• nazım hikmet'in, "o, topraktan öğrenip kitapsız bilendir." dizelerinin tezahürü olan halk ozanı, şair.

    aşık veysel, bu topraklarda yaşamış en şahsına münhasır figürlerden biri. 7 yaşında görme yetisini yitiriyor; dolayısıyla okumak-yazmak nasip olmuyor ancak doğayı, varoluş sürecini, hayat döngüsünü, o kadar bilge bir biçimde anlatıyor ki, kendisine hayran bırakıyor.

    şu anki durum nasıl bilmiyorum ama bizim kuşağın lise edebiyat müfredatı, faruk nafız çamlıbel’in "çoban çeşmesi" üzerine kurulu olduğu için aşık veysel'i "uzun ince bir yoldayım", "güzelliğin on par' etmez", "dostlar beni hatırlasın" ve "kara toprak" şiirlerinden ibaret sandık yıllarca.

    yıllar içerisinde veysel'in şiirlerini öğrendikçe, ona olan saygım katlanarak arttı. bir defa muazzam bir kelime dağarcığına sahip aşık veysel. bu kadar yalın bir dille, bu kadar yoğun duygular nasıl dupduru bir biçimde ifade edilebilir, anlamak mümkün değil.

    "ey gönül derdinden etme şikâyet,
    yüce dağlar gurur duyar karından."

    bütün kişisel gelişim kitaplarını ve tedx konuşmalarını toplasak, şu iki dizedeki manaya tekabül etmez. ya da sartre'ın veya russell'ın, varoluş sancısı temalı kitaplarını okuyun, ardından veysel'in "bir ulu ağaçtan bir yaprak düşse" veya "dünyada tükenmez murat var imiş" şiirlerindeki ana fikirleri karşılaştırın; aradaki organik bağı fark edeceksiniz. benzerliği hayal gücünüze bırakıyorum.

    saçma sapan spiritüel ayinlerle, doğum haritalarıyla, uzak doğu ananeleri ile "bir sen var senden içeri, kendine git, özüne git" gibi telkinler ile beyaz yakalı silkelenen ortamları bir düşünün; bir de, veysel'in cumhuriyetin ilk yıllarında, şarkışla'nın 50-60 hanelik bir köyünde yazdığı şu dizeleri okuyun... saatlerce seansa gerek yok, mana şu dört mısrada; erebilene...

    "bir küçük dünyam var içimde benim
    mihnetim ziynetim bana kafidir
    görenler dar görür geniştir bana
    sohbetim ülfetim bana kafidir"

    ahmet kutsi tecer 1930'lu yıllarda dönemin edebiyat eşrafıyla -adından tam emin olmamakla birlikte- "halk ozanlarını koruma derneği" adında bir dernek kuruyor ve aşık veysel ile karşılaşıyor... ve hikaye başlıyor. şiirleri onlarca dile çevrilen;

    "gülmedim dünyada gülenler gülsün
    derdim yüreğimde eller ne bilsin
    isterse dünyası ziynetle dolsun
    ayrılık gözümde ölüm kaşımda"

    diyen aşık veysel, "küçük dünyası" ile vedalaşıp, devr-i aleme böylece başlamış oluyor...

    "pervane ateşten sakınmaz canı
    uğruna koymuşum başı bedeni
    doldur tüfengini hedef et beni
    yaram doksan dokuz yüz olur gider"

    aşık veysel, ölümünden evvel vasiyet etmiş. cenazesinin, annesinin kendisini doğurduğu tarladan geçirilerek, -dünyadan ayrılırken, dünyaya geldiği yoldan geçmek için- kaldırılmasını istemiş ve eklemiş:

    "mezarıma taş koymayın. ben öldükten sonra üzerimde otlar bitsin, çiçekler açsın. taş kapatır, çimento kapatırsa hiç kimse istifade edemez. yalnız benim toprağım da milletime hizmet etsin. orada biten otlardan kuzu yesin et olsun, koyun yesin süt olsun, arı yesin bal olsun. taşın altında yatmakla bir yararım olmaz, bu nedenle üstümü kapatmayın."

    söze başlarken, "eğer gözlerim olsa idi, ben toprağı göremeyecektim. toprağın özelliklerini bilmeyecektim, çiğneyip geçecektim toprağı..." diyor.

    yaşarken söylediği, "taş olsam yandım idi, toprak oldum da dayandım...." sözleri ile ne kadar da uyumlu öyle değil mi? kendisiyle hiç çelişmemiş, yaşamındaki değer yargılarına sadık kalmış, söylediği gibi yaşamış, buna iman etmiş.

    psikoloji ile ilgilenenler bilir. sanal bellek, reel benlik meselesi vardır psikolojide. biri, olduğunu sandığımız, diğeri aslında olduğumuz benlik. ikisinin arasındaki fark ne kadar azsa, o kadar sağlıklı olduğumuz varsayılır. veysel baba o manaya da ermiş gördüğünüz üzere. mahzuni'nin bir sözü var, "benim söylediklerim ne ise, ben oyum." diye. veysel, bunu dil ile ikrar etmemiş olsa da farklı olmadığını, yaşamıyla göstermiş bizlere.

    kaderin cilvesi midir bilinmez; ömrünü baharı, tabiatı, çiçekleri, toprağı güzelleyerek geçiren, baharın gelişine dair nice dizeler* yazan aşık veysel, tam da baharın geldiği gün olan 21 mart günü kendi deyimiyle, toprağa karışmış.
    "zaman gelir tenim, düşer toprağa
    karışır toprağa toz olur gider..."

    rahmetli fikret kızılok, bir gün aşık veysel'i ziyarete gitmiş ve eserlerini seslendirmek istediğini belirtmiş. hatta rivayet odur ki, cebindeki tüm parasını da telif ücreti olarak getirmiş. veysel, fikret kızılok'u dinledikten sonra gülümsemiş ve "para istemez lakin çok güzel okuyorsun evladım. istediğin türkümü seslendirebilirsin." demiş.

    bunun üzerine, fikret kızılok'a altın plak kazandıran ve onu tüm türkiye'ye tanıtan "yumma gözün kör gibi" adlı eser, ülkedeki tüm pikaplarda dönmeye başlamış.

    fikret kızılok, aşık veysel'e hep "ustam" diye hitap edermiş. hatta veysel, 21 mart 1973'te toprağa karıştığında, fikret kızılok veysel'in mezarı başında "artık bu sazın da toprağa karışması gerek" diyerek, sazını kırar ve veysel'in mezarının üzerine bırakır. (bu fotoğrafı çekenden allah razı olsun)

    hatta bir tane daha öyle güzel bir fotoğraf var. aşık veysel, fikret kızılok'un gitarını akort ederken çekilmiş. insan fotoğrafa uzun uzun bakıp, veysel'in o 6 telli batı sazını, hangi seslere akortladığını çok merak ediyor.

    velhasıl kelam, sabah sabah aklıma düştü. birkaç kelam etmek istedim aşık veysel ile ilgili. yıllardır her önüne gelenin, "veysel, başkasıyla kaçan eşinin ayakkabısına para koymuş" martavallarının tamamı fasa fiso. bizzat torunu, öyle bir şeyin olmadığını anlattı. kendi kulaklarımla dinledim. bunlar sunay akın meddahlığına has romantizm ve arabesklikten fazlası değil. koca veysel'in anılacak, şaşılacak, saygı duyulacak yüzlerce anekdotu varken, yıllardır, bu ayakkabıya konulan para masalına indirgenmiş olması bana çok sığ geliyor.

    mesela, bir şiirinde;

    "nuşirevan-ı adil nerede tahtı
    süleyman mülkünü kime bıraktı
    resul-i ekrem'in kanunu haktı
    her ömrün sonunda bir feryat gördüm"

    diyor. örneğin ben, orhan veli'nin deyimiyle "edebiyat tarihçisi" olsam, bu adam islamiyet'ten önce yaşamış zerdüşt bir hükümdarı nereden öğrenmiş olabilir diye kafa yorardım. okuması yok yazması yok, hadi adamı bir yerden duydun diyelim, adaleti ile nam saldığını, kendisine "nuşirevan-ı adil" dendiğini ve 50 yıla yakın hükümdarlık yaptığını nereden öğrendin? şiirde bahsi geçen kişilerin sıralamasına dikkat ederseniz, hükümdarlık yaptıkları süre bakımından yukarıdan aşağıya doğru sıralandığını görürsünüz.

    ezcümle, aşık veysel bu topraklarda filizlenmiş en büyük ağaçtır. meyvesi de, gölgesi de keramet ehlidir, almasına bilebilene... gözesinden bir katre içebilirsek, ne mutlu...

    "aldanma cahilin kuru lafına
    kültürsüz insanın külü yalandır..
    hükmetse dunyanın her tarafına
    arzusu hedefi yolu yalandır"

    *************************************

    edit: entry, "dünün en beğenilen entry'leri"ne girince, bir sürü mesaj geldi. "sabah sabah, ağlattın." diye. ağlamanızı istemem. o yüzden size tebessüm ettirecek bir şey daha anlatacağım.

    entry'nin başında bahsetmiştim. aşık veysel müthiş bir kelime haznesine sahip. gözleri de görmediği için işitsel hafızası çok kuvvetli. eserlerinin yazıya dökülmesi ve kayıt altına alınması konusunda güvendiği tek isim yaşar kemal. yaşar kemal, ahmet kutsi tecer ve aşık veysel çok yakın dostlar. yaşar kemal bunu zülfü livaneli'nin konuğu olduğu bir programda bizzat anlatmıştı. veysel, şiirlerinin kaleme alınırken, en ufak bir harfinin bile değiştirilmemesini, aksi halde anlam kaybının olacağını düşünüyor. bu nedenle de bu konuda işi yaşar kemal'e teslim ediyor. dolayısıyla yaşar kemal, veysel'in şiirlerini ilk kaleme alan kişi olarak tarihe geçiyor. veysel'in tüm şiirlerinin toplandığı kitap, yaşar kemal tarafından hazırlandıktan sonra kitabın önsözü, aşık veysel'i tanımamızı borçlu olduğumuz kişi olan ahmet kutsi tecer tarafından yazılıyor ve maarif kitaphanesine teslim ediliyor. yaşar kemal demişken, aklıma geldi. yaşar kemal, neşet ertaş'a ilk kez "bozkırın tezenesi" yakıştırmasını yapan kişidir aynı zamanda. neşet ertaş, bir dönem cezaevindeyken, yaşar kemal "ince memed" kitabını "bozkırın tezenesine, selam olsun." şeklinde imzalayarak cezaevine gönderiyor ve o günden sonra herkes neşet ertaş'ı "bozkırın tezenesi" olarak anar oluyor.

    neyse, konuyu çok dağıttık. "ağlamanızı istemem, tebessüm ettirecek bir anekdot anlatayım." demiştim. hikayenin kahramanı olduğu için, yaşar kemal'in aşık veysel ile olan tanışıklığına dair iki kelam etmek istedim.

    bir gün aşık veysel ile yaşar kemal kol kola istiklal caddesi'nde yürürlerken, yanlarından sait faik geçiyor. sonra sait faik, çiçek pasajı'na gidip; "biraz önce çok acayip bir şey gördüm; iki adam tek gözle yürüyorlardı." deyip, masadakileri kahkahaya boğuyor. yaşar kemal, bu olaya çok gülermiş. bu hikayenin kahramanının, sait faik değil de rıfat ılgaz olduğunu söyleyenler de var ancak çiçek pasajı'nın münir nurettin selçuk ile birlikte bir numaralı müdavimi sait faik abasıyanık olduğu için bana gerçekçi gelen versiyon buymuş gibi geliyor.

    velhasıl kelam, gördüğünüz üzere aşık veysel, uydurulmuş bir "ayakkabıya para koyma" asparagasından ibaret değil. dünyanın en ünlü gitaristlerinden biri olan joe satriani'nin bile "aşık veysel" adında bir bestesi var. neyse, konu konuyu açıyor. veysel, derya deniz olunca, işin ucu bucağı görünmüyor. kalın sağlıcakla.
  • veysel' i tanıdım, insanlığımdan utandım.

    "ben öldükten sonra mezarımın üstünü taş ile beton ile kaplamayın, böcekler, bitkiler faydalanamaz bir işe yaramaz. ben öldükten sonra üzerimde otlar bitsin, çiçekler açsın, taş kapatır, hiç kimse istifade edemez, yalnız benim toprağımda vatanıma hizmet etsin, orda biten otlardan koyun yesin, et olsun, kuzu yesin süt olsun, ben orda taşın altında yatmakla bi istifadem yok, bunun için üstümü kapatmayın, vatanıma hizmet olsun"

    demiş. söyle veysel aşık? sen mi ölüsün biz mi?
  • "güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa" sözü, nasıl bir insan olduğunu, kim olduğunu anlatmaya yeter de artar bile... bunu bilmek, bunu söylemek ermişlik, feylesofluk işidir; dünya da kabul etmiştir bunu zaten, şimdi burda atıp tutmanın lüzumu yok.
  • babamin canli seyretme firsati buldugu unlu rahmetli ozan..
  • gecenin karanlığında komşudan birşey almaya gidip geri dönerken yere düşmüştür. kendine geldiğinde çiçek hastası olduğu ve bu yüzden baygınlık geçirdiği anlaşılmıştır. ve yere düştüğü andan itibaren iki gözü de görmemeye başlamıştır. biri çiçek yüzünden kör olurken diğer gözüne kör olan gözün ağrısından perde inmiştir. ve yere düşerken gördüğü son sahne kanayan elidir ve hayatı boyunca en net hatırlayacağı kanın kırmızı rengi olacaktır. kırmızı dışında herşey onun için hayaldir, sadece kırmızının net olarak neye benzediğini bilir. körlüğünün ardından babasının verdiği sazı çalmaya başlar ve gençliğinde bir komşu kızı ile evlendirilir. kadın eve alınan bir yardımcı ile birlikte kaçar. veyseli kucağında altı aylık çocukla yalnız bırakır. daha sonra gülizar adlı bir kadınla evlenir ve ömrünün sonuna kadar güyizar hep yanında olacaktır. üstad öldüğünde tek bir heykelinin var olmadığı fark edilince yüzünün maskının alınması kararlaştırılır. yüzün maskını çıkaracak olan kişi kötü niyeti olmamakla birlikte bir takım hatalar yapmış yüzü korkunç hale getirmiştir. sürdüğü mavi boya ile yüzü mosmor hale getirmiş ve karışımın kıvamını tutturamadığından, odaya biri girer paniğiyle de korktuğundan maskı çekip çıkarırken veyselin kaşlarını koparmıştır. maskın yüze yapışmaması için araya konan çorap da maska yapışınca alın kısmında kalın bir çizgi oluşmuştur. yolda maskın burnu kırılıp da düzeltmeye çalışınca burnu yamulmuştur. iyi niyetle başlayan bu hareket veyselin yapılan heykellerinin gerçek yüzde var olmadığı halde alnıda kalın bir damar ve yamuk bir burunla yapılmasına neden olmuştur.
  • âşık veysel hanımının başka birisini sevdiğini ve onunla kaçacağını sezinler. hanımının onu terk edeceğini anladığı gün de, giderken zorda kalmasın diye ayakkabısının içine para koyar.

