• başroldeki adamın inanılmaz derecede soner arıca'ya benzediği güzel bir yol filmi.
  • kimlik arayışı konulu iki saatlik yol filmi yaparsın, kıta değiştirir onca şehir gösterirsin, olağanüstü görüntülere enfes müzikler eşlik eder, yine de on saniyelik bir sahne akılda kalır.

    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
  • "amerika televizyonlarının zalim yönü, her ne kadar bu da oldukça kötü olsa da, her şeyi reklamlarla kesmesi değil, önünde sonunda bütün programların reklama dönüşmesidir. bugünün reklamlarında: her görüntü aynı iğrenç ve mide bulandırıcı mesajı veriyor. bir çeşit övgü dolu küçümseme. hiçbir görüntü sizi rahat bırakmıyor, hepsi sizden bir şey istiyor." (alice in the cities)
  • wim wenders'in yol konulu filmlerinin birincisi.

    “filmde, röportaj yapmak için gittiği abd’de her şeyi yabancı ve itici bularak bir kimlik bunalımına giren ve amaçsızca turlayan alman gazeteci philip’in ülkesine geri dönmeye karar vermesi, havaalanında karşılaştığı mutsuz ve umutsuz bir kadının küçük kızı alice’i kendisine emanet etmesiyle de yaşamının akışının tamamiyle değişmesi anlatılır.”

    wenders’in “çok gerçekçi bir masal” olarak tanımladığı alice, yönetmenin en dokunaklı filmlerinden biri olarak kabul edilir ve sıklıkla charlie chaplin’in the kid’iyle kıyaslanmıştır. film aynı zamanda wenders’in bir bölümünü de olsa abd’de çektiği ilk filmidir.

    ( alice in den stadten - 1974 / wim wenders )
  • gezici festival kapsamında ve mahmut fazıl coşkun seçkisi'nde izleme fırsatı bulduğum wim wenders imzali bir yol filmi. mahmut fazıl coşkun'un sunumunda olması sürpriz oldu bana, ne de güzel oldu.

    yol filmlerini severim. manzaralar ruhuma iyi geliyor ama wim wenders çok iyi bir iş çıkarmamış mı? 1974 yılında üstelik.
    konu, diyalog, işleyiş, oyunculuk, müzik... eleştiri yapacak yer bırakmamış bize.

    sanki philip winter ve alice benim arkadaşımmış da, onları izlemişim gibi. bi yerden sonra ikisi de ben oldular zaten.

    herkes bahsetmiş evet diyaloglar özenle hazırlanmış "yaşadığını kanıtlama çabası için fotoğraf çekmesi", "fotoğrafların hiçbir zaman gerçekte göründüğü gibi çıkmaması"...vb.
    ama benim en çok sevdiğim diyalog, uçakta bulutların fotoğrafını çektikten sonra alice'in fotoğrafa bakıp "ne hoş fotoğraf, bomboş" demesi oldu.

    herkes boşluğa ihtiyaç duyuyor demek ki, bulutlar bile, ve 1974'de bile...

    ayrıca, trenden münih'te inmediklerine bahse girerim!
  • almanya'da giderek artan yabancı sayısına da vurgu yapılır filmde, az da olsa. kızın büyük annesi aranırken, türk olması yüksek ihtimal olan bir çift görülür. büyük annenin olması gereken evde de bir süredir italyanlar yaşamaktadır.
  • söylencek çok şey var tabi.
    ama herhalde wim wenders'in anlatmak istediğinin ötesinde bir şey filmi bugünün izleyicisi için daha da ilginç kılıyor
    40 yıl öncesinin şehirlerine makyajsız bir bakış.
    koyunlar, fabrikalar ve yerleşim birimlerini bir arada görebileceğiniz 70lerin almanya'sı
    red light district'i tarumar edilmemiş bir new york.
    ve daha bir sürü detay
    hepsi yıllar geçtikçe filmi daha da değerli kılıyor...

    --- spoilerımsı ---

    -muhtemelen- helikopterden yapılmış tek çekim son sahnesi ile de şahane bir final yapmış.

    --- spoilerımsı ---
  • (bkz: wim wenders)
    amerikada baslayip almanyada biten bir yol filminde, gazetecinin
    (bkz: narrator) yaninda alice isimli ufak bir kiz cocugu vardir. yabancilasma, gerceklige yabancilasma, odakli film.siyah beyaz.bir otobusun icini gosteren kare kalmis sadece gozumde.
    bir de bulutlar.
  • fotoğraf çekmeyi sevenler başroldeki abimizin ne demek istediğini çok iyi anlayacaklardır:
    ''the picture never show what you've seen''
    --- spoiler ---

    bir arkadaşı da philip'e sen dünyayla olan bağını çoktan kopardın, bu yüzden fotoğraf çekmeyi çok seviyorsun, çektiğin her fotoğrafla kendine o anı yaşamış olduğunu, var olduğunu kanıtlamaya çalışıyorsun gibi neffis tespitler yapıyordu. dünyayla bağını koparmak da neyse. elini eteğini çekmek mi? üstünde ölü toprağı olması mı? ne bileyim.
    --- spoiler ---

    film 74 yapımı olduğu için alice büyüyünce de çok sevimli midir diye merak edip baktım. oyunculuk kariyerini bu filmle zirvede bırakmış sanırım. ya da komple oyunculuğu bırakmış.
    bu arada film müzikleri, ege bamyası konservesiyle hatırladığımız müzik grubu cana aitmiş.
    (bkz: #66304417)
  • wim wenders 'in izlediğim ikinci filmi. ilkini çok seneler önce, yönetmenini bilmeden izlemişim: city of angels. bu burada dursun.

    film ne bir yerden alıyor ne de bir yere gidiyor gibi. zamanın bir yerini iki ucundan kesmiş ve arada kalan kısa bölümünü bize izletmişler hissi oluşuyor insanda. bir çeşit anton çehov hikayesi sanki.

    --- bundan sonrası spoilerli yorum ---

    filmin başında philip'in çektiği fotoğrafları izlerken, bir şeylere anlam yüklemeye çalıştığını ama yükleyemediği halde çektiği sıradan şeylerde bir şey aradığını düşündüm. sonradan gazetedeki diyalog bir çeşit sağlama gibi oldu benim için. gazetedeki diyalogla ilgili diğer düşüncem de şu ki; philip'in öylesine boşvermişliği dışarıdan tedavi edilemez görüldüğünden etrafı tarafından da boşverilmişlikle karşılanmış. bunu bir tek diyalogla da olsa anlamak mümkün.

    philip akışa öyle kapılmış ki karşılaştığı kadının davetini düşünmüyor bile, kabul ediyor ve dahil oluyor. alice onunla gelecek olduğunda yine fazla üzerinde durmadığını ve duruma ayak uydurduğunu görüyoruz. fakat özellikle alice otellerden birinde yatakta ağlarken bu kararını sorgulamaya başladığı ve öfkelendiğini görüyoruz ilerde. yine de alice öyle masum ve bu işin günahsızı olduğundan kızın gönlünü çabucak alıyor her seferinde.

    tuvaletteki sahne, bir yabancının bir çocuğa sabrı, şefkati ve anlayışını bize en iyi gösteren sahnelerden bu arada. ilerleyen sahnelerde öfke, yerini kabule ve hatta yavaş yavaş da sevgiye dönüştürmeye başlıyor. philip alice'i konserden dönüşte polis istasyonundan aldığında hemen ona konserle ilgili bir şeyleri hevesle anlatmasından da bunu anlıyoruz. başka bir filmdeki bir diyalog geliyor aklıma. insanların genel geçerliğinden bahsediyor adam, bir kadınla ilgili konuşurken. ama bu kadına alıştığını ve şimdi onsuz olmanın çok zor geldiğini söylüyor. işte film ilerledikçe philip'in sadece bir çocuğa değil, kendi başınayken anlamsız bulduğu ve alışık olduğu hayat düzeninin yerine yeni bir hayat düzenine de alışmaya başladığını görüyoruz. başta bir nesne veya bir çanta veya günübirlik yolculuktaki yan koltuk yolcusu gibi gördüğü çocukla gitgide artan bir bağın sonucu filmin sonunda kısacık bir diyalogda arkadaşlık görüyoruz.

    çocuğun kısacık sohbetlerde öylesine söylediği yorumların adamda büyük yankısı olduğunu, en azından biz izleyicide olduğunu fark ediyoruz.

    --- spoiler sonu ---

    filme gerçekten bayıldım. filmin anlatısı bir yana dursun, şehir manzaraları, insan kesitleri, oteller, pencere önü manzaraları ve müzikler gerçekten çok güzeldi.
hesabın var mı? giriş yap