• metis yayınlarının altıncı basımından okudum (haziran 1998). çeviren alper oysal. çevirmene bu güzel kitabı bize kazandırdığı için minnettarız, emeğine gölge düşürmeyelim.
    çevirmenin sunuşunu uzun buldum. kitabın anlaşılmasına yönelik değil de kitapla ilgili görüşleri hakim olmuş. dipnotları da çok gereksiz yere uzatmış. gereksiz yazmış demiyorum, yer yer etkili buldum. ha bunları kendi kitabında yazsın, ilgililer okusun. bir saatlik konserin on beş dakika açılış konuşması için mesela eğlenceli olmalısınız, yani işgalinizin doyuruculuğu olmalı. ya da müzik aralarına çok şey sıkıştırırsanız konserden uzaklaşırız.
    zaman zaman dönüp bakacağım bir eser. deneme tadında felsefe, felsefe kıvamında deneme. (kavramlar önemsiz.)
  • türkçeye alper oysal tarafında çevrilen rollo may kitabı.

    kitap uzun bir önsözle başlıyor. önsözü yazarın yazdığını düşünen olabilir. ancak kitabın dörtte bir kadar önsöz yazan kişi, çevirmenin kendisi. üstelik önsözde yazdıkları ile kitabın hiç alakası yok.

    arkadaşım sen çevirmensin. tamam güzel bir kitabı dilimize kazandırdın eyvallah ama yaklaşık kırk sayfa önsöz yazmak nedir? kitabın tamamı yüz elli sekiz sayfa. düşün ki bu adam kırk sayfa önsöz yazmış.

    yazarın kendisi bile bir sayfa önsöz yazmış iken sen neden kırk sayfa yazarsın ki?

    yazmışsın tamam. okuyalım önsözünü. ancak kitap hakkında, şurayı şöyle anlayın, yazar şu kısmında şunu anlatıyor vb. görüşlerini neden okuyucuya vermeye çalışıyorsun?
    herkes kitaptan senin anladığını anlamak zorunda mı?

    ya da siz şimdi tam anlamazsınız. çünkü siz malsınız en iyisi ben kırk sayfa önsöz yazayım da bari onu anlayın şeklinde yazmak nedir?

    uzun gereksiz açıklamalar, gereksiz dipnotlar ile kitabın içine etmeye çalışma çabaları nedir?

    anlamadığım bir çevirmen neden bu kadar uzun önsöz yazmaya çalışır?

    resmen kendi kitap yazacakmış da kimse okumaz diye korkmuş. en iyisi ben bu kitaba kendi yazdıklarımı da ekleyeyim bari diyerek, güzelim kitabı heba etmiş.
    daha rezil durum ise (bkz: metis yayınları) bu adamın bu kadar uzun önsöz yazmasına nasıl izin vermiş.
    adamın önsöz kısmını kitaptan çıkarsalar, kitap dörtte bir oranında daha az sayfa demek.
    kendi adıma bir daha metis yayınlarından çıkan kitapları tercih etmeme sebebim olacak.
    kitaba gelirsek, her kişinin seveceği tarzda bir kitap değil. okumak için kişinin alana yönelik ilgisi ve bilgisi olması gerekiyor. yoksa kitap sizin için çok sıkıcı olabilir.
    ancak felsefeye ilginiz ve birazda felsefi bilginiz var ise mutlaka okumanız gereken kitaplar arasında.
  • “yeni bir şeyler yapmaya çağrılıyoruz; ayak basılmamış bir toprakla yüzleşmeye, kimsenin gidip de bize yol göstermek için dönmediği bir ormana dalmaya çağrılıyoruz.(…) geleceğe doğru yaşamak bilinmeyene sıçramak demektir; bu da hâlihazırda emsali olmayan ve pek az kişinin kavradığı dereceden bir cesareti gerektirir.”
    (bkz: rollo may)
  • bu mu yani podcast serisinin 58. bölüm konusu. delilik ve dahilik arasında gidip gelen zihinleri örnek alarak oluşturulan bölüm, farklı olan her bireyin bir gün yartıcı olabileceği çıkarımına dayanak kaydedilmiş, güzel bir sohbet olmuş.
  • mavikalem inşaatındaki yardımcı tuğlalardandır. kısaca şöyle bir kitaptır
    (bkz: rollo may)
  • amerikalı psikolog rollo may'in yaratımın özü ve bireye etkilerini psikanalist - varoluşçu bakış açısıyla irdelediği kitabıdır.

    yaratım eylemi her yönüyle atılımı kapsar. bu atılım belli biçim ve sınırlar içerisinde olagelir. söz konusu sınırların belirlenmediği durumlarda sanatçının aşkınlık sınırı da bozulur; ucu bucağı olmayan bir estetik kaosa doğru yuvarlanır. bu nedenle yaratılan her objede belli sınırların, biçimlerin kabul görmesi, sanatçının ve eserinin sağlığı açısından önemlidir.

    sanatçılar toplumu yönlendiren, devinim haline sokan öznelerdir. daha iyi bir dünya ve biçim arayışı için eylemleriyle farklı estetik kanallara yol açarlar.
  • okuması çok yorucu ve bu zorluğa katlanmaya karşın düşünsel katkısı pek az olan bir kitaptır. epey felsefi terim bildiğinizi varsayar.

    önce cesaret türlerini sınıflandırarak başlar fakat kitabın takip eden bölümleri ile bağlantısını kurmaz. kitapta yaratıcılık ile ne kastedildiğinin çerçevesi de epey muğlak bırakılmıştır. mitoloji ve psikoloji de kitapta kendine genişçe yer bulmuş olmasına karşın ben ana anlatıya katkılarını pek zayıf buldum. kitap sanki yazarın denemelerinin derlemesi gibi geldi bana. gördüğüm en temel eksik de "neden yaratıcı olmalıyız?" sorusunun kendisine pek yer bulamaması. yaratıcı olmak arzusunda bir okuru karşısına aldığını hayal etmiş sanıyorum. peki ama niye bu yorucu işe yelteneyim ki durduk yere? anlattıkları niye beni çeksin?

    kitapta en beğendiğim kısım "yaratıcılığın sınırları üzerine" kısmı oldu. bu bölümde bahsi geçen konu muhtemelen çoğumuzun o veya bu şekilde üzerine kafa yorduğu bir konudur. yaratıcılık (genel manada bir eser ortaya koymak kastediliyor diyebiliriz bu terimle) ile sınırlar arasında bir ilişki olduğunu fark etmişizdir. örneğin her bir hayvanın yeni/farklı bir eser/form olarak ortaya çıkması, sahip oldukları ve sahip olmadıkları özellikleri sayesindedir; balık ile yengeci görsel olarak birbirinden ayıran yüzgece ve kıskaçlara sahip olup olmamaları durumudur. yazardan bir örnek verecek olursak, suyu sınırlayan kıyılar olmazsa derenin varlığından söz edemeyiz, elimizde düzlemde yayılan sudan başka bir şey kalmayacaktır. bu, iyi kötü herkesin aklına gelebilecek bir şeydir.

    fakat yazar burada işi biraz daha ileri götürür ve yaratımın kısıtlara muhtaç olduğunu öne sürer. sınır/kısıt/limit olmayan yerde bir yaratımdan bahsedilemeyeceğini, düşüncenin boşluğa düşeceğini söyler. yaratıcılığın tetiklenmesi, daha yoğun bir anlatım için gerekli motivasyon ve çabanın ortaya çıkması için sınırlar var olmak zorundadır. örneğin şiir biçim dayatmasa şair anlatımlar arasında eleme yapmayacak, biçimin sınırlarını zorlayacak anlatımların arayışına girmeyecek ve böylece zihninin sınırlarını aşamayacaktır. bu da bizi bir sonraki bağlama, yaratıcılığın biçim ile ilişkisine taşıyacaktır.

    şahsen ben yaratıcılığın sınırlar ile ilişkisini bu mutlaklıkta ifade etme konusunda çok emin değildim. sınırlara bağlılığın belirli bir noktadan sonra yaratıcılığa ket vuracağı kaygısındaydım. fakat yazarın sınırları aşma ile ilgili ortaya attığı düşünce ikna edici görünüyor. daha fazla spoiler vermeyeyim.

    edit: kitabın uzun "sunuş" bölümünü görünce, güdümlü okumaya sebebiyet vermemesi adına kitaptan sonra okumaya karar vermiştim. diğer arkadaşların da belirttiği gibi genel itibariyle kitapla alakalı değil. fakat yukarıda sorduğum "neden yaratıcı olmalıyız?" sorusuna yazarın verdiği cevabı farklı bir bir kitabına atıfta bulunarak paylaşmış çevirmen. (yazarın bu soruya cevabı başka kitapta vermiş olması da bir hayli ilginç geldi bana neyse). ilgili kısım şöyle:

    "ilk bağımsız mesajını getirdiği kitabı olan insanın kendini arayışı, may'in kitabın başlığı olan sorusuna ilk varoluşçu yaklaşımını da içerir. bu arayışın hareket noktası, insanlık durumumuzdur. bu durum yalnızlık ve kaygı dışında beş yitirişle dile gelir. bu yitirişlerin en anlamlıları, toplumdaki değer merkezinin, benlik duygusunun ve trajedi duygusunun yitirilişidir. may'in getirdiği çözüm ise; insan'ın yaratıcı bir süreç içinde kendisinin bilincine vararak benliğini tekrar bulmasıdır."

    şahsen ben bu cevabı pek tatmin edici bulmadım. kitabı bana öneren arkadaşımın da fikrini sordum. şu noktada hemfikir olduğumuzu gördüm. bu izaha göre yaratıcı süreçte kendini bulmak, öncesinde kendini bulamadığın anlamına gelmiş oluyor. yaratıcı uğraş içinde olan insanların hep kendisini bulmak çabası içinde olduğunu varsaymak, kişi kendini bulduğu anda yaratıcı uğraşlarına son verecek şeklinde bir noktaya sürüklüyor bizi. daha da spekülatif ifade edersek, yaratıcı uğraş içinde olmayan bazı kişiler (bu bazının oranı meçhul), içsel olgunluk açısından, yaratıcı bireylerden daha üstün, yetkin veya bilgedirler. sonuç olarak, kanımızca bu eksik bir tanımlama olmuş.
  • “hepimizin böyle yaşantıları oldu, ama eğilimimiz bu deneyimlerin üstünü örtmeye yöneliyor. baktığımız güz ağacı göz alıcı renkleriyle öyle güzeldir ki, gözlerimizin yaşardığını hissederiz; ya da duyduğumuz müzik öylesine hoştur ki varlığımızı bir hüzün bürüyüverir. ağacı hiç görmemiş ya da müziği hiç duymamış olmanın belki daha iyi olduğu, bu soysuz düşünce, bilincimize sürünerek sokulur. o zaman bu huzur kaçıran paradoksla yüzleşmemiş olurduk -“zamanın gelip aşkımı götüreceğini” bilmenin paradoksuyla; sevdiğimiz her şey ölecek. oysa insan olmanın özü budur, dönmekte olan bu gezegenin üzerinde varolmakta olduğumuz şu kısa anda, zamanın ve ölümün sonunda hepimizden hakkını alacağı gerçeğine karşın bazı insanları ve şeyleri sevebiliriz. kısa anı uzatmayı arzulamak, ölümümüzü bir sene kadar daha ertelemek anlaşılabilir mutlaka. ancak bu erteleme, duraklamaya ve sonunda savaşı yitirmeye bir bağlanmadır da.

    bununla birlikte, yaratıcı edim ile ölümümüzün ötesine ulaşabiliyoruz. bu, yaratıcılığın böylesine önemli olmasının ve yaratıcılık-ölüm ilişkisinin yüzleşmemiz gereken bir sorun oluşunun nedenidir.”

    -

    metis yayınları,
    çev.: alper oysal
  • alper oysal bey madem yaratma cesaretiniz vardı neden kendinize ayrı bir kitap yazmayıp bu kitabin yarisini kendi yaziniza harcadınız? swh
hesabın var mı? giriş yap