• 2005 yılı mahsulü christian alvart tarafından yazılıp yönetilmiş olan almanya yapımı bir film. 1974 doğumlu alman yönetmenin ikinci filmi. ilk filmi 1999 tarihli curiosity & the cat.

    antikörper filminin uluslararası arenada ses getirmesi sonucu hollywood’a transfer olan alvert 2009 yılı içinde case 39 ve pandorum isimli filmleri yönetti. her iki filmin de bu sene sonunda vizyona girmesi bekleniyor.

    http://www.otekisinema.com/?p=6991
  • seri cinayetler işleyen bir katil ve polis arasındaki savaşı anlatan film. ama bildiğiniz diğer filmlerden değil. birçok film seri katilin peşine düşüp de, ipuçlarını çözmeye çalışan polisleri anlatırken, filmimiz daha başında katilin yakalanışını gösteriyor. sonrasında ise polisle katil arasında geçen itiraf ettirme savaşına tanık oluyoruz. bu arada filme kırsaldan bir polis memuru dahil oluyor. onun olayı da köyünde öldürülmüş olan kız çocuğunun katiline bunu itiraf ettirip tüm köyün içinin rahatlamasını sağlamak. ancak bir sorun var: seri katilimiz hep erkek çocuklarını öldürmüş ve kız çocuğu kurban profiline uymuyor. katilin polislerle konuşmayı reddedip, köyden gelen polisle konuşmayı tercih etmesi, dinine aşırı bağlı memuru bir anda önemli bir konuma getiriyor. köyüne bir süre dönmeyip şehirdeki sorguya katılmak zorunda kalan michael'in, katilin kışkırtmalarıyla kendi iç yüzleşmelerine, suç ve kötülük kavramlarıyla savaşına tanık olyoruz. oğlunun yaptıklarıyla da sorun yaşayan michael öte yandan katile bir türlü işlediği cinayeti itiraf ettirememenin sıkıntısını yaşıyor.
    oldukça tempolu ve dini metinlerle süslenmiş harikulade bir alman gerilimi. bu tür filmlerden alışık olduğumuz üzere sürpriz final ihmal edilmemiş.
  • son 5 dakikası ile sıçan, ama öyle böyle değil. böyle dağlar kadar sıçan film. yani efsane olmaya bir adım ötedeyken, böyle ele yüze göze nasıl bulaştırılır, hayret ettiğim filmdir. jean-christophe grangé kitaplarının sonlarının kötü olduğu söylenir ya hep, hani hep en son anda batırır ya güzelim kitabı, bu filmin sonunu görünce, grange ile ilgili bütün o kötü algı değişti, bence hemen bir nobel verilmeli kendisine, bu filmin sonu o derece kötü işte. yazık
  • antikörper
    alm. antikor
  • 2005 yapimi, alman psikolojik gerilim* filmi.
    yakalanan sapik bir seri katilin islemis oldugu cinayetlerin aciga cikmasi ve henuz faili kesinlesmemis bir cinayetin cozumlenmesini konu aliyor. kuzularin sessizligi'ne benzetenler varmis. aman diyim yok boyle bi$ii tabi ki. bu arada filmde de hafiften komik bir hannibal lecter gondermesi yapiliyor. sonunda ne cikacagini filmin ilk yarisinda tahmin etmek mumkun, ikinci yarida ise sadece biraz hedef sasirtip suprizle bitirmeye calisiyor. eh bos bos evde oturulan bir gunde izlenebilir belki diyor, onumuzdeki filmlere bakiyoruz.
  • sonu daha güzel toparlanabilecekken biraz aceleye getirilmiş film. yine de hikaye ilgi çekici, senaryo gayet iyi kotarılmış. sırf silence of the lambs ve seven'ı hatırlatması uğruna bile izlenebilecek bir film. çamaşır suyuyla değiştirilmeden önceki karne notu 7/10.
  • alman yönetmen christian alvart’ın 2005 yapımı ikinci filmi: antibodies
    (22/04/2011)

    “eğer tanrı yoksa, herşey serbesttir.” f. m. dostoyevski

    “dünya çok adaletsiz. hatta bizim gibi insanlara bile. pedro alonso lópez, “and dağları canavarı”, 300 seks cinayetinden sorumlu. 20 yıl sonra, onu şimdi kim hatırlıyor? hiç kimse! karındeşen jack ise dünyaca meşhur, ne için? beş fahişe. beş! ya charlie manson? ‘imparatorumuz’ dedikleri bu hippi, tek bir cinayeti bile kendisi işlemedi.”

    hatırlanmak, ciddiye alınmak, bir birey olarak kabul görülmek, varolmak… seri katillerin tüm endişesini oluşturan bu gayret filmimizin baş canisi “çarmıh” kod adlı gabriel engel (cebrail melek)’in ağzından nasıl da hayalkırıklığıyla dökülüyor! 13 oğlan çocuğuna tecavüz ederek öldüren, daha sonra parçalanmış vücutlarına çarmıha gerilmiş isa postürü veren bu katilin, yaptıkları için öne sürebildiği gerekçeler bunlar. aslında ceset sayısı değildir belirleyici olan; suçu nasıl işlediğindir. caniliğin makyajı, vitrini ve nasıl pazarlandığıdır asıl olan. 6 yıl süren araştırma sonucu bir oğlan cesedinin kanıyla yıkanmış, çırılçıplak halde suç üstü yakalandığında “ben masumum!” diye haykıran gabriel’in masumiyet anlayışını nasıl yorumlayabiliriz ki, aksi takdirde?

    christian alvart, korku filmi dünyasında küçük çaplı bir sarsıntı yaşattığı bu ilk filminde biraz “se7en (1995)” ve daha da fazla “the silence of the lambs (1991)”den feyz almış. bu referanslar filmin nasıl olduğuna dair tüm soru işaretlerini yok ediyor. feyz almanın derecesi tam değil. zira filmin içinde karkterlerine bile “kuzuların sessizliği”nden replikler söyletecek kadar ileri gitmiş yönetmen; katilimiz bu filmi izlemiş açıkçası!

    temel konu parmaklıklar arkasındaki bir cani ve soruşturma kapsamı içerisinde taşralı bir polis arasında ilerleyen ilişkinin gerilimi üzerine kurulmuş yine. fakat buradaki taşralı polis, kadın değil erkek: michael martens adlı kasaba polisinin (ya da şerifinin, almanya’da güvenlik teşkilatının nasıl olduğunu bilmiyorum) katille iletişime geçmesinin sebebi platonik bir aşk değil, köyünde aynı şekilde işlenmiş bir cinayetin üzerindeki sır perdesini aralama çabası. “kasaba herzbach, mutlu bir yer!” yazılı bir tabelaya sahip bu şirin kasaba, küçük bir kızın öldürülmesiyle alt üst oluyor. lokalize topluluklardan bekleneceği şekilde, tüm ızdıraplarını ve hastalıklarını gizleyip yen içinde tutmaya çalışan bu küçük halk bir anda çözülmeye başlıyor ve tüm sorumluluğu köyün tek polisi olan michael martens’in sırtına yüklüyor. yükledikleri yetmezmiş gibi asabiyetle karışık bir nefret de söz konusu. küçük toplulukların travmaya karşı verdiği cevapların analizini sosyologlara bırakarak, dindar olduğu belli olan ve çocuklarını muhafazakar bir yöntemle yetiştiren bu mutsuz genç adamın sıkıntılarına değinmek istiyorum. michael’in cinayeti bu kadar içselleştirmesinin nedeni, cesedi bulunan lucia flieder’in kendi ergen oğlu christan’ın sevgilisi olması. tüm ayrıntılar “çarmıh” katilinin tarzıyla uyum gösterse de kurbanın kız olması michael’in uykularını kaçırıyor.

    13 faili meçhul cinayetin izini süren ve nihayet yakaladığı katili bir türlü konuşturamayan komiser seiler bu naif taşra polisinin katil gabriel ile iletişime geçmesine izin veriyor. zira gabriel, konuştuğu polisin kimin babası olduğunu öğrenince bülbül gibi şakımaya başlıyor! bir yandan dini duygularını bir yandan oğlunun masumiyetini korumaya çalışan michael bu diyaloglar esnasında derbeder oluyor, beyni gabriel tarafından tam anlamıyla z*kiliyor.

    ilk önce, bu filmin bir ilk film olduğuna inanmak çok zor (zaten ikinci). gerçekten kaliteli bir yapımla karşı karşıyayız. müzikler, çekimler, görüntü yönetimi, oyunculuk ve atmosfer üst seviyede. öykü anlatımında bir miktar acemilik var ve film kendini biraz fazla ciddiye alıyor ama olsun, hoş görülebilecek düzeyde. oyunculuk demişken başrollerde iki zıt kutbu cisimleştiren katil gabriel rolündeki andré hennicke ve michael rolündeki wotan wilke möhring’in performanslarından oldukça memnun kaldım. karekter yaratımında yönetmen her ne kadar klişeleri kullansa da yanlış bir şey yapmamış. kriminolojiyle ilgili ilginç saptamalar da söz konusu. mesela bir seri katilin nasıl ki cinayet işlerken belli bazı takıntıları (özel ritüeller, öldürme biçimleri, fiziki olarak benzer kurbanlar…vb) varsa özel hayatında da benzer takıntıları oluyor. obsesif kompulsif bir durum bu; gabriel günlük tutmak istiyor ve polislerden ille de la strosse marka kırmızı bir not defteri istiyor! ya da michael’in tüm inancını sorgulatacak, onun canını yakacak bazı saptamalar dökülüyor dudaklarından. yönetmen gabriel’in ağzından seri katillerin kutsal üçlemesini dillendiriyor: ateşle oynamak, hayvanlara işkence etmek ve yatak ıslatmak. gabriel michael’ın zihniyle oyun oynarken film de bizimle oyunlar oynuyor. 2 saatlik bir filmi temposunu aksatmadan izlenebilir kılmak bu şekilde mümkün oluyor.

    filmde sembolik atıflarla yüklü sahneler çoğunlukta. filmin başlarında kayınpederi sucharzewski ile ava (erkeklik gösterisi!) çıkan michael’in sahnesi gibi. burada damadı üzerinde bir güç kurmak isteyen yaşlı sucharzewski (yaşlı kurt?), erkek hayvanlardan oluşan bir toplulukta geçerli olan ilkel yöntemleri kullanıyor. michael’i elinde tuttuğu tüfekle (fallik obje!) üstü kapalı olarak tehdit ediyor. film ilerlediğinde, bir soruşturma sonucu tesadüfen sucharzewski’nin iktidarsız olduğunu, üstelik karısının ağzından öğrendiğimizde bir üstteki av sahnesinin değeri daha da manidar hale geliyor.

    aynı şekilde filmin başından sonuna dek dini mitolojiye göndermeler mevcut. karakter isimlerinin dini literatürden seçilmesi (gabriel, michael, christan…) gibi göze sokulacak denli fazla bu atıflar. özellikle arınmışlık, saflık ve masumiyet üzerine bir film yapıyorsanız çok dikkatli olmalısınız çünkü ister istemez sıkıcı bir muhafazakar oluverirsiniz. nitekim öyle olmuyor mu? mesela suçluyu konuşturarak büyük bir başarıya sebep olan michael’in bu mutluluğunu paylaşacak birini bulamaması ve filmin başından beri altı çizilen kusursuzluğunu gölgeleyecek spontan hareketlerde bulunması, şeytan olarak gösterilen gabriel’in baştan çıkarmaları olarak algılanabiliyor ister istemez. şeytan zavallı insanların beynine günah tohumları ekti… bu mudur yani? ben derinleşmek için çırpınan bir filmin anlatım acemiliği nedeniyle komik bir biçimde yüzeyelleştirilmesinden pek hoşlanmadım.

    en nihayetinde bu kadar dini saptamayla yorulan filmin sonu tam bir fiyasko. gerilimi bu kadar tırmandırdıktan sonra tüm öyküyü hz. ibrahim’in, oğlu ismail’i kurban etme hususunda sınanmasına döndürerek “hedefi ıskalayan” final izleyiciyi bir nebze rahatlatmak için konmuştur belki de. çünkü filmin başından sonuna kadar asab bozucu bir atmosfer var. fakat “se7en” veya “the mist (1997)” gibi acımasız ama olması gerektiği gibi sonlanan filmler dururken böyle bir finali bir izleyici olarak hak ettiğimi düşünmüyorum.

