• bazen okuyabileceğiniz en gerilimli, en kanlı ve en boğucu hikayeden bile beter olan bir şey.

    annem - filancanın kızı dedesiyle babaannesini yemeğe çağırırken, aynı apartmanda oturan yengesiyle amcasını yemeğe çağırmamış, kocası "neden amcanları da çağırmadın?" demiş, o sırada yengesi kendi evinde "ben bir hata mı yaptım da o yüzden mi yemeğe çağırılmadık" diye ağlıyormuş. sonra zaten kocası da filancaya çok kızmış..

    ben- anne allahaşkına sus yoksa kusucam. elimdeki çayı başımdan aşağı dökücem şimdi.

    bir insan neden yemeğe çağrılmadım diye ağlar lan? ulan sanki akşam yemeğine değil de buckingham sarayı'nda resepsiyona, ne bileyim taç giyme törenine filan davet edilmemiş, oturmuş "mercimek çorbalı, barbunya pilakili yemeğe çağrılmadım" diye ağlıyor, dünyanın küçüklüğüne bak, fare deliği kadar.
    yemeğe çağırmadığım için ağlayan bir eltim olsa -ki olmaması için elimden geleni yapıyorum- bir uzay araştırmaları kurumuna filan bağışlardım "kainatın en kapasitesiz canlısı" diye.

    üremek ve sevmek için, çeşitli akrabalık ilişkilerinin elti, bacanak, görümce diye özel olarak isimlendirilecek kadar önem arz etmediği ve evlilik kurumuna kaktırılmadığı milletlere yönelirsek bin yıl sonra akli melekeleri yerinde nesiller yetişeceğine inanıyorum.
  • milyonlarca insanın hayatını sikmiş, sikmekte olan ve sikmeye devam edecek müphem kavram. ve bunu öyle sinsi, öyle sabırlı, öyle alıştıra alıştıra yapıyor, strateji öyle bir oturmuş ki delirmemek elde değil.

    hayır anarşistlerin, entelektüellerin arada bir elini attığı "aile" kurumunun sakıncalarından da bahsetmiyorum. dünyanın hali ve insanların kötülüğünün de farkındayım. yalnız bu öve öve bitirilemeyen dalganın çıktısına 40 senedir şahitlik ediyorum, o fazileti, kerameti göremiyorum.

    bu nasıl bir kolpadır arkadaş. millet yeni yeni gülseren budayıcıoğlu seyrediyor, kafayı sıyırmışların maddi durumu nispeten iyi olanları kanalından eyvallah da... bir tane aklı başında mürekkep yalamış insan, sosyolog yok mudur bu ülkede senelerce türk aile yapısı, türk aile yapısı diye kafa siktiniz, memleket freakshow, celladına aşık sapıklar, sadistler, ciğeri kurumuşlar, dalkavuklar, sinsiler, meczuplar, türlü türlü ezikler yarattı bu yaşam şekli diye çıldırmaz mı arkadaş?

    içi darlanan başlıyor sobanın üstüne mandalina kabuğu koyardık, rahmetli babamın potinleri hep cilalıydı, ana gibi yar olmaz falan, lan oğlum bir bitin lan!!! içi çürümüş insanların fesatlıktan, yokluktan, doğru düzgün hayata karışamamaktan türlü kişi bağımlılıkları, bir türlü yeşermeyen sosyallik, kişilik bozuklukları, maddi manevi türlü türlü eziyet.

    böyle leş bir romantizm olamaz. lavuk diyor ki babam çok şerefliydi, anam bizler için sabahın 6'sında odun taşırdı. yavrucuğum özveri olur, sevgi olur bunlar insani şeyler. ancak sürekli boğucu infolarla beyin siken, kendi imkanlarını tükettiği halde sırtına yüklenen bir romantizm, bir ahlak yapısı, big brother yok efendime söyleyeyim scissor sisters falan yeter lan. şu yaşıma kadar bu türk aile yapısı denilen kıyma makinasından sağlam çıkmış bir allahın kulu görmedim. manyak yuvası lan ortalık.

    yediği küfürleri, harcadığı zamanı sevaba sayan garipler, öbür kuşakta yine loop'a girmiş, korku filmi gibi oturmuşlar çekyatın üzerine. kol kırılıp içinde kaldığı yende yanlış kaynamış zaten. sıkıldım arkadaş ya.
  • bu yapıyı örneklemek gerekirse;
    yer:yeşilköy
    zaman: 70 li yıllar, ilkokula başlanmamış daha.
    ortam: laik, şehirli, eğitimli anne ve baba ocağı

    babam anneme sıkı bir yumruk atıp yere yıktıktan sonra, halının üzerinde yatar vaziyette bırakıp, beni de elimden tutup akraba ziyaretine götürmek üzere kapıdan çıkmıştır. ben tabi ki, korkudan faltaşı gibi açılmış gözlerimle ağlamayı bile beceremeyen bir halde robot gibi yürümekteyimdir. elimi kurtardığım anda eve, anneme bakmaya gideceğimi bildiği için elimi sıkı sıkı tutmuştur.
    o sırada komşu teyze camdan bağırır. "nereye gidiyorsunuz xx bey? xx hanım yok mu?"
    babamın palavrası hazırdır. "gelmek istemedi. yatıyo evde. üşütmüş heralde biraz."
    beni çekiştirerek uzaklaştırır ve tembihler. "bak kızım. ben yalan söyledim ama mecbur kaldım. sen sakın yalan söyleme olur mu? yalan kötü şeydir."

    karşınızda türk aile yapısı.
  • çocuk yetiştirme biçimimiz ile nesilden nesile aktarılan yapıdır.

    bu yapının kız evlat yetiştirme teknikleri beni delirtiyor sözlük. kızı gelmiş otuz yaşına hala yok kime gittin, yok geç kalma, bu akşam çıkma, kimlerle görüşüyosun sen? yahu nedir bu çılgınlığın kaynağı? basitçe ifade edeyim, kızınızın (ki eşşek kadar olmuş) karşılaşabileceği tek tehlike (ki aslında bu bir tehlike de değil) bir erkekle sevişmek değil. hayattaki en önemli, yegane tehlike buymuş gibi davranıyorsunuz ki bence bu bir akıl hastalığı. bir insanın başına gelebilecek milyon tane kötü olayla ilgili en ufak bir önlem alma gayreti yok. kolunuzu kaldırmıyorsunuz. ama kızınızın sevişme ihtimali? tabi onu koruyorsunuz değil mi... aslında otuz yaşında olup da hala korunmaya muhtaç bir varlık yetiştirebilmek bile büyük başarı. sırf bu yüzden bile övgüyü hak ediyorsunuz. evet. koruyun kızınızı. dışarı çıkmasın. kimseyle tanışmasın. tokalaşmasın. sarılmasın. öpüşmesin. özlemesin. gülmesin. içmesin. evde otursun. koruyun onu, çok iyi koruyun. mesela bir insanın hayat boyu istemediği bir işde çalışması kötü müdür? bir erkekle sevişmesinin kötülüğü ile karşılaştırılınca? hangisi daha kötü? ama kızınız, sırf sizin dizinizin dibinde otursun diye öğretmen/hemşire/sekreter olmadı mı? sordunuz mu ne olmak istiyor diye? iyi aile kızına en uygun mesleği seçtiniz ve ömür boyu o işe mahkum ettiniz onu. ve bir erkeğin cinsel yöntemler ile kızınıza çok büyük zarar verebileceğini düşünüyorsunuz. sevişmesin. oldu. koruyun hep koruyun. insan içine çıkartmayın. arkadaşlarında felan da kalmasın. herşey olabilir. herşey olsun önemli değil de, birisiyle sevişebilir en kötüsü. hiç utanmıyorsunuz değil mi? kızınız otuz yaşında ve sosyal ilişkilere, romantik ilişkilere, hayata bakışı ilkokul düzeyinde. bu durum bir tehlike değil tabi. ama sevişmesi? ooooovvvv çok büyük tehlike. bırak cinselliği, sosyallik hususunda level1 de bırakmışsın kızını. ona en büyük kötülüğü sen yapıyorsun. bu kız hızlandırılmış bir programla, haftasonları da dahil, iyi bir uygulamalı eğitimden geçse anca otuzbeş yaşında normal bir insanı andırır. tabi çok geç kalmadıysak. normal bir insanın 16 yaşındayken geçmesi gereken bir aşamayı senin kızın 26 yaşında geçiyo. normal bir insanın 18 yaşında ulaştığı olgunluğa senin kızın 30 yaşında ulaşıyo. biraz sakin kafayla düşün, bu durum kızının bir erkekle sevişmesinden çok daha ciddi bir sorun. sana kalsa 35 yaşında da evde otursun. 40 yaşında da. 50 yaşında da... değil mi? kızım hadi eve. peki. evde ne oluyo ki? oturup televizyon seyrediyo herkes, sonra allah rahatlık versin. kızın sevişmedi ya, tamam, huzurla yatabilirsin. ona karşı sorumluluklarını yerine getirdin efferim. allah da seni görür artık öte dünyada. işini biliyon valla. diyelim ki kızın kaderi sana bağlı, iki seçenekli kader... birinci şıkkı seçersen kızın ömür boyu sevişmeyecek kimseylen ikinci şıkkı seçersen evlenmeden sevişecek biriylen. kesinlikle birinciyi seçmelisin. bir insanın ömüüüür boyu kimseyle sevişmemesi sorun değil anlıyor musun asla sorun değil, hele ki senin kızınsa, böyle bir risk tanımı yok. kötü bişey değil yani bu. ama evlenmeden................. durdum kaldım. bir de şu var ki, tüm bu tehdit algılaması kızın evlenir evlenmez yokoluyor. bir kişi kızın için çok büyük bir risk faktörü iken bir anda evleniyorlar ve risk felan kalmıyor ortalıkta. belki hakaret ediyor, belki dövüyor, belki canını acıtıyor, kaba davranıyor, küfrediyor. bunlar risk değil. bunlar kötülük değil. bunlar kafayı takman gereken şeyler değil. ne de olsa artık evli, problem yok. kocası değil mi? bir gün önce eve giriş saatinden görüşeceği arkadaşlarına kadar her türlü ayrıntıyı kızın adına sen belirliyordun ve mağdem bu kızını korumak adına idi, bir gün sonra kızın nasıl oldu da artık korunmaya ihtiyacı olmayan bir varlığa dönüştü senin gözünde? kocası mı korur artık. hmm.... kocası da senin gibiyse? o zaman kim koruyacak?

    sevgili aileler 30 yaşında kızlar yetiştirmişsiniz ama sosyal zeka 16 da takılı kalmış. bırakın da çocuklarınız biraz büyüsün. sevişir diye çocuğun büyümesini engelliyorsunuz. kısırlaştırın bari oldu olacak. sonra kız otuzbeş yaşına gelince bunu farkediyo. daha kötü oluyor bak uyarıyorum. salak yerine konduğunu hissediyor ablam. eziliyor. mal oluyor. daha iyi olmuyor, malesef.

    yirmili yaşlarında aşması gereken ama hep küçümsediği, hor gördüğü, önemsemediği (sizin sayenizde "ayıp" bildiği) o mesafeleri otuzlu yaşlarında aşmaya çalışıyor. çok acemi bir görüntü sergiliyor haliyle. düşe kalka ilerliyor. komik duruma düşüyor. üzülüyor sonra. daha iyi olmuyor. yapmayın.
  • bozulmaya çok yatkın olduğundan tvleri gazeteleri kapatıp kitapları toplattırarak koruma altına alınan cam fanus içinde yaşayan kırılgan,hassas yapı
  • türk çekirdek ailesi ortalama olarak şöyledir, şunlardan oluşur:

    burada sözüm mal erkeklere: pipisi, türk erkeğinin en değerli varlığıdır, dünya pipisinin etrafında döner, pipisi olduğu için her kadın ona bakmalıdır, kezbanlar johnny depp filan beğendiği için kezbandır, ama o kezbanın erkek izdüşümü adriana lima'yı beğenirse sorun yoktur, çünkü o erkektir ve sonuçta pipisi vardır. güçlüdür, yıkılmaz, ağlamaz, pipisi var diyorum aloo? her cümleye dahil edişinden bu organının ne kadar önemli olduğunu anlamalısınız. bu organın adını ağzına almadan üç cümle ardı ardına kuramaz.

    burada sözüm o mal erkekleri yetiştiren annelere: her allah'ın günü erkek cinsiyetine sahip olması babadan gelen y kromozomu ile sağlanan çocuğa "oğluşum, paşam, prensim" denmeli, oğluşlar el üstünde tutulmalı, her daim pohpohlanmalıdır, çünkü onun pipisi vardır, soyu sürdürecek, soyadı devam ettirecektir. anne de "memlekete oğlan doğurmakla" taltif edilmesi gereken "kutsal varlık"tır. kendisi yetiştirilirken kız çocuğu olduğu için ikinci planda tutulduğundan, bu eşitsizliği, kendisinde oluşan bu travmayı, oğlunu "kız çocuğa ikinci sınıf insan muamelesi yapmayacak şekilde" yetiştirmekle değil de, "oğlan çocuk doğurabilmiş" biri olarak caka satmakla ve oğlunu pohpohlamakla geçirir.

    burada sözüm o mal erkekleri yetiştiren babalara: her allah'ın günü erkek cinsiyetine sahip olması için kendisinden y kromozomu "bağışladığı" oğluna "aslanım" denmeli, pipisini cümle aleme göstermesi için teşvik edilmeli, böylece erkek adamın erkek çocuğu olacağı dünya aleme eksiksiz gösterilmelidir. oğlunun sigaraya başlaması, rakı içmesi, arabayı kaçırması arzulanmasa da, yapan "erkek" olduğu için hoş görülebilecek hatalardır, küçük kabahatlerdir, en nihayetinde "erkek çocuğudur, durmaz." mahallenin kızlarını "sıradan geçirmesi" onu "keranacı" yapar en fazla, gizliden gurur kaynağı olur. soyu devam ettireceği için gözbebeğidir, mümkünse yedeklenmelidir, mazallah birinin çocuğu olmasa-ölse, ikincisi soyu devam ettirsin. soy mühim.

    burada sözüm mal kadınlara: kukusu, türk kadınının (pardon, "kızdır" o, değilse de en fazla "ikinci"dir) en değerli varlığıdır, dünya kukusunun etrafında döner, dönmelidir. kukusu olduğu için her erkek ona bakmalıdır, çalışmak istemezse, maddi anlamda da "errrkegi" ona bakmalıdır, en nihayetinde errkegine o kadar "vermektedir", az mıdır yani? adriana lima'ya bayılan erkekler "abaza"dır, ama o johnny depp'i beğendiğinde "erkekten anlayan kadın"dır, hem ayrıca o istediğini beğenebilir, çünkü "kızın abazası olmaz." tüm dünya ona bakmalı, ona tapmalı, erkeği onu taşımalıdır, çünkü onun kukusu vardır. dünya kadar malı olacağına fındık kadar şeyi olsundur.

    burada sözüm o mal kadınları yetiştiren annelere: her allah'ın günü o kendisine melek gözüken yavru "prensesim" diye sevilmeli, eş-dost akraba arasında çocuktan "bizim prenses" diye bahsedilmelidir. prenses sendromu son derece gereklidir, küçük yaşta beyne zerk edilmelidir ki, o çocuk ömrü boyunca erkeklerin kendi hesaplarını ödemesini, ihtiyaçlarını karşılamasını, kendisine bakmasını "doğal" bulsun, aile bütçesi sarsılmasın. hem yarın bir gün evlendirirken "gül gibi kızlarını" vereceklerinden, kızları da damada "vereceğinden", bu toplu "vermeler" öncesi erkek tarafı soyup soğana çevrilebilsin, hediye kabilinden şeylerle yetinilmesin, erkek tarafına "15 burma, 3 set takım (biri pırlantalı), 15 bin lira nakit, artı havuz başı düğün" gibi listelerle gelinebilsin, maazallah kız küçük yaştan beri prenses olduğunu zannetmese ailesine karşı çıkabilir, "seviyorum yahu, ne parası pulu?" diyebilir. anne kızını iyi eğitmeli, "göstermesini ama vermemesini" iyi öğretmeli, "kukusunun onun en değerli varlığı olduğunu, erkekleri kukusuyla yönetebileceğini" kafasına iyice kