• kişiye has niteliklerin oluşması; karakter oluşması.
  • bireycileşme ve egoistleşmeden farklıdır. insanın kendi kişiliğini oturtması ve cemaat kimliğinden farklı bir öznel kimlik edinmesi anlamındadır. demokrasinin önemli şartlarından biridir ama ne yazık ki doğu toplumlarında gelişmemiştir.
  • gitgide dünyanın ''insan doğru düşünceyi bulamaz,bulsa da anlamlandıramaz,anlamlandırsa da,anlatamaz,anlatsa da anlamazlar'' sözünü kanıtlar nitelikte olmasıdır
  • bireyselleşme diye yıllarca insanlara bireyci olmak anlatıldı. bireyselleşme insanın kişiliğinin belirginleşmesi, içinde bulunulan sosyal, siyasal, arkadaş topluluklarının dışında bir kimlik geliştirme halidir ve dışlanmayı göze almadan bireysel olunamaz. bireyselleşmek isteyen kişi onaylanmamayı göze alır.
  • topluluk beklenti ve ideallerinden ziyade kişisel değer ve ideallere yönelme, tekilleşmedir.
  • (bkz: #92693897) ne kadar önemli, ne kadar da realizmin doruklarında olan bir kavram olduğunu iyice bellediğim şey.
  • rahatlığı olsa da bir bedeli de vardır. ve her zaman özgürlük anlamına gelmez. çünkü kapitalist düzende sadece gücü olanlar özgürlüğe ulaşır. geri kalanlarsa günlük hayatlarında yalnızlaşmayı özgürlük zanneder.
  • seyleşmiş zihinlerimizle, tüm dünya olarak ortak bilinç dışımızla mümkün olduğuna inanamıyorum.
  • erken çocukluk dönemlerinden başlayarak kendine özgülüğü katledilen toplumumuz fertleri için neredeyse imkansız bir şey.

    iki seneyi aşkın zamandır kendimle ve toplumla ilişkilerimde yaşadığım sorunları daha sistemli, aşkın duygu ataklarından uzak değerlendirmeye, çözüm arayışlarımda bir istikrar sağlamaya çalışıyorum. bu çabalarımın bir parçası - en anlamlı parçası- olarak çocukluk, çocuk psikolojisi üzerine okumaya, seminerlere katılmaya, atölyelerde bulunmaya başladım. yetişkin olarak yaşadığım tüm sorunların, kısır döngülerin, hiçbir yere varmayan tartışmaların, kendimi suçlamaktan bitap düşmelerin ve tüm bunların yeniden ve yeniden yaşanmasının altında hep bir çocukluk arızası olduğu sonucuna ulaştım.

    çok ağlayan bir çocuktum. ebeveynim, büyükanne, büyükbaba, hala ve iki kardeşle birlikte büyüdüm. evimiz sıklıkla misafirle dolup taşardı, annem ev işleri ile aşırı meşgul, babam ise benim uyanık olduğum tüm saatler boyu çalışıyor olurdu. bu kadar kalabalık bir evde müthiş bir yalnızlık çekerdim. fakat bu yalnızlığı nasıl ifade edeceğimi bilemediğim için, stresimi boşaltabileceğim tek yöntem olan ağlamayı tercih ederdim. çünkü - kendini ifade etme konusunda potansiyeli yüksek bir çocukken- beni bir birey olarak muhatap alıp konuşan kimse yoktu. tek kelimeli komut cümleleri alabiliyordum. başka bir şeyi anlatmaya, içimde büyüyen meraklara yanıt vermeye kimsenin vakti yoktu. kurallardan oluşan bir zincirdi yaşamak ve her yeni kuralla boynumu biraz daha sıkıyordu. onu yap, bunu yapma, dokunma, ye, uyu, sus, dur gibi komutlar vardı sadece. ağlıyordum çünkü bu sözcükler benim kendimi ifade etmeme yetmiyordu. ağlamamın karşılığında alabildiğim tek şey ise bir başka komuttu: "ağlamadan konuş!" bunun gibi bir sürü çocukluk arızasını bir yetişkin olarak tespit edip tamir etmekle uğraşıyorum bir süredir. kendilerinden beklediğim ilgiyi göremediğim ebeveynimin rolünü üstlendim, kendi çocukluğumu yeniden yetiştiriyorum. önce kendimi bir birey olarak kabul etmeye çalışıyorum. kendi isteklerimin neler olduğunu, kendi hayallerimin hangileri olduğunu anlamaya çalışıyorum. evet, toplumun baskısı öylesine sıkı örtülüyor ki bireyselliğimizin üzerine, altta kalan öz benliğe ulaşmak hayli güç oluyor. hangisi kendi arzumuz, hangisi toplum tarafından yakıştırılanların yanılgısı ayırt etmek çok zor oluyor fakat özenle çabalayınca oluyor. hayır demek öğrenilebiliyor. kendi bireyselliğini keşfetmeye başlayan insan, diğerlerine de aynı saygı ile yaklaşmaya başlıyor. böylelikle kendi anne-babaları tarafından hiçe sayılmış, bu problemi tanımlayıp çözmedikleri için kendi evlatlarını da muhatap almayan anne-babalarımızın bir parçası olduğu o lanetli zincirin bir parçası olmamış oluyoruz.

    bireyselleşmeyi batılı, çıkarcı ve soğuk olarak tanımlayan toplumumuzun bir kısmına da şüpheyle yaklaşıyorum. vay efendim, avrupa'da bulunmuş da oralı bir aile yemeğe davet ederken, kaç köfte kaç patates yersin diye sormuşmuş. bunu önden sormak büyük kepazelikmiş, böyle bir şey asla olamazmış, birini yedirip içirmenin lafı edilmezmiş. şimdi, bunu anlatan ve bundan şikayet eden arkadaşın özelinde değil ama toplum olarak gerçekten bu kadar iyiliksever, mükrim olduğumuza inanıyor muyuz? düşünüyorum ve bunun arkasında samimi bir şey bulamıyorum, aitlik hissi için bu kolpalığın ortaya çıktığını düşünüyorum. bana sorarsanız, misafiri önceden arayıp ne kadar yiyip içeceğini sormaktan daha kötü bir şeydir sınırsız ikram ve sahte güler yüz ile ağırlayıp arkasından "amma da yeni be, gördün mü ağzının suyu aktı, görgüsüz gibi yedi be" diye dedikodunun ve riyanın içinde yüzmek. bunu en yakın arkadaşı, ahbabı, akrabası için de yapmak daha çirkindir yiyecek sayısı hesaplamaktan. böyle ağırlanmak yerine önceden yiyeceğim köfte sayısını belirtmeyi daha erdemli buluyorum. misafirperver, hürmet bilen, aziz ve necip türk milletinin varlığı bilgisiyle kendimi kandırıp, o topluma ait olup, ölümlülük bilgisi tarafından çıldırtılmamak için - terror management theory- bu sahteliğe sığınamıyorum.
    işte bu noktada anne-babasından, öğretmenlerinden, yetişkin otorite figürlerinden bahsederken, -gerçekten istisnai bir yetişkinle karşılaşmamışlarsa- şöyle süper bir annem var, babam şöyle mükemmel, ilkokul öğretmenim şu denli harikulade insandı gibi beyanlarda bulunanlara da mesafeyle yaklaşıyorum çünkü samimi bulmuyorum. kendi benlikleri de onları yetiştirenlerce ezilmiş, toz duman edilmiş bu büyüklerin bu kadar çok sayıda ve bu denli kusursuz olması mümkün değil. konu yine ölümlülüğü yenmek için biricik hissetme ihtiyacına gelip dayanıyor. kendimize bu türlü yalanlar uydurup bunları yalan olduğunu bilenlere savurup duruyoruz.
    bu sarmaldan çıkmak için sosyal ilişkilerin de epey tahrip olması gerekiyor. hal-i hazırda tahakkümü altında bulunduğum 55 ve 60 yaşlarında olan ana-babam da hala kendi anne babalarının hükümdarlığı altında eziliyorlar. 80 ve üzeri yaşlardaki büyükanne ve büyükbabamın anlamsız kaprisleri, hiçbir zaman onaylamaz tavırları, sürekli olduğundan başka bir şeye dönüştürme ve otorite kurma teşebbüsleriyle uğraşıyorlar. sosyal ilişkilerin yıpranmasını göze almazsak, hiçbir şey değişmiyor. anne ve babam hiç birey olamadan bu dünyadan göçüp gidecekler belli ki. onlar gibi olmadan, zincirin bir başka anlamsız ve zalim halkası olmadan, bir başka çocuğun ışığını daha söndürmeden bu dünyadan göçebilmek için, bu türlü yalnızlığı tercih ediyorum.
hesabın var mı? giriş yap