    finali ve hafiften arak öyküyü bir tarafa bırakırsak (geriye ne kaldı bilmiyorum ama) oldukça güzel, dengeli ve eli yüzü düzgün bir yapım. izlediğinize kesinlikle pişman olmayacaksınız.

    yönetmen: christian alvart
    senaryo: christian alvart
    yapım: 2005, almanya, 127 dakika
    oyuncular: wotan wilke möhring, andré hennicke, heinz hoenig, ulrike krumbiegel, hauke diekamp, jürgen schornagel, nina proll, hans diehl, norman reedus
  • "neden almanın daşşağını yemeliyiz?" sorusuna cevabım. haftalardır polisiye, suç, katil kim temalı dandik dundik hollywood filmleri izleyip kendime işkence ediyordum. diken üstünde oturuyormuş hissi yaşatacak, ne bileyim dudaklarımı yolmak istetecek düzeyde rahatsız edici bir filme denk gelebilmekti amacım. derken antikörper'i buldum.

    öncelikle, norman reedus'ın filmde işi neydi? iki saniye göründü görünmedi. bir de başrolmüş gibi cast'ın ta en tepesine yazmışlar. hollywood ağababalarının, yalnızca kan ve fallik simgeler gösterip bir de üzerine kovalamaca sahneleri ekleyerek rahatsız edici olduklarını sanan işlerine kıyasla, polisi seri katile yaklaştırıp sağlam bir iş çıkarmışlar. katilin manipülasyonları akabinde, köyünden dışarı çıkamamış evli, çocuklu, ahlaklı, dini bütün polisimiz, hafiften sapıtmaya başlıyor.

    "kan turnesi" fikrini sevdim. katil, ne yapacağı kestirilemez ölçüde korkutucu yazılmış. polis, ürkütücülükte katilin önüne geçmiş ki filmin başarısındaki en büyük payı buna bağlıyorum. "iyi" bildiğimiz, rol ve yer değiştirip diğer tarafa geçiyor. üstelik, gerekli motivasyonu ve sebepleri sağladıklarından, her şey inandırıcı görünüyor.
  • almanya’dan oldukça sert ve kurgusal açıdan başarılı bir gerilim filmi antikörper. alışılmış suç filmlerinin aksine bir seri katil kovalamacası değil the silence of the lambs’ta zirve yapan “hapisteki seri katilden işlenen cinayetlerin itirafını alma” temalı bir film. elbette ki the silence of the lambs ile yarışacak düzeyde değil. seri katilimiz de yarı kasaba polisine, yarı seyirciye “bir hannibal lecter bekliyordun değil mi?” sorusuyla ilgili filme selam çakarak saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmiyor zaten.

    “katil polis kovalamacası yoksa ya da çözülecek cinayetler üzerine kafa yormayacaksak bir suç filmi ne kadar ilgi çekici olabilir ki?” değil mi? değil! film kısmen the silence of the lambs’a öykünmüş olsa da bir noktadan sonra kendi özgün senaryosu ile fark yaratıyor. aksiyon ve heyecan dozu düşük de olsa merak uyandırıcı bir kurgusu var filmin. özellikle finaliyle “ters köşe yapayım” kaygısını çok belli etmeden ters köşe yapıyor seyirciyi. ancak bütün olarak değerlendirildiğinde oldukça başarılı bulduğum filmin finalindeki ibrahim/ismail göndermesi o kadar gereksiz, o kadar iğreti, filmin genel havasına o kadar aykırı durmuş ki… o final sahnesi daha inandırıcı, filmin genel havasına daha uygun kurgulansaymış film birkaç puan daha yukarıda olabilirmiş kesinlikle.

    genel anlamda başarılı olsa da böyle güzel bir senaryonun hakkı tam olarak verilememiş maalesef. böyle güzel bir senaryo daha usta bir yönetmenin elinde çok daha güzel bir film olarak dönerdi seyirciye.
  • hastalıklı bir film amk. fazla vahşi.
hesabın var mı? giriş yap