alınmış olabilir burda) ama yine de gotik kelimesi tarihte uzun bir süre "barbar", "yaban", "sivilize olamamış" anlamlarında olumsuz bir sıfat olarak kullanılmıştır. ilkel ve dar kafalı insanlarla/ülkelerle özdeşleştirilmiştir. hele hele sonraları 18. yüzyıldarasyonalizm ve sanayileşmeyle beraber gotik artık olumsuzdan da çıkıp küçük düşürücü bir sıfat olarak kullanılmıştır. o dönemde kendilerini medeniyetin doruklarında, "biz olduk artık" havalarında gören avrupa toplumları, kendilerini fazla kaptırdıkları bu mantık ve bilim gerçekleriyle gotik edebiyatı (ya da daha genel anlamıyla "romans"ları) yerin yedi kat dibine gömmüştür. okumanın bir insan ihtiyacından ziyade toplumsal sınıflara göre yazıldığı çizildiği bu dönemde burjuvazi, tıpkı kendi akıllarının erdiği tek şey gibi "yararcılık" kokan romanlara yönelmiş, romanlar neredeyse "standart edebi eser"ler konumuna gelmiştir. (hatta ilk dönem romanlarında protagonist bir hana girerken yazar "şu han bilmemne şehrinin bilmem ne sokağında. konaklamak için ideal gidin görün." gibisinden direk okuyucunun gerçek hayatında işine yarayacak notlar yazarmış) ama bu aşırı gerçekçilik ve "ne görüyorsam o var"cılık bir süre sonra insanoğlunu tatmin edemeyecek düzeye gelmiştir. çünkü insanlar maneviyatlarını, hayalgüçlerini ve yaratıcılıklarını daha fazla aç bırakamamıştır. (bir nevi sentimentalizm ya da agnostizme yönelme isteği) edebiyat ve genel olarak sanat kendini bu açmazdan kurtaracak yollar ararken romantizm gümbür gümbür gelmiştir. endüstriyel şehir hayatının, bununla beraber doğan toplumsal sınıf ayrılıklarının ve haddinden fazla yararcılığın insan ruhunu bozduğuna, toplumları giderek çürüttüğüne inanan bu edebi akım giderek yayılmış, çoğunluğun genel tavrı haline gelmiştir. hayalgücü ve duyguların tekrar yükseğe çıkmaya başlamasıyla gotik edebiyat ta uyarılıp yattığı mezardan çıkmıştır nihayet. en fazla amerika olmak üzere avrupa'da bu yazına gereken önem verilmeye başlanmıştır artık. bu periyoddan viktorya dönemine kadar özellikle ingiltere'de çok güzel tadından yenmez eserler çıkmıştır. sonraları yine ait olduğu gölgeye çekilecekken yirminci yüzyılda yeni bir ivme kazanmıştır gotik. çernobiller, kirlilik problemleri, dünya savaşları derken tüm dünya toplumlarının kapıldığı karamsarlık havasından kaynaklanıyor olsa gerektir bu. çünkü gotik bu yaşamı sorguladığı gibi ölümü ve diğer dünyaları da merak eder. meraktan da öte bundan haz duyar. insanın görünen kısmından ziyade sinik ve kaotik yüzlerini irdeler. bu yüzden yirminci yüzyılda karamsarlığın ve içselliğin sembolu haline gelmiştir gotik. sadece edebiyatla kalmamış, sinemaya (malum, tonlarca gotik film), müziğe (gotik rock, gotik metal, endüstriyel gotik vesaire) ve modaya da (taş gibi gotik hatunlar, kendilerini crow sanan satanist zibidiler) sıçramıştır. günümüzde "gotik nedir?" sorusuna insanların önce bir afallaması, "nasıl anlatsam?" demesi de bu yüzden zaten. gotikçi takılan deviantart kızlarına göre o bir yaşam tarzı, o bir mod, o bir dünya, o bir duygu. ne bilim. gotik işte.

  • yok kol uyuşuyor, yok ağza saç giriyor, yok terliyorsun gibi serzenişleri okuyunca anladım ki kıymetini kaybedenlerle hiç bulamayanlar daha çok biliyor. sevdiğime sarılmak, aynı rüyayı yaşamak varsın ağrıtsın kolumu, ağrı geçer de yokluk geçmiyor kolay kolay.

  • gargamel'in ilk amacı şirinleri yemek değildir. başlarda şirinleri yakalayıp simyacılıkta kullanarak onları altına çevirmek ve zengin olmak ister. onları yakalamaya çalışırken başına gelenlerden sonra duyduğu öfke ile amacı onları yemeye evrilir. bu kızan birinin "seni yakalarsam çiğ çiğ yiycem " demesi gibi... fakat gargamel bunu ciddi ciddi yapacak kadar çılgın birisidir. ayrıca kitaba göre koca ağız adındaki devin eski çağlarda daima şirinler avına çıktığı ve şirinlerin çok lezzetli olduğu geçer. gargamel de bu bilgiden etkilenmiştir.

  • 6-7 ekim 2014 kobane için sokağa eylemleri çerçevesinde gerçekleşen olaylardan biridir.

    --- spoiler ---

    http://www.vanhaber.com/…ac-yakildi-6562421-haberi/

    --- spoiler ---

    canlarım benim, eylemleri ile kobane'ye destek veriyorlarmış...
    kızılay'ın kan toplama aracını yakarak mı destek vereceksin kobane'ye?..

    bak van diyorum, kızılay diyorum, deprem diyorum, afet diyorum...

    beğenirsin beğenmezsin, yeterli bulursun ya da bulmazsın ama van depremindeki yardımları yeterli görmeseniz bile yardımları yapan, çadırları kuran, iki kap sıcak yemek dağıtan kızılay'dı...

    şu eylemi adadığınız kobane'den gelen yüzbinlerce insana yardım etmeye çalışan iki-üç tane kuruluştan biri gene kızılay...

    ne istediniz lan kan toplama aracından? hiç mi acımadınız oğlum?

    türk kamuoyundan da destek bekliyorlarmış...
    içi yolcu dolu halk otobüslerine molotof kokteyli atarak mı destek alacaksın türk kamuoyundan?..

    insanlığa saygı eylemi imiş, bu mu lan insanlığınız?

  • farklı ülkelerin çektiği korku filmlerini keşfedip izlemek şu hayatta en çok keyif aldığım eylemlerden birisi. hele de izlediğim film kaliteli bir korku filmi çıkarsa değmeyin keyfime. bu anlamda bulup da izlediğim bir diğer korku filmi tayland yapımı 4bia (2008) oldu. ülkesinde büyük ses getiren bu filmin hemen ardından 2009 yılında ikinci filmi de çekildi.

    "4bia", dört kısa filmden oluşan bir korku antolojisi. farklı yönetmenlerin çektiği bu dört kısa korku filminden özellikle ilk ve sonuncu filmler korku anlamında oldukça başarılı işlerdi.

    loneliness (yön. youngyooth thongkonthun)
    ilk film açık ara antolojinin en iyi filmiydi. içinde tek bir konuşmanın dahi geçmediği bu film, akıllıca bir senaryoyla gereksiz efektlere gerek duymadan muazzam bir korku atmosferi yaratabileceğinizin açık bir kanıtı. adını bilmediğimiz genç bir kadın araba kazasında bacağının sakatlanması sonucu kendini eve kapatmak zorunda kalmıştır. evde tek başına bir yandan elinden hiç düşürmediği telefonu ve bir yandan da interneti sayesinde vakit öldürmektedir. bir gün telefonuna kayıtlı olmayan bir numaradan mesaj gelir. erkek olduğunu öğreneceğimiz bu kişi ile genç kadın kısa sürede birbirlerine ısınacak ve gün boyunca mesajlaşmaya başlayacaklardır. ancak birbirlerinden resim istedikleri andan itibaren romantik anlar korkunç dakikalara evriliverecektir.

    deadly charm (yön. paween purikitpanya)
    antolojinin en zayıf halkası ise bu filmdi. açıkçası izlenmese de olabilecek bir film. filmin ana teması uzak doğu korku filmlerinin en çok sevdiği konu olan intikam. okulda arkadaşları tarafından sürekli tartaklanıp duran ngid, bir gün tüm bu zorbalıklara isyan ederek kara büyüye başvurur. kara büyü sonrası kendisine bulaşan çocuklardan final destination misali tek tek intikam alacaktır. filmin en kötü tarafı ise her haliyle sırıtan bilgisayar efektleriydi. o denli kötü efektler kullanılmış ki efektlerin komikliğinden filme odaklanmak mümkün olmuyor.

    the man in the middle (yön. banjong pisanthanakun)
    antolojinin en komiği ise kesinlikle bu filmdi. filmde pek çok korku filmine de gönderme yapılıyor. özellikle the sixth sense (1999) ve the others (2001) filmlerini henüz izlemediyseniz bu filmler hakkında sürpriz bozan sahnelerin olduğunu söylemekte fayda var. dört kafadar rafting yapmak üzere ormanda kamp yapmaya karar verirler. ancak gece uyumadan önce birbirlerine anlattıkları korkunç hikayeler sonrası huzurları kaçıverir. ertesi gün ise rafting yapmaya koyulurlar ancak beklenmedik bir kaza grubu altüst eder. içlerinden biri suya düşüp kaybolmuştur. ancak kazanın yaşandığı günün gecesinde suya düşen arkadaşları ortaya çıkacaktır. buna başta sevinmişlerken daha sonra gelenin bir hayalet olabileceğini düşünerek yeniden korkmaya başlarlar.

    flight 244 (yön. parkpoom wongpoon)
    antolojinin bir diğer güzel filmi de buydu. hostes pim, ülke prensiyle yasak aşk yaşamaktadır. bir gün mecburi sebeplerle prensin eşi prenses sophia'ya yurt dışı uçuşunda hizmet etmek zorunda kalır. görünüşe göre prenses de bu yasak aşkın farkındadır ve kendince pim'den intikam alma niyetindedir. fakat uçuş, prensesin karidese gösterdiği alerjik tepki sonrası bambaşka bir hale bürünür. antolojinin ilk filminde olduğu gibi bu filmde de dar bir mekan ve az sayıda oyuncuyla muhteşem bir korku atmosferi yakalamayı başarmışlar. zaten bir korku filmi ne denli basitse o kadar ürkütücü olabiliyor.