    bakın! insan soyundan olanlar böyle yapıyorlar.

    bir de hayvan soyundan olanlar var. onların neler yaptığını/yapabileceğini sizler çok iyi biliyorsunuz.
  • "benim sana verebileceğim çok bir şey yok aslında....
    çay var içersen,
    ben var seversen,
    yol var gidersen...."

    dizelerinin kendine ait olmadığını, trolleme olduğunu elli kere yazdığımız halde sağda solda paylaşılmasını gördükçe sinirden kendimi öldüresim geliyor... lan, aşık veysel bu! senin facebook kapağı yapman için yazılmış kezban & kamil karalamalarına benzer şeyler mi yazacak? nasıl düşüyorsunuz şu oyunlara bilmiyorum, şu güzel insanları sevmeyin siz allahınız varsa? sizin sevginiz çok basit lan! insan hiç okumadığı, araştırmadığı, merak etmediği, uğruna hayatından zaman ayırmadığı birini nasıl sevebilir ya da neden sever gibi görünme ihtiyacı hisseder hiç anlamadım... üstat, "güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa" demiş son noktayı koymuş... sen hala "çay var gelsene, ben var sevsene" allah belanızı versin gerçekten... versin ki bu dünyaya iz bırakmış insanların bari değerlerini düşürmeye vaktiniz kalmasın, öyle kendi kendinize debelenin de gidin bu dünyadan...
  • "seversin, alırsın, karın olur
    seversin, alamazsan, kara sevdan olur..."
  • sivasli olmaktan mutluluk duymami saglayan sahistir.
    2 temmuzda, alevler en cok onun yuzunu yalamistir.
  • bugün görseniz, uzanıp elinden bir öpmek isteyeceğiniz ölçüde saygıdeğer bir fıtrata sahip olsa da, aşık veysel’in ortaya koyduğu eserler, dalgalı bir kişiliğe işaret etmekte. aşık veysel benim için başlı başına bir dünya. “chosen one” durumu adeta. dünyayı sadece beş sene iki gözüyle görmüş, ama yaptığı doğa betimlemeleri, benim gibi onlarca yıl boyunca dünyayı gören birinin göremediği şeyler. mesela “güneş doğar parçalanır yıldızlar” diyor bir şarkısında. “yıldızlar şu anda burada, ama güneş doğduğu için göremiyoruz” demeye getiriyor. adam bunu dünyayı görmeden söylüyor. bu birikimi bir türlü çözemiyorum.

    “sen varsın orda” şarkısında mesela tanrı, insan ve tabiat sevgisini betimliyor. her satırı ayrı bir güzel. bir de “derdimi söylesem derin dereye” vardır. kıraç da yorumlamıştı, gitarları yavuz çetin çaldığından daha bir dikkatli dinlemiştim. yani olay kıraç’tan ziyade yavuz çetin’in gitarıydı benim için. adam fender stratocaster ile blues çalıyor ama, müziğe bağlamayla başladığı için, buralardan bir şeyler geliyor.

    veysel babanın apayrı bir zekası var, gönül gözüyle beslenmiş. ölümsüz şarkılarını dinlerken onun muhteşem sözlerinin, hayata bakışının serin, ama bir o kadar da “rahatsız” duruşundaki kavisli duruluğun bu “enteresan zeka" sayesinde olduğunu düşünmeden edemiyor insan. iptidai mızrap sesleriyle kulağını okşayan bağlaması ama sükunet ve patetiklik arasında duran delici sözleri, ışık ve karanlığın ortasındaki hali çok güzel. eğer müzik bizi kurtaracaksa, güzellik bizi temiz bir nefes gibi yıkayacaksa, veysel o kurtarılmış bölgenin tam ortasında duruyor. ve en azından bir süre için, kendi dünyamızdaki kaçaklardan, korkaklardan, kötü havalardan uzaklaştırıyor.
hesabın var mı? giriş yap