• insan davranışlarını aşağılık duygusu(aşağılık ve üstünlük kompleksi bu duygunun farklı yansımalarıdır) ile izah eden ve freud’un aksine kalıtımsal ve doğuştan getirilen mizaç özelliklerinden çok çocukken dış dünyadan alınan izlenimlerin etkisi altında davranışların gelişip ortaya çıktığını ve hayat boyu kişiliğin gelişiminin devam ettiğini söyleyen değerli psikiyatrist.

    insanların toplumsallaşma süreci çalışmalarının ana meselesi arasında yer alır. etrafta sıkça duyduğumuz “bu kusur bende olmasaydı, yeteneklerimi parlak şekilde gelişme olanağına kavuşurdum; ama ne yazık ki, böyle bir kusurla doğmuşum." gibi kalıtıma atıfta bulunan tüm sözleri yadsır. ona göre tüm ruhsal olaylarda karakter özelliklerinin oluşumunda kalıtımın rol oynadığı görüşünü destekleyecek hiçbir ipucu yoktur. asıl olan çocuğun içinde yaşayıp büyüdüğü sosyal çevresidir. kalıtımsal özellikler birincil değil ikinci etkenlerdir. bu nedenle çocuğa uygun ortam sağlama ve yaklaşımda bulunma konusunda ebeveynlere büyük sorumluluk yükler. çocukluk dönemi karakterin şekillendiği dönem olması açısından önemlidir ama yine öğrenmenin hayat boyu devam etmesi nedeniyle insanı yapıp ettiklerinden/eylemlerinden sorumlu tutar.

    insanı tanıma sanatı isimli kitabı bireyin davranışlarının sorumluluğunu kendisinin üstlenmesi gerektiği konusunda gerçekten kılavuz bir kitap. tabii burada kitabı nasıl okuduğunuz da önem kazanıyor. bu kitabı mağdur psikolojisiyle yanlış giden şeyler için birilerini suçlayarak okursanız kitap size bir şey sunmaz. kendinize karşı tüm dürüstlüğünüzle eylemlerinizin anlamını sorgulayarak davranışlarınızın nedenlerinin tüm ilişkiler örgüsü içinde nasıl bir anlam taşıdığını saptamaya çalışarak okursanız gerçekten ufuk açıcıdır.

    alfred adler, devam ettirilen olumsuz alışkanlıklar/davranışlardan bireylerin gizli bir çıkarının olduğunu söyler. yani eğer kendinizle ilgili şikayetiniz ettiğiniz bir “huy”unuz varsa bundan bir nedenle fayda sağladığınızı söyler. örneğin bir kişi alkolikse alkol bağımlılığının ardında örtmek istediği gizli bir başarısızlık hikayesi saklıdır. kişi için "içkinin hışmına uğramamış olsa, şu mereti bırakabilse büyük işler yapabileceği inancını " elinde tutmak alkolün kendisinden daha önemli hale gelebilir. böylece kişi başkalarının kendisinden daha iyi olmadığını, ancak onun yolunda giderilemeyecek bir engelin bulunduğunu kendi kendisine söyleyebilme olanağına kavuşmuştur. alkol bireylerin sorunlarını bastırmada “örtülü” bir fayda sağlar.

    örnekler artırabilir. birçok kadın (çalışma imkanı olan kadınlar için söylüyorum elbette ) kendini çocuklarına ve eşine adadığını söyleyerek herhangi bir işte çalışmadığını ifade edebiliyor. ancak işler yolunda gitmeyip eşiyle boşanma arifesine gelince çalışmadığı/üretmediği o yılların sorumluluğunu kendi dışındaki kişilere paylaştırma eğilimi gösterebiliyor. hiç kimse bu gibi durumlarda "bunca yıl kendi kendime yetebilmek için ne yaptım" diye sormuyor. tembel olduğu ihtimalini hiç düşünmüyor. geçirdiği zor günler için başkalarını suçlama davranışı gösteriyor.

    yine inatçılık ya da öfke patlamaları gibi sık tekrar eden davranışların da mizaç/karakter özelliğinin olmadığını ardında sinsi bir kurnazlık hikayesinin olduğunu, bireyin kendi konumunu sağlamlaştıran/güçlendiren bir unsurun olduğunu ifade ediyor. dikkat ettiyseniz kişiler öfke kontrol problemini genelde en yakınındaki kişilere karşı yaşıyor. şiddet eğilimini ailesine, eşine, sevgilisine karşı gösteriyor. neden? çünkü bu öfke kişiye güç kazandırıyor. mevcut konumunu sağlamlaştırıyor ve meseleyi kısa yoldan çözmesini olanak sağlıyor. ama ne hikmetse aynı kişi patronunun, arkadaşlarının yanında oldukça ölçülü davranıp kontrolünü sağlayabiliyor.

    işte bu nedenlerle adler, insanların davranışlarının ve kendi hayatında yaptığı seçimlerin tüm sorumluluğunu üstlenmesi ve davranışların taşıdığı "asıl anlam" anlaşılırsa gelişme/değişme/öğrenme başladığını anlatması açısından çok değerli bir bilim insanıdır.
  • bu kadar cok asagilik duygusuna sahip insanlarin (ben haric degil) yasadigi gunumuzde, hakkinda sadece 29 entry'nin girilmesi ile oxymoron olusturan bilimadami..

    entry'ye asagilik duygusu ile baslamamizin elbette bir nedeni var.. freud ogretisinde cinsiyet ne ise, adler ogretisinde de asagilik duygusu odur.. adler hakkinda birseyler yazacaksak eger oncelikle bu duygu uzerine yazmamiz (adlerin anlattigi, algiladigi sekliyle) gerekmektedir..

    adler, insanin davranislarini asagilik duygusu ile izah eder.. (asagilik komleksi ve ustunluk kompleksi bu duygunun farkli boyutlari dereceleridir) bu, gunumuzde bile insanlarin kolayca kabullenebilecegi bir durum degildir.. adler oncesinde de asagilik duygusunun, butun dereceleri ile zararli, tehlikeli bir seymis gibi, sadece ahlak ve karakter bakimindan gelismemis, yetersiz, asagi tabakadan insanlarda olduguna inanilirdi.. bu durumun gunumuzde bile devam ettigini dusunuyor ve gozlemliyorum..

    insanlar asagilik duygusu terimini baskalarini kucuk dusurmek, onemsizlestirmek, degersizlestirmek icin ve hakaret anlaminda kullanmaktadirlar.. birisi bizde asagilik duygusunun oldugunu soylediginde ona kizar, ofkelenir ve sinirleniriz.. ama esasinda asagilik duygusu evrenseldir, her insan butun hayati boyunca, her doneminde dogal bir asagilik duygusu duyar.. hicbir insan kendisini her bakimdan yeterli ve mukemmel bir varlik olarak goremez..

    insan yasama arzusu ile dolu bir varliktir.. insanin yasama arzusu basta hobbes ve spinoza (bkz: #24305600) olmak uzere bircok filozofun felsefelerinin temel argumanidir.. bu duygu, baskalariyla kurdugumuz iliskileri, hayatin zorunluluklarina uyma bicimimizi yonlendirir ve daha eksiksiz, daha guclu, daha yeterli bir insan olmamizi tesvik eder..

    insanlarin, asagilik duygusunu kendilerinden uzakmis gibi gormelerinin nedeni asagilik duygusu ile asagilik kompleksini karistirmalari sebebiyledir..

    iki yasindan sonra insan, her firsatta kendini baskalariyla karsilastirir.. cevresindekileri, yaninda yasadigi annesi babasini, evdeki diger buyuklerini her bakimdan kendisinden daha yeterli daha guclu bulur.. bunun sonucu olarakta daha yeterli, daha guclu bir kendisini gerceklestirme arzusu duyar.. digerleri ile arasinda gordugu bu farki kapatmak ister, onlara benzemeye, butun ozelliklerini kazanmaya calisir.. eger yakinlari cocukun bu kendini degerlendirme ve kisilik olusturma donemlerinde anlayisli davranislarda bulunurlarsa kisinin gelismesi normal bir sekilde olusur..

    ama eger cocukun yakinlari, asiriliga kacan yumsakliklar gevseklikler gosterirse cocuk gerekli hayat denemelerini yapamaz.. yakinlari, sert, kirici, degersiz, onemsizlestirici, kucultucu tarzda davranirlarsa, cocuk asagilik kompleksinin etkilerini duymaya baslar..

    annesi babasi tarafindan her firsatta azarlanan, hor gorulen bunun sonucu olarak annesi babasi tarafindan istenmedigine begenilmedigine sevilmedigine inanan cocuk bir yandan istenmemesinin sevilmemesinin nedenini onemsizligine arar... kendisini, annesi babasinin onu gordugu gibi onemsiz gorur. gorur cunku annesinin babasinin her seyi en iyi bir sekilde gorebileceklerine inanir.. onlarin hicbir yargilarinda yanilmadiklarini dusunur... bu yuzden annesi babasi gibi tanidigi onemsiz kendisinden sogur hatta nefret eder... kendisini yavas yavas daha asagi bir varlik gibi algilar, yasadigi surece oyle kalacagini sanir... ve cocukumuz artik asagilik kompleksinin pencelerine dusmustur.. (cocuk sahibi olmadan once icin j.j. rousseau'nun emile'ini okumak gerek)

    asagilik kompleksi yetersizlik gucsuzluk bilincinden dogan bir varligi devam ettirme zorlugu, yoklugun yakinligi korkusudur...insanlar vardir su veya bu sekilde cocukluklarinda kendilerini yetersiz eksik kusurlu asagi bulmuslardir... bunun da sonucu olarak ustun olmak arzusunu uymuslardir. bu arzularini gerceklestirmek icin buyuk bir caba gostermislerdir...

    adler icin en onemli olgulardan biri olan asagilik komleksini ,adler bakis acisinda anlattiktan sonra, adler psikolojisinde en az onun kadar onemli olan ustunluk kompleksine gecebilriz..

    ustunluk duygusu da asagilik duygusu gibi normal sekliyle butun insanlarda yer alir.. ustunluk duygusu ancak normal seklini kaybettiginde, patolojik bir mahiyet aldigi zaman zararli tehlikeli olmaya baslar... bu gibi hallerde insan kendisini herkesten ustun gorur.. daha dogrusu herkesten ustun oldugunu gormek ister... bunun sonucu olarakta baskalarinin da kenisini kendisi gibi tanimalarini arzu eder.. baskalarinin kendisini, kendisi gibi gormediklerini degerlendirmediklerini gorunce sinirlenir... baskalarini dar goruslulukle dusmanlikla kinar.. ustunlugunu gormek istemedikleri icin bu sekilde hareket ettiklerini dusunur.. bunun icin baskalariyla anlasamaz, hemencecik bozusur catisir... goruldugu gibi ustunluk duygusu da asagilik duygusundan meydana gelir... insan kendisini isledigi kadar yeterli bulmadigi icin ustun gorunmek arzusunu duyar... insan kendisini kucuk gordugu olcude buyukluk ozlemini uyan bir varliktir.. ustunluk kompleksini duyan insanlarda asagilik kompleksinin belirtilerine rastlanir... asagilik kompleksi duyduklari icin ustun gorunmeye calisan insanlar alingan olurlar, havadan nem kaparlar, yanlarinda birbiriyle alcak sesle konusan insanlarin kendini cekistirdiklerini eglendiklerini sanirlar... baskalarini begenmez kucuk gorurler, sadece onlarin dusunce tarzlari dogrudur, sadece onlar espriden anlar, sadece onlar memleketi, tanriyi, ataturku, sever.. ehu..

    adlere gore insan olmak demek asagilik duygularina sahip olmak demektir, cunku doga karsisinda insan gucsuzdur ve bunu kavrayabilecek akla sahiptir.. akil demisken akil akil gel c-kime takil demeden adlerin akil konusundaki goruslerine de deginelim.. akil, icinde toplumsal ilgininde bulundugu bir zekadir.. akil bozuklugu konusunda kantla gorus birligindedir ve kant'in ''tum akil bozukluklarinin tek ortak noktasi, sagduyunun kaybi ve ona karsi ozgun kisisel duyunun gelismesidir'' sozunu kabul eder.. burdaki sagduyu kelimesi onemlidir, sagduyu mantikli demektir.. mantikli olmak, toplumsal bir varlik olan insanin toplumla yasamanin gerekliligini yerine getirmesini gerektirir..

    yasamda hic bir bireyin siyrilamadigi bir is varsa o da bircok sorunu cozmek zorunda oldugudur.. bu sorunlar :baskalarina karsi olan davranis sorunlari, meslek sorunlari ve ask sorunlaridir ve bireyin bu sorunlara karsi verecegi yanit yasamina verdigi yanittir esasinda.. yasam her zaman yenmeye, kusursuzluga, basariya yoneliktir, yasayan bir canliyi hicbir zaman yenilgiyle egitemez, yenilgiye kosullandiramazsiniz.. adler, ben calismamin daha baslangicinda insanda bir birlik oldugunu buldum der bireysel psikolojinin (kurucusu adlerdir ve sik sik bireysel psikoloji ile psikanalizin farkli oldugunu anlatir en buyuk fark, freud'un zevk-haz ilkesindedir) baslica gorevi her bireydeki birligi kanitlamaktir.. birlikten kasdettigi sey dusuncesindeki, duygularindaki, hareketlerindeki, kisiligini her ifadesindeki bilincinde ve bilincdisindaki birliktir ve bu egodur..

    bu noktada bilinc ve bilincdisina gecebiliriz.. adlere gore bilinc, bilicaltinin yansimasindan baska birsey degildir... bir insani en iyi tanitan seyler soyledikleri yada yaptiklari degildir bilincsiz davranislari ve sozleri, duygularidir.. adler insan kisiligini belirleyen duygunun cocukluk doneminde olustugu gorusundedir.. yetersizlik duygusu ile gelismemis toplumsal ilgi nevrozun sebebidir.. burda nevroz konusuna gecis yapabiliriz artik..

    neyse aciktim, belki sonra devam ederim etmezsem su bilinsin ki nevrozda tedavi aslinda hastaya kendi yasam bicimindeki hatayi gostermektir, ona toplumsal yarari olmayan bir ustunluk eregi ugrunda cabalamakta oldugunu anlatmaktir..

    ben kahvaltimi yaparken sizde sunu okuyun: #21171278 (bkz: aglaya ivanovna yepançin)

    not: entrydeki cumlelerin bir cogu adlerin kendisine aittir ve bu entry dr halis ozgu'nun psikanalizin uc buyukleri kitabi ile adler'in psikolojik aktivite kitaplarindan yararlanilarak yazilmistir..
  • en mantıklı bulduğum teorisyenlerdendir.
    özellikle 'striving for perfection', 'social responsibility', 'birth order' ve 'inferiority complex' gibi kavramları ve şu anda biraz mantıklı her insanın bildiği pek çok kavramı psikolojide tartışmaya açmıştır.
    adler'in teorisinde en olumlu nokta insanı freud gibi kötücül bir hayvan olarak diil de aslında kendi eksikliklerini kapatmaya ve mükemmelleşmeye çalışan bir varlık olarak görmesidir. insanın bebekliğinde anne babaya en muhtaç hayvan olduğu için ya da çeşitli sebeplerden geliştirdiği tüm kompleksleri başka yollarla aşmak istediğine ve özünde iyi olduğuna inanır. freud'dan ayrıldığı nokta işte insana bakarkenki bu temel farklılıktır. adler'e göre insan iyiyi amaçlar, kompleksleri gereği eksiktir, komplekslerinin üstesinden gelmek için seçebileceği pek çok yol vardır ama seçmesi gereken sosyal sorumluluğu içinde barındıracak olan bir yol olmalıdır -evet bu yönden ahlakçıdır denilebilir belki-, bireye o kadar önem veren bir teori geliştirmiş olmasına karşın bireyin sosyal rolünü de vurgular, birey diğerlerine sorumludur.
    patolojiyle değil günlük hayatla ilgilenmiş ve ana ilgi konularını aile, aşk, iş sorunları olarak belirlemiştir. bir çocuğun kaçıncı çocuk olduğunun, yetiştiği aile yapısının kişiliğine etkisi üstünde çalışmıştır-şu anda herkesin 'tek çocuk sendromu' diye ağzında dolaştırdığı şeyi ilk kez dile getiren kişidir aynı zamanda adler- kişiliğin çok küçük yaşlarda geliştiğine inanır ancak değişim kapısını da açık tutar. kadercidir ama iyimserdir.
    teorisi günlük hayatta ve hala kullanılabilir, kavramları işlevsel, abartısız ve hala daha -bence- geçerlidir.
  • bu yazıda adler'in yönteminden çok freud ile çatışmalarından ve hiç bahsedilmeyen adler'in psikanalitik yönteminden bahsedeceğim.

    genellikle jung ile freud çok karşılaştırılsa da böyle bir karşılaştırmaya rastlamadım.

    önce adler'in freud ile kısa öyküsüyle başlayalım;
    freud'dan 14 yaş küçük olan adler, uzun seneler boyunca freud'un en iyi dostu olmuştur. tanışma hikayeleri de ilginçtir. freud'un tepki toplayan bir makalesine verdiği yanıtla tanışırlar ve freud, adler'i kendi tartışma grubuna davet eder. adler ise kısa süre de yükselerek viyana psikanaliz derneğinin en önemli ismi olur fakat zamanla araları altta açıklayacağım görüş ayrılıkları sebebiyle bozulur.

    bu çatışmalar şunlar üstüne şekillenmiştir;
    1) freud kişiyi id-ego-süperego olarak tanımlar. adler'e göre kişilik parçalara ayıramaz ama bilinçaltını her 2'si de kabul eder.

    2) freud erkeklerin doğuştan sahip olduğu penis sebebiyle, kadınların eksiklik hissettiğini öne sürer. adler ise sosyal durum ile açıklar ve kadınların ezildikleri için eksik ve yetersiz hissettiklerini penisle alakası olmadığını öne sürer.

    3) freud'a göre nevroz gibi psikolojik rahatsızlıkların sebebi libidodur ve bilinçsiz bir düzeyde gerçekleşir. teknoloji/uygarlık geliştikçe nevrozlar artar, çünkü bireyselleşiriz. adler ise doğuştan eksiklikle doğan çocuğun, aileden kaynaklanan yanlış tutumlar sonucunda öğrenilenlerin toplumdaki yanlış tavırları olarak yorumlar. yani beklentilere karşı geliştirilmiş bir karşıt tavırdır. sosyal çevreye gösterilen yanlış tepkilerdir. adler'e göre mesele sosyal ilişkilerdir. uygarlaşan toplumlarda uyum arttığı için nevrozlar azalır.

    4) freud'a göre insan id'in oluşturduğu temel içgüdüler sebebiyle kötü bir varlıktır ve bunlar tarafından yönetilir. libidonun ortaya çıkarttığı cinsel istek en büyük tetikleyicidir, adler'e göre insan doğuştan eksik bir varlıktır fakat bu eksiklik uğruna kendini geliştirir. zamanla iyi veya kötü olabilir, burada da ailenin tutumu önemlidir.

    5) her 2'si de 5-6 yaşına kadar çocukluk döneminin kişiliği belirlediğini savunur.

    6) freud kişilik yapısı üstüne durur, kişiyi birey olarak ele alır. adler kişiyi sosyal ilişkilerle birlike ele alır. yani etkileşime önem verir.

    7) freud'un libido-bilinçaltı teorilerini tam olarak desteklememiştir. sosyal kaynakların da bir çok konuda etkin olduğunu savunmuştur.

    8) freud eşcinselliğin babanın eksikliğinden ve ona başkaldıramamasından ortaya çıktığını savunur, buna kısmen katılan adler, toplumsal süreçlerin ve seçimlerin daha etkin olduğunu ileri sürer.

    9) freud'a göre bebeklerde cinsel süreç farkındalığı vardır fakat gizli dönem sonrasında unutulduğunu belirtir, anneye karşı bir tutku duyulabilir. adler bu cinsellik sürecini reddeder.

    10) freud'un savunduğu teoride oedipus kompleksi(ve iğdiş korkusu) yani babaya başkaldırma etkindir. adler buna katılmaz, daha çok kardeşler arasındaki çatışmaya bağlamıştır.

    --- spoiler ---
    benim en sevdiğim kısım rüyalar bölümü:
    --- spoiler ---
    11) freud'a göre rüyalar bilinçaltına itilmiş geçmişteki olayların çözümlenmek için ortaya çıktığı yerlerdir. adler ise gelecekte yapacağımız olaylara gösterilen bir tepki sürecidir. örneğin erteleyeceğimiz bir iş varsa onun rüyasını görür fakat hatırlamayız, bir konudan vazgeçmek istiyorsak, rüyamızda kabus görürüz. yani gelecekte hissedeceklerimiz önce rüyalar yardımıyla ortaya çıkar, böylece hissedeceklerimize karşı bir öngörümüz olur, yani hazırlıklı oluruz.

    --- spoiler ---
    adler'in psikanalitik yöntemi ve freud'un yönteminden farkı:
    --- spoiler ---

    kısa bir yorum: bu detaylı bir konu olduğu için ancak ana hatlarını açıklayabiliyorum, ileri okumalar için kaynaklara bakabilirsiniz.

    1) freudçu terapi her zaman egoyu hedef alır, çünkü ego bir kontrol mekanizmasıdır. güçlendirilmesi bir çok hastalığın önüne geçmesine sebep olur. adler ego'u reddeder, insan aşağılık kompleksi için iyi şeyler yapmalı ve kendini geliştirmeli der ve insan ilişkilerine yoğunlaşır. çünkü hastalığın kendini gösterdiği yer sosyal ilişkilerdir. sosyal ilgilerdeki yanlış anlamaların önüne geçilmeye ve kişinin nerede hata yaptığı, bu davranışının neden hatalı olduğu gösterilmeye çalışılır. 2 tedavide de "farkındalık" kazandırmak üstünedir.

    2) her 2 yöntemde de dikte verilmez. freud nötr olarak serbest çağrışımla anıların anlatılmasını ister; ardından ters aktarımla sorunlar çözüme ulaştırılır. adlerci tedavi arkadaşçadır fakat bu esnada hastanın üstünlük kurması ve hastayken terapist moduna geçmesi engellenmelidir. yani terapistin kendini rakip olarak görülmemeli, gerekirse konu değiştirilmelidir. yine mantıksız tartışmalara girildiğinde; hastanın mantıksız olduğu üstüne iknaya çalışılmamalıdır. terapide olabildiği kadar iyimserlik aşılanmalıdır.

    3) adlerci terapi esnasında hangi konular üstünde konuşulacağı baştan belirlenerek, tedavi sürecinin sorumluluğunun hastaya ait olduğu belirtilir. tedavi sürecinde hastanın yorum yapması beklenir, hasta tıkanırsa "acaba böyle de düşünebilir miyiz?" diye yol gösterilir. iç görü kazanan hasta zamanla yanlış düşünce tarzını anlayacaktır. böylece hata yapmadan önce davranışının yanlış olduğunu yorumlayabilecektir. zamanla kazanılan bu düşünceye bireysel psikolojide "kendini yakalama" denir. zaman zaman 2 terapist aynı anda terapi yaparak farklı bakış açıları belirtebilir, hasta böylece hatalarını daha net görür.

    4) freudçu terapi nesneldir, arkada yatanlara odaklanır. adlerçi terapi özneldir, sadece kişinin duygularına odaklanır, kişinin nasıl tavır gösterdiği duygusal sıkıntıların nitelikleri araştırılır. freud'dan farklı olarak kendini hasta yerine koyarken, bir yandan da hastayı dinler. bunun için de önce hastanın yaşam biçmini anlar, sonra da günlük yaşamda bunu nasıl uyguladığını inceler ve adlerçi terapi bu konuda eleştirilmiştir.

    5) adlerci terapide hastaya hislerini kontrol edebileceği gösterilir.
    "hastaya önce iyi bir anı çağırması istenir, sonra ne hissettiği sorulur. ardından canını yakan hatıranın çağrılması istenir, yine ne hissettiği sorulur, hemen sonrasında yine önceki iyi anının çağrılması istenir, kişi yine iyi hissettiğini fark eder. yani ortada kalan kötü anının önemi kalmamıştır. buradan yola çıkılarak hislerinizi düşünce ile kontrol edebildiğiniz ispatlanmış olur.

    --- spoiler ---
    kısa kısa özetleyelim (geçtan, 1998):
    --- spoiler ---

    1) freud-->nesnel; adler-->öznel
    2) freud-->fizyolojik altyapı; adler-->sosyolojik altyapı
    3) freud-->kişilikte id/ego/superego vardır; alder-->kişilik tek parçadır.
    4) freud-->kişi kendi içinde incelenir; adler-->kişi çevresine uyumuyla incelnir.
    5) freud-->tedavi amacı ruhsal birleşmedir; adler-->tedavi amacı farkındalık ve toplumsal ilgide gelişmedir.
    6) freud-->insan içgüdüleri sebebiyle doğuştan kötüdür, bu ancak kontrol edilebilir(ego ile); adler-->insan bulunduğu toplum koşullarına göre iyi veya kötü olur.
    7) freud-->insan içgüdüleri sebebiyle uygarlığın tutsağıdır; adler-->insan her olaya müdahale edemese de seçeceği tepkileri gösterebilir.
    8) freud-->gelişim kuramı yetişkinlerin sebest çağrışımlarıyla oluşturulmuştur, çocuklarla etkileşime girilmemiştir; adler-->direkt çocuklarla etkileşime geçilmiştir (bu arada adler'in abisiyle anlaşamadığı ve kendisinin 4 çocuğu biliniyor).
    9) freud-->oedipus kompleksi çok önemlidir; adler-->aile içi ilişkiler önemlidir.
    10) freud-->diğer insanlar rakiptir; adler-->diğer insanlarla dayanışma kurabiliriz.
    11) freud--> kadınlar erkek organına imrenir ve bu yüzden eksik hisseder; adler-->içinde yaşadığımız kültür sebebiyle kadınlar kötü hisseder.
    12) freud-->nevroz kökeni cinsel çatışmalardır; adler-->nevroz yetersiz öğrenme ve yanlış algılama sonucu oluşur.
    13) freud-->uygarlaştıkça nevrozlar artar; adler-->uygarlaşmadığımız için nevrozlar artar.

    ileri okumalar için kaynaklar:
    1) engin geçtan, "psikanaliz ve sonrası", metis yayınevi
    2) gürsen topses , doç. dr. nergüz bulut serin, "psikolojik danışma ve kişilik kuramları", nobel yayınları
    3) alfred adler - "insan tanıma sanatı", cem yayınevi
    4) uzm.psk.yağmur gözde yerlikaya - kişilik kuramlarında ilk üçleme: freud, jung ve adler; benzerlikleri ve farkları, haziran, 2016.
  • kitaplarında sık sık "tek çocuk sendromuna" dikkat çekip, sağlıklı bir ailenin en az 4 çocuğa sahip olması gerektiğini ifade eder.

    şüphesiz ki, günümüzde yaşasaydı, türk vatandaşlığına geçer, oyunu da ak parti'ye verirdi.
  • "bir başkasını etkilemenin en iyi yolu, o kişiyi hak ve çıkarlarını garanti altına alınmış hissedeceği bir ruh durumuna sokmaktır."
  • alfred adler, insanı tanıma sanatı’nda mealen şöyle söyler:

    “güçlülüğe ve üstünlüğe kavuşmak için çalışanlar, kendilerinde hasetlik duygusunu barındırırlar. bu bireyler, varmaya çalıştığı amaçla arasındaki uzaklığı, aşağılık duygusu şeklinde algılar. bu uzaklık, tüm ağırlığıyla bastırır üzerine, bireyin varlığını öylesine eline alır ki, birey sanki kendini saptadığı amacın çok uzağında görür. böylece kendini küçük görür ve yaşadığı bu hoşnutsuzluk sonucu kendini belki ömür boyu süren kıyaslamalara sokar. başkalarının kendine karşı tutumunu, başkalarının elde ettiği başarıları hesaplar ve hakkının yenildiği gibi yoğun duygulara kapılır. beraberinde kıskançlık, çekememezlik duygularıyla birlikte başkalarından daha fazla şeye sahip olsa bile hakkının yenildiğini düşünür, kendini bu duygudan kurtaramaz. tüm bu duygular, kamufle edilmiş bir kendini beğenmişliğin, sürekli daha fazla şeye sahip olma isteğinin, her şeyi ele geçirme tutkusunun dışavurumlarıdır. bu bireyler, toplumsallık duyguları sebebiyle bunu açık seçik söylemezler.

    kendisini sürekli başkalarıyla karşılaştırmaktan doğan kıskançlık duygusu, bu bireylerin mutlu olmalarının önünde çok büyük engeldir. hasetliğin kendini açığa vurduğunda görünen çirkin şekilleri olumlu karşılamamız mümkün değildir. kıskançlık ve buna bağlı olarak görülen kin duygusunu saf dışı bırakabilecek bir çare henüz bulunabilmiş değildir. pedagojik bakımdan kıskançlık duygusunu yeryüzünden kaldıramayacağımıza göre kıskançlık duygusunun yoğun olduğu bireyleri topluma yararlı bir biçime sokmamız ve ruhsal yaşamda pek fazla sarsıntıya yol açmadan verimli bir nitelik kazandırıp bir yola kanalize etmemiz gerekiyor. yakasını ömür boyu bir hasetten kurtaramayan insan, toplumsal yaşam açısından kısır bir bireydir. bu bireyler, kendilerini başkalarının yerine koyma zahmetinde bulunmazlar. insanları hep yanlış tanırlar, çünkü empati yetenekleri çok kısırdır, böylelikle başka insanların haklarında verecekleri yanlış yargılarla onları kırıp incitirler. davranışları bir başkasını üzüntüye sokuyormuş, hiç umursamazlar. hatta hasetlik duygusuyla öyle bir duruma sürüklenebilirler ki, en yakınlarının bile acı ve ıstırabından zevk duyarlar.”

    hatta kıskançlık öyle bir duygu durumu ki, alfred adler’in dediğine göre periferik1 damarları bu sebepten büzülüyormuş. tabii karakterlerin, duyguların yine biyolojik bir boyutu da var. bu, ayrı bir konu, ancak bu sebeple hasetlik duygusu olan bireyi tamamıyla suçlamak, onların toplumdan kopmasına veya bu duygunun daha şiddetli yaşamasına sebebiyet verecektir.

    düzenleme: bertrand russell, mutlu olma sanatı’nda alfred adler’le ile neredeyse aynı görüşe sahip olduğunu dile getirir. “mutsuzluğun en büyük nedenlerinden biri çekememezliktir,” der. ancak işin ilginç tarafı, alfred adler bir psikolog olmasına karşın bu durumu sosyolojik gözlemlerle harmanlayıp açıklarken yakın çağ filozoflarından bertrand russell, kıskançlığı adeta bir psikolog gibi inceleyip, durumu çocukluk dönemine dayandırır. russell, çekememezliğin, kökü derinlerde olan bir tutku olduğunu ifade eder. henüz bir yaşına gelmemiş çocuklarda bile bu durumun net olarak görüneceğini, bu yüzden eğitmenin (bir yaşında çocuğun ilk ve daimi eğitmeni olan anne ve baba) son derece yumuşak şekilde ele alması gerektiğini söyler. “iki çocuktan birisine biraz fazla ilgi gösterilmesi, diğerinin hemen dikkatini çeker ve üzülmesine neden olur. çocuklara bakan herkes, hak dağıtımında adil olmak zorundadır.” der. russell'a göre çekememezlik duygusu mutsuz etmekle kalmaz, aynı zamanda onu kötülük yapma eğilimine götürür. bu bireyler, kendinin olanlarla mutlu olmak yerine başkalarının elinde olanlara bakıp acı çekerler. bu yüzden başkalarının avantajlarını yok etmek, onları da sahiplenmek isterler. böylece bu duygu, bireyin bütün erdemlerini yok eder. russell’a göre çocuklukta başa gelen talihsizlikler, çekememezliği ve kıskançlığı artırır. kız ya da erkek kardeşinin kendisinden üstün tutulduğunu gören bir çocuk, çekememezlik alışkanlığı edinir ve hayata atıldığı zaman, çocukluğunda yaşadıklarına benzer haksızlıklara karşı duyarlı olur, böyle bir haksızlığa uğradığında hemen fark eder; kendisine haksızlık yapılacağı kuşkusuyla yaşar. böyle birisi, mutlu değildir ve hayal ettiği haksızlıklar nedeniyle arkadaşları için çekilmez olur. bir kez kendisini hiç kimsenin sevmediğine inanmaya başladıktan sonra da, davranışları ile giderek bu inancını doğru çıkarır. anne babaların evlat sevgisinin kısır oluşu da bu durumun şiddetlenmesine neden olur. russell, bazı mutlulukların her insanın doğuştan hakkı olduğunu ve bunlardan yoksun olan birinin, hemen her zaman, doğru yoldan saptığını ve dünyadan nefret ettiğini söyler. alfred adler, kıskançlık ve çekememezliğin yeryüzünde bir çözümü olmadığını söylerken russell daha optimisttir ve mutlu olmanın bu durumu hafifletebileceğini söyler. mutluluk içinse karşılıklı sevgi olmasını ifade eder. bu sebeple gerçek bir sevginin, tüm antidepresanlardan milyonlarca kez güçlü olduğunu söylüyor, sözlerimi viktor e. frankl’ın hayatın anlamı ve psikoterapi kitabından yaptığım bir alıntı ile destekleyerek noktalamak istiyorum:

    “bir şey yaşadığımda bir şey ya da bir insanı, bir kimseyi yaşantılaştırdığımda ve bir kimseyi bütün o “bir kezliği” ve biricikliğiyle yaşadığımda, yaşantı artık sevmek demektir.”
  • freud gibi viyanada yaşayan, kişilik konusundaki psikoanalitik yaklaşımın freuddan ayrılan ikinci üyesi ,bireysel psikoloji savunucularındandır. "aşağılık duygusunun temel nedeni koşullu sevgidir.bundan kurtulmak için birey mükemmelliyetçiliğe yönelir,statü sembollerine bağlanır." cümlesini kuran psikolojik düşünürdür.
  • bireysel psikolojiye ilgi duyan herkes okumalı.

    insanı tanıma sanatı nda boş-gurur ve harislikten bahseder. geçen senelerde okumuştum kitabın bu kısmını, ''iyi, hoş '' idi yorumum. bugün aynı yeri yine okudum ve üzerimde bıraktığı etki ilkiyle alakasızdı. ambale oldum önce, klozete oturup düşünmek, sessiz ve derinden ağlamak istedim. meğer farkında olmadan hafif bir boş-gurur sendromu içinde geçiyormuş hayatım, adam korkunç korkunç yazmış sonra da insanların çoğunda vardır bu zaten demiş ama biliyorum ben yok öyle herkeste.. şimdi olayın en acımasız tasvirini okuduğum halde kendi üzerime bu etiketi rahatlıkla kondurabiliyorsam kurtulmuşum demektir (olabildiğince).

    eş, dost eşşolueşşeksiniz, kendimiz farketmesek...
  • bireysel psikoloji ekolünün kurucusu. eksiklik duygusu terimini ilk kez ortaya atan psikiyatr. duygusal yönden sakatlanmış kişileri olgunluğa, sağduyuya ve toplumda yararlı olmaya yöneltecek, destekleyici ve esnek bir psikoterapi yönteminin mucidi.. (bkz: insanı tanıma sanatı) (bkz: yaşamın anlam ve amacı) (bkz: psikolojik aktivite)
hesabın var mı? giriş yap