• xenophon yahut ksephones, siradan bir gozlemci sifatiyla, perslerin ic cekismelerine taraf olan yunan parali askerlerine katilmis ve savasin sonunda kendini, komutansiz ve rehbersiz bir ordu biriminin generallerinden biri olarak bulmus.

    artik tarihsel gercekleri biraz bukmus mu yoksa hakikaten karizmasiyla orduyu cekip cevirmis mi orasi hayalgucumuze kalmis. her ne olursa olsun, gercekten zamansiz klasiklerden biri bu, cunku ayrtintilar atlanildigi takdirde, ozunde insan yonetimi inceliklerinin ve liderlik vasiflarinin anlatildigi bir rehber. zira bugun cevval sirket yoneticilerinin, her ne kadar sun tzu'nun the art of waru kadar olmasa da, basvurdugu kaynaklardan biri. [gerci bu olayi da anlamiyorum, adam binlerce yillik tarihi olaylari okuyor ve dunyayi sekillendiren liderleri taniyor ki feyz alsin, 21. yyin lideri olarak sirketinin borsadaki degerini uc kurus yukseltmek amaciyla muhasebe mudurunu azarlasin, cayciyi kovsun, pazarlama departmaninda firtinalar estirsin]

    neyse efendim, yine de konunun ozune inersek, muthis bir baski, zaman kisitlamasi ve belirsizligin getirdigi hosnutsuzluk altinda, basariya ulasmak icin hizla ve birlikte davranilmasi gerektigi anlatiliyor ve insanlari bu yonde organize etmenin yollarindan bahsediliyor. boyle bir durumda, herkesin fikrini sorarak, onlara kaderlerinin kendi ellerinde oldugu hissi verilmeli fakat gerektiginde de acimasiz ve kararli davranilarak duzen korunmali, itaat ve saygi saglanmali. evet, sadece korku degil saygi da, cunku bu kadar zor bir durumda liderlik vasiflarini ortaya koyabilen xenophona hayatlariyla guvenmeleri gerekmektedir bu askerlerin.

    tabii bunlar isin stratejik yonu, bir de taktiksel olarak cesitli alavare dalaverelerden, askeri manevralardan, vs bahsedilir. bu sekilde evlerine donen askerler -artik sayilari gercekten kacsa- taa uzaklardaki pers imparatorluguna gidip, savasip, basibos kalinmasina ve takip edilinmesine karsin hayatta kalinabiliecegini ve anadolunun iki kere gecilebilecegini gostermislerdir.

    derler ki, bu onbinlerin efsaneleri sayesinde buyuk iskender pilini pirtini toplayip, iyi bir lojistik koordinasyon sartiyla tabii, ayni maceraya atilir. derler ki onbinlerin batıya donusu olmasaydi, helenistik kulturun doguya seferi de olmazdi. derler ki, bu kadar da abartmayalim, olurdu olmasina ama daha gec olurdu, daha guc olurdu.

    kitabin pdf hali icin..
    http://www.textkit.com/learn/id/84/author_id/36/

    html hali icin ise...
    http://www.fordham.edu/…ient/xenophon-anabasis.html
  • kitabı yeni bitirdim. kendim için bazı notlar çıkardım. buraya yazayım:

    --- kitaptan bilgiler içerir ---

    -çeviri kitap okuyacağımda çevirmenlerini internetten araştırırım. ari çokona hakkında da olumsuz şeyler okuduğum halde aldım. ama ben çeviriyi beğendim. zihni yorucu öztürkçe kelimeler yoktu. açıklayıcı dipnotlar vardı.
    -sınır kavramının modern bir unsur olduğunu düşünenler bu kitabı okusun. hem imparatorluklar arasında hem de ilkel sayılabilecek toplumlar arasında doğal ya da yapay sınırlar var.
    -ilkel dinlerin tek tanrılı dinler kadar insan hayatında yer kaplamadığını düşünürdüm. ama burada öyle olmadığını gördüm.
    -meğer bir zamanlar arap çöllerinde deve kuşları, ceylanlar, karadeniz’de avlanacak kadar çok yunus varmış.
    -antik yunan “demokrasinin doğduğu yer” tanımını boşuna taşımıyor. ordu önemli kararlara oylamayla karar veriyor. bazen en basit ere bile söz hakkı tanıyorlar. o devir için cidden ilerici bir anlayış.
    -yazar karduklar adında bir kavimden bahsediyor. bunların kürt oldukları düşünülüyormuş. şahsen ben ikna oldum. :)
    -yazarın armenia’dan bahsederken anlattığı evler 5000 yıldan daha önce çatalhöyük’te kullanılan evlerin neredeyse aynısı. bir yanda demokrasinin tohumunu atmış bir millet varken, dev sulama kanalları inşa edip tarım yapan bir medeniyet varken öte yanda başka insanlar için tarih çok daha yavaş işliyor.
    -bir çok yerleşim adının binlerce yıl boyunca ufak ses değişikleriyle korunduğunu biliyordum ama tamamen türkçe gibi görünen ama eski olan adlar da varmış. mesela: harpasos-arpaçay, thekhes dağı-teke dağı,
    -bütün doğu karadenizlilerin laz zannedilmesine rağmen trabzon’un yerlilerinin anadilinin bir tür rumca olduğunu biliyordum. bu durum o tarihte de de öyleymiş. ksenophon trabzon’dan “kolhis (laz) ülkesindeki helen kolonisi “diye bahsediyor.
    -istanbul'dan (byzantion) ise "trak ülkesindeki helen kolonisi" olarak bahsediyor.
    -doğu karadeniz insanına özgü “tuhaflık” ksenophon'un da dikkatini çekmiş. orada karşılaştığı bir kavim için şöyle diyor: “bir insanın yalnızken yapabileceği şeyleri başkalarının yanında yapıyor, tek başlarına olduklarında da sanki başkalarıyla birlikteymiş gibi davranıyorlardı. yani kendi kendilerine gülüyor ya da nerede olursa olsun duruyor ve sanki başkalarına sergiliyorlarmış gibi dans ediyorlardı”
    -sonradan yunanlılaşacak olan trakya ve batı anadolu’da o tarihlerde hala yerli halklar yaşıyor.
    -tarih bazı kimlikleri değirmeninde öğütürken bazılarını da kapsamını değiştirerek ya da değiştirmeden bugüne taşımış. 2500 yıl önce yaşayan helenler (yunanlılar), kolhisler (lazlar), karduklar (kürtler), ermeniler hala varken makronlar, paflagonlar, traklar vs.nin torunları muhtemelen türk ya da yunanlı olarak aramızda yaşıyorlar.

    --- kitaptan bilgiler içerir ---
  • işbu sergerdenin 1000. entrysi.

    m.ö. 400'den modern zamanlara elebaşlarına bu dönemin kısmî bir bölümünde sergerde denen paralı askerlerin* ekmek peşinde, kelle koltukta verdikleri mücadelenin kat ettikleri çetin yolların sonunda beliren denizle - thalassa! thalassa! - sadece suya değil yaşama tutunmayı en yalın anlatan kadim yunan düzyazısı.

    ne yazık ki kadim yunanca'dan olmayan naçizâne çevirisi ile klasik tragedyanın en nadide zirvelerinden* birini de barındıran kadim bir yol hikâyesi:

    "(...)
    beşinci günde gerçekten de dağa ulaştılar, adı theches’*ti. öncü birliğin tam da dağın tepesine çıktığı an müthiş bir bağrışma yükseldi. ve xenophon ve artçı birlik bunu duyduğunda, ön tarafta başka düşmanların saldırdığını sandılar, zira düşmanlar alevler içinde kalmış kasabadan onları takip ediyorlardı ve artçı birlik bunların kimini öldürmüş kimini de pusuya düşürerek yakalamış ve ayrıca kaba, saçaklı öküz derisiyle kaplı yirmi kadar sorgun kalkan almıştı. fakat bağrışma daha da yükseldikçe ve yakınlaştıkça, takip eden saflar, bağrışmaya ardı sıra katılan öndeki saflara doğru tam hızda koşmaya başladıkça ve bağrışma adamların sayısı mütemadiyen artarken daha da yükseldikçe xenophon olağandışı bir önemi haiz bir şeylerin olduğunu anlamıştı; bundan sebep bir ata bindi, yanına lycius ve süvarileri aldı ve yardım götürmek için ilerlemeye devam etti; ve bir anda askerlerin “thalassa! thalassa!” diye bağırdığını ve bu sözcüğü her tarafa yaydıklarını duydular. sonra, artçı birliğin tüm askerleri de benzer şekilde bir koşuya başladı ve yük hayvanları da atlar ile birlikte yarışmaya başladılar. ve herkes zirveye ulaştığında, gerçekten de kumandanlar ve yüzbaşılar da dahil herkes birbirine sarılmaya koyuldu, gözlerinde yaşlarla. ve aniden, biri veya diğerinin bir teklifiyle, askerler taşlar toplamaya başlayıp oracıkta müthiş bir anıt inşa ettiler. sonrasında bir miktar kaba öküz derisi ve bastonları ve ele geçirdikleri sorgun kalkanlarını adak olarak yerleştirdiler; ve rehber bunları bizzat parçalara ayırmakla kalmadı geri kalanları da bunu yapmaya sevk etti. bundan sonra yunanlar ortak sandıktan hediyelerle – bir at, gümüş bir tas, bir pers kıyafeti, 10 darik* altınıyla rehberi gönderdiler; fakat onun adamlardan bilhassa istediği yüzükleriydi, bunlardan da belli miktarda aldı. sonrasında konaklayabilecekleri bir köy ve makronianların ülkesine götürecek yolu gösterdi ve gün batarken ayrıldı.
    (...)"

    şerh-i trapezus: eski yunanca ve ingilizce metnin yan yana bulunduğu kopyasına şuradan erişilebilecek klasik metin.
  • ksenophon, anabasis

    bugün okuduğumuzda, ksenophon'un üzerimizde yarattığı en güçlü izlenim, eski bir savaş belgeselini seyretmekte olduğumuz duygusudur, arada bir ekranda ya da videoda seyirciye yeniden sunulan eski belgeseller gibi. işlenmemiş gölge kontrastları ve acele hareketlerle biraz sararmış siyah-beyaz filmin büyüsü, şu tür parçalardan kendiliğinden yansıyor okura:

    “hep yüksek ve kalın bir kar tabakasının üstünde, kalan yaklaşık doksan kilometreyi üç günde katediyorlar. üçüncü gün, tersten esen kuzey rüzgârı yüzünden özellikle korkunç: her yerde olanca şiddetiyle esiyor, her şeyi yıkıp bedenleri donduruyor... askerler gözlerini kar yansımasından korumak için, yürüyüş sırasında gözlerinin önüne siyah bir şeyler koyuyorlar; donma tehlikesine karşı en etkili önlem, ayakları sürekli olarak hareket ettirmek, hiç durmamak ve özellikle geceleri postalları çıkarmak... bu tür güçlükler yüzünden geride kalan bir grup asker, çok uzak olmayan bir noktada, kar yüzeyinin ortasındaki bir göçükte, siyah bir su çukuru görüyor: erimiş kar, diye düşünüyor. gerçekten de, kar o noktada, yakınlardan bir yerden havaya buharlar saçarak fışkıran doğal bir su kaynağı yüzünden erimiş.”*

    ama ksenophon'dan alıntılar metnin özelliğini tam olarak yansıtmıyor. önemli olan, görsel ayrıntıların ve eylemlerin sürekli olarak birbirini izleyişi; okumanın sürekli değişen hazzını tam olarak yansıtacak bir bölüm bulmak güç. belki, iki sayfa önceki şu bölüm:

    “kamptan uzaklaşan bazı yunanlılar, uzakta kalabalık bir ordu görür gibi olduklarını ve gecenin içinde yakılmış birçok ateşin belirdiğini anlatıyorlar. bunu duyan strateji uzmanları, dağınık düzende konaklamanın pek güvenli olmadığına karar verip orduyu yeniden topluyorlar. hava açar gibi olduğundan, askerler hep birlikte açık havada yerlerine yerleşiyorlar. talihin cilvesi, gece boyunca o kadar çok kar yağıyor ki, silahların, hayvanların ve toprağa kıvrılmış yatan adamların üstünü örtüyor; hayvanların uzuvları soğuktan öyle katılaşmış ki, ayaklarının üzerinde doğrulmayı başaramıyorlar; adamlar bir türlü kalkmaya karar veremiyorlar, çünkü üstlerine yığılıp henüz erimemiş kar onları sıcak tutuyor. bunun üzerine, ksenophon yüreklilikle ayağa kalkıp üstündekileri çıkararak, oduna balta darbeleri indirmeye başlıyor; onu örnek alarak birisi ayağa kalkıyor, elinden baltayı alıp işe devam ediyor; ötekiler de kalkıp ateşi yakıyorlar; hepsi kollarıyla bacaklarına yağ yerine, köyde buldukları susam tohumu, acıbadem ve sakızağacından yapılmış merhemleri ve içyağını sürüyorlar. aynı özlerden yapılmış kokulu bir merhem bile var.”

    bir görsel sunumdan bir başkasına, oradan anekdota, oradan da egzotik göreneklerin kayda geçirilmesine hızlı geçiş: yoldaki ordunun yürüyüşü sırasında sürekli olarak karşılaşılan serüven dolu sahnelerin, beklenmedik engellerin arka planını oluşturan doku budur. genellikle her engel ksenophon'un bir kurnazlığıyla aşılır: saldıracakları her tahkim edilmiş şehir, açık alanda karşılaştıkları her düşman safı, aşmaları gereken her akarsu, her hava değişikliği, anlatıcı-kahraman-komutan ksenophon'un bir buluşunu, dahice bir fikrini, stratejik bir çözümünü gerektirir. yer yer ksenophon, çizgi öykülerin her bölümde olanaksız koşullardan sıyrılmayı bilen çocuk kahramanlarından birini andırır; hatta tıpkı çocuk öykülerindeki gibi, her sahnenin iki kahramanı vardır: rakip iki subay, ksenophon ile khirisophos, atinalı ile spartalı. ve ksenophon'un buluşu her zaman daha kurnazca, yücegönüllü ve belirleyicidir.

    kendi içinde anabasis'in konusu, bir pikaresk ya da komik kahramanlık öyküsü için uygun olurdu: pers hükümdarı genç kyros'un düzmece bir gerekçeyle -anadolu'nun içlerine, aslında kardeşi ikinci artakserkses'i* devirmeyi amaçlayan bir sefer için tuttuğu on bin yunanlı paralı asker, kunaksa savaşı'nda yenilir ve kendilerini başsız, yurtlarından uzakta, düşman halkların arasından geri dönüş yollarını açma zorunluluğuyla karşı karşıya bulur. tek istedikleri, evlerine dönmektir, ama ne yaparlarsa yapsınlar, kamusal bir tehlike oluştururlar: on bin silahlı ve aç kişi olarak, bir çekirge sürüsü gibi, gittikleri her yeri yağmalayıp yıkar ve peşlerinden bir sürü kadını sürüklerler.

    ksenophon, ne destanın kahramanlık üslubuna kendini kaptıracak bir tiptir, ne de destansı bir durumun grotesk-dehşetengiz yönlerinden tat alacak birisi (birkaç seyrek an dışında). onunki, bir subayın teknik anılar kitabıdır, bütün mesafeleri, coğrafi referans noktalarını ve bitki-hayvan kaynakları üzerine bilgileri kayda geçiren ve diplomatik, lojistik, stratejik sorunlar ile bunların çözümlerini sıralayan bir yolculuk günlüğüdür.

    anlatının aralarına genelkurmayın "toplantı tutanakları" ile ksenophon'un barbarların birliklerine ya da elçilerine yaptığı konuşmalar serpiştirilmiştir. okul yıllarımda bu bölümlerden çok sıkıldığımı anımsıyorum, ama yanılıyordum. anabasis'i okumanın gizi, asla hiçbir şeyi atlamamak, öyküyü adım adım izlemektir. bu konuşmaların herbirinde siyasal bir sorun vardır: ya dışişleriyle ilgili (geçiş izni için başvurdukları toprakların hükümdarları ve yöneticileriyle diplomatik ilişki girişimleri) ya da içişleriyle ilgili (yunan önderleri arasındaki tartışmalar, atinalılar ile spartalılar arasındaki bildik rekabetler, vb). ve kitap, öteki komutanlara karşı bir polemik olarak yazıldığından (polemiğin konusu, her komutanın bu geri çekilmenin yürütülmesindeki sorumluluklarıdır), açık ya da üstü kapalı polemiklerin oluşturduğu arka planı o sayfalardan çıkarmak gerekir.

    ksenophon, "aksiyon" yazarı olarak örnek bir yazardır. ksenophon'u ona en çok denk düşen çağdaş bir yazarla, albay lawrence'la* karşılaştırırsak, ingiliz yazarın ustalığının nasıl olaylar ve imgeler çevresinde estetik ve etik bir beklenmediklik halesi yaratmaktan -düzyazının tamamen olaylardan oluşan kesinliğinin arka planı olarak- kaynaklandığını görürüz. yunanlı yazarda böyle bir özellik yoktur, olayların kesinliği ve katılığı hiçbir arka plan imlemez: askerin katı erdemleri, yalnızca askerin katı erdemleri olma amacını güder.

    evet, anabasis'te bir pathos vardır: geri dönüş kaygısı, yabancı ülkenin yarattığı korku, dağılmama çabası (çünkü birlikte oldukları sürece, bir biçimde yurtlarını da yanları sıra taşırlar). kendi adına savaşmadığı bir savaşta bozguna sürüklenmiş ve kendi yazgısına terk edilmiş bir ordunun geri dönüş mücadelesi, artık yalnızca eski müttefiklere ve eski düşmanlara karşı kendine bir kaçış yolu açmak için verilen bu savaşım, bütün bunlar anabasis'i bazı yakın tarihli okumalarımızın çizgisine yaklaştırır: rusya'nın italyan alpleri'nden geri çekilişine ilişkin anı kitapları. bugüne özgü bir keşif değil bu; elio vittorini, 1953'te, mario rigoni stern'in türün örnek bir kitabı olarak kalacak olan kardaki çavuş'unu sunarken, kitabı "küçük bir yöresel anabasis" olarak tanımlıyordu. gerçekten de, anabasis'in kardaki geri çekilmeyle ilgili bölümleri (daha önce aktardığım alıntılar bu bölümlerdendir), kardaki çavuş'un sahneleriyle koşutluk gösteren sahneler açısından zengindir.

    rigoni stern'in ve rusya'nın geri çekilmesine ilişkin en iyi italyanca kitapları yazmış olan öteki yazarların özelliği, anlatıcı-kahramanın ksenophon gibi iyi bir asker olması ve askerî harekâtlardan konuya hâkim birisi olarak ve konunun hakkını vererek söz etmesidir. ksenophon için olduğu gibi onlar için de, en gösterişli ihtirasların genel çöküşü içinde, askerlik erdemleri, pratik ve dayanışmaya yönelik erdemlere dönüşür; herkesin yalnızca kendine değil, ötekilere de yararlı olma yetisi, bu tür erdemler üzerinden ölçülür. (nuto revelli'nin yoksulların savaşı kitabını ve düş kırıklığına uğramış subayın taşkın öfkesini anımsayalım; haksız yere göz ardı edilen bir başka güzel kitap da, cristoforo m. negri'nin uzun tüfekler’idir.)

    ama benzerlikler burada sona erer. alp dağları'nda savaşmış olanların anıları, alçakgönüllü ve duyarlı bir italya ile toplu savaşın çılgınlıkları ve kırımı arasındaki karşıtlıktan doğar. iö 5. yüzyılda yaşamış yunanlı komutanın anılarında karşıtlık, yunan paralı askerlerin ordusunun içine düştükleri çekirge sürüsü durumu ile ksenophon'un ve adamlarının koşullara uydurmaya çalıştıkları klasik felsefi-sivil-askerî erdemleri uygulama arasındadır. ve bu karşıtlıkta, hiç de ötekinin yakıcı trajikliği yoktur; ksenophon, iki durumu uzlaştırmayı başardığından emin görünür. insan çekirge durumuna düşebilir, gene de bu çekirge durumuna bir disiplin ve ağırbaşlılık düzeni -tek kelimeyle: bir "üslup"- uygulayıp doyuma ulaşabilir; çekirge olma olgusunu değil, yalnızca onu en iyi olma tarzını tartışır. ksenophon'da bütün sınırlarıyla modern etik şimdiden oldukça belirgindir: kusursuz teknik verimlilik, "durumun üstesinden gelebilme," "yapılan işi iyi yapma" etiği (yapılan eylemin evrensel ahlak açısından değerinden bağımsız olarak). bu etiği modern olarak adlandırmaya devam ediyorum, çünkü ben gençken de öyleydi ve birçok amerikan filminden çıkardığımız anlam buydu, ernest hemingway'in romanlarından da ve ben bu bütünüyle "teknik" ve "pragmatik" ahlaka bağlanma ile onun ardındaki boşluğun bilinci arasında bocalıyordum. ama o dönemin ruhundan oldukça uzak görünen bugün de, bu etiğin iyi bir yönü olduğunu görüyorum.

    ksenophon'un ahlaki düzlemde kendi konumunu asla çarpıtarak sunmamak, idealleştirmemek gibi büyük bir artısı vardır. "barbarlar"ın göreneklerine karşı çoğu zaman "uygar insan"ın mesafeli tutumunu ve hoşnutsuzluğunu sergiler; gene de, belirtmek gerekir ki, "sömürgeci" ikiyüzlülükle ilgisi yoktur. yabancı topraklarda bir yağmacılar ordusunun başında olduğunu bilir, hakkın kendi askerlerinden yana değil, toprakları işgal edilmiş barbarlardan yana olduğunu bilir. askerlerine konuşmalarında, düşmanların haklarını anımsatmayı ihmal etmez: "bir noktayı daha göz önünde bulundurmalısınız. düşmanlarımız, bizi yağmalamak için fırsat kollayacaklar ve mülklerini işgal ettiğimiz için haklı olarak bizi tuzağa düşürmeye çalışacaklardır..."

    ksenophon'un bütün ağırbaşlılığı, anadolu'nun dağları ve ovaları arasında açgözlü ve saldırgan adamların bu biyolojik devinimine bir üslup, bir norm verme çabasından kaynaklanır: trajik olmayan, sınırlı, sonuçta taşralı bir ağırbaşlılık. en kötü eylemlere-ksenophon ve adamlarınınki gibi bir zorunluluk durumunun dayatmadığı eylemlere de- pekâlâ üslup ve ağırbaşlılık görünümünün verilebileceğini biliyoruz. dağlardaki derin vadiler ve akarsu geçitleri arasında, sürekli pusular ve yağmalar arasında, artık nereye kadar kurban, nereye kadar zalim olduğunu ayırt edemeden, büyük eziyetlerin soğukluğu içinde bile kayıtsızlığın ve talihin amansız düşmanlığıyla kuşatılmış, kıvrılarak ilerleyen yunanlılar ordusu, belki bir tek bizim anlayabileceğimiz simgesel bir boğuntu uyandırır.

    kaynak: italo calvino/klasikleri niçin okumalı?
  • on binlerin ricadı.

    xenophon anabasis'te kürtlerden gordiler diye bahsediyormuş, duyduğuma göre. ben orasını anımsamıyorum, kefil değilim.

    o canım kitapta bir de 'ibneler bölüğü' denebilecek anekdotlar çok hoştu. onbinlerin içinde sadece ibnelerden olma bir bölük varmış. bunlar birbirine öbür bölüklerdekilerden çok daha tutkun oluyormuş. özel tim gibi neredeyse. o bakımdan müthiş bir disiplin ve hırsla savaşıyorlar, aralarından biri ölünce de ciddi yas üzüntülerine kapılıyorlarmış.

    okuyalı aradan çok zaman geçti, olayı aşağı yukarı böyle anımsayabiliyorum, nerede üfürdüm, nerede özü korudum ben de merak ediyorum.

    yörenin ruhunu ve insanını resmetmede ise özellikle karadeniz şeridinde başarılı. ya karadenizliler eskiden beri karakteristikmiş, onları anlatmak için yetenek bile gerekmiyormuş, ya da ksenophon/xenophon anasının ve malın gözüymüş, ulusal karakterleri bile şıp diye zamanında kurmuş, oluşturmuş.

    bir muharebe sonrasında askerlerin demokratik yöntemle en kahramanı seçerken herkesin en iyi olarak kendine oy atması ama en iyi ikincide* herkesin birleşmesi ve sadece en iyi ikincinin seçilebilmesi motifi herodotos historiai 8. kitap urania'da da anlatıldığına göre etkilenme iö 400'lerin ürünü olan anabasis'in iö 440'ların ürünü olan historiai'den etkilenmesi/ödünçlemesi biçiminde sayılmalıdır.

    edit: kitaptan ilgili bölümü buldum. umarım doğru aktarıyorum:

    [episthenes genç oğlanlara düşkündü. eskiden yakışıklı olmaktan başka nitelik taşımayan gençlerden bir bölük kurarak başlarına geçip büyük yararlılıklar göstermiş. seuthes böyle bir gencin yaşamının bağışlanması için üsteleyen ona “episthenes çocuğun yerine ölmeye razı olur musun?” diye sordu. episthenes “çocuk kendisinin yerine ölmemi istiyorsa ve bana bu yüzden gönül borcu duyacaksa vur.” dedi.]

    (bkz: onbinlerin dönüşü), onbinlerin yürüyüşü
    (bkz: rashomon effect)
    (bkz: kolossai)
    (bkz: thalatta), thalassa
    (bkz: yunan klasikleri)
  • grek dilinde, yürümek ve ilerlemek demektir. grek tarihçi zenofon'un (xenophon) günlüğünün adıdır. tarihçi olarak katıldığı persler'e karşı çıkılan ve bozguna uğranılarak dönülen seferde ordunun başına geçer. anadolu halkları ile karşılaşmalarını, zorlu yolculuklarını yazdığı günlüğe bu ismi verir. onbinlerin dönüşü, bozgundan dönen bir ordunun "yürüyüşü"ne "ilerleme" adı verilmesinden daha doğru bir isimlendirmedir. ahh, şu tarihçiler, ah resmi tarih kayıtçıları... belki de bozgundan dönmek, öğretici ve hayata yeni bir bakış açısı getiren, insanları ileriye götüren bir deneyimdir, kimbilir.
  • xenephon amcamizin dilinden okudugumuzda 'zart yerinde ata bindik, zurt yerinde attan indik...' diye devam eden, fakat icinde bol miktarda faydali bilgi bulunduran bir eserdir.

    insani dusundurur, sen git milattanonce 401'de anadolunun bagrina kadar yuru, orada basibos kal, ne tur bir kazik yemissindir bire zavalli parali asker?
  • birgun firsat bulursam on kisilik bir ekiple dekabasis adi altinda tekrarlamayi planladigim yolculuk. denizlinin salihli ilcesinde baslar, trabzon'da biter.
  • ilk gördüğümde ana babasızın bitişik ve yonja diliyle yazılmış hali zannettiğim kelime... cehalet, hayalgücü ve miyopinin enteresan sentezi...
  • yazıldıktan 2500 sene sonra iş kültür yayınlarından çıkan yunan klasiği. askeri tarihin belki de ilk önemli eseri. pek çok hükümdar, general, komutan bu kitabı bir baş ucu kitabı bellemiş. kitap hakkında pek çok inceleme yazılmış. halen daha yönetim /yönetici/yönetilen konusunda ipuçları sunuyor kitap. kısaca öyküye bakmak gerekirse;

    batı anadolu pers imparatorluğunun bir eyaletidir ve başında pers tahtının veliahtlarından kyros vardır. doğu anadolu’da ermeniler, güneydoğu anadolu’ da kürtler bulunmaktadır ve dicle ile fırat geçit vermez iki nehirdir. bunlardan başka irili ufaklı pek çok halk ama devlet olarak ama devletsiz biçimde yaşayıp gitmektedir anadolu coğrafyasında. kyros spartalılar, hellenler ve barbarlardan oluşan 13-14 bin kişilik bir ordu toplar. niyeti tahtı ele geçiren kardeşine karşı savaşmaktır. bu günkü ege civarından yola çıkar , konta, sonra çukurova, antep üzerinden ta babil’e kadar iner. ama savaşta saçma sapan biçimde ölür. işte kitap savaştan sonra 10 000 den fazla yunan askerinin dönüş hikayesiyle ilgilidir. bu askerler yol bilmez, yol da yoktur zaten. bilinen yollar hiç de güvenli değildir. coğrafya çetindir. geldikleri yoldan dönmeyip trabzon’a ulaşmaya karar verirler. kürt cğrafyası, doğu anadolu, erzurum, gümüşhane ve nihayet trabzon’a, oradan giresun’a ve oradan ordu’ya ulaşırlar. sonra deniz yoluyla sinop’a, oradan istanbul civarına gelirler. yolda çok kez savaşırlar, yağma yaparlar, kayıp verirler, ölürler, öldürürler, soğukla baş ederler, açlıkla pençeleşirler. sonrası….sonrası pek çok detayla birlikte kitapta….

    tüm bunları anlatansa orduya gönüllü olarak yazılan, sonradan ordunun liderliğine dek yükselen ksenophon…

    bundan 2500 sene önce anadolu nasıl bir yerdi ? ben bu amaçla okudum. zor bir yer olduğu belli. kitabın bu noktada eksiği şehirlerden çok ama çok az bahsetmesi, genelde yalnızca geçiştirmesi. ayrıntıya asla girmemesi, yalnızca askeri dizilişleri, asker komutan ilişkilerini çok detaylı anlatması….kitap bir askeri tarih olduğuna göre bu bir eksi sayılamaz elbette. ama bu konulara da eğilmiş olsa muhtemeldir ki herodotos tarihinden daha ünlü bir kitap olurdu.

    kitaba ilişkin benim notlarım;

    *iskender o kadar büyük orduyu nasıl toplamış diye merak ederdim. ve onca savaşı nasıl kazanmış diye….yanıt bu kitapta, ücretli asker olmaya gönüllü çok kişi var. yunanların ana mesleği bu. pek çok barbar var. yani asker istemediğin kadar çok. ama iyi asker çok az. iskender nasıl onca zafer kazandığının yanıtı da burada: iyi asker pek az. barbarlar genelde son derece vasıfsız. o efsanevi 300 sapartalı hikayesi mesela. nasıl olur da 00 kişi 10 000 persliye direnebildi, nasıl oldu da maraton savaşı kazanıldı derdim. artık demiyorum. pers ordusu devasa bir insan sürüsünden başka bir şey değil. büyük ölçüde kölelerden, barbarlardan, zorla savaşa sürülenlerden oluşan hantal bir ordu aslında pers ordusu. gücünü akıl almaz asker sayısından alıyor, hepsi bu ! helenler ve sapartalılar ise profesyonel asker. deneyimli , eğitimli askerler. 10 000 kişilik bir yunan birliği 100 000 kişilik bir barbar sürüsüyle baş edebilecek güç ve donanımda zaten.

    *mardin, şırnak, hakkari civarı o zaman da kürt bölgesi diye biliniyor. dağlık araziyi iyi kullanan, ani baskınlarla çok güçlü bir orduyu bile bezdiren bir halk kürtler. yani bu gün neyseler o gün de aynılar. öyle ki dünyayı titreten persler burunlarının dibindeki kürt bölgesi üzerinde hakimiyet kuramıyor.

    *bunca şehir nasıl oluştu diye merak ederdim….3-5 bin asker ‘’burası iyi kent olur’’ derse ve oraya yerleşirse şehir oluşuyor zaten. savaş ganimeti olarak çok kadın ve köle var nasılsa. zaten pek çok anadolu kenti aslında eski bir askeri garnizondan başka bir şey değil.

    *anadolu pek de tekin bir yer değil. yerleşik halk gariban. gıda kıt. tarım kıt. hayvancılık kıt. persler her yeri vergiye bağlamış. vergi ödüyorsun ama bir pers komutanın senin köyü ateşe verip çoluk çocuğu alıp gitmeyeceğinin garantisi yok. üstelik ne canım, ne malın ne de namusun güvende değil. 300-500 kişilik bir barbar sürüsü köyü yağmalayabilir. bu yüzden yerel halklar, köylüler…herkes kendi çapında savaşçı.

    *erzurum oltu olduğu söylenen yerdeki olay hüzünlü. 10 000 yunan askerine karşı ufacık bir kale kendini bir iki saat savunuyor. ama silahlı 2-3 kişi var kalede. kale düşüyor, sonrası fena…kadınlar önce çocuklarını surlardan atıyor, sonra kendileri atlıyor. onları pek çok erkek izliyor. ksenophon niyetimiz kötü değildi dese de köle olmamak adına ölmeyi seçen oltulular içimi burktu.

    *eşcinsellik çok doğal…oğlancılık mı demeliyim yoksa? savaş ganimeti oğlanlara aşık olan aktif ya da pasif generaller, yüzbaşılar, askerler….

    işte böyle sözlük….neredeyse roman kıvamında akan bir kitap. ve bir coğrafya kitabı olmaya da çok müsaitken o bahse de hiç girmeyen bir kitap aynı zamanda. ksenophon yalnızca bir askeri tarih değil coğrafya ve roman da yazmaya kalksa dediğim gibi ortada ne herodot kalırdı ne de strabon. mutlaka okunmalı, okutulmalı.
hesabın var mı? giriş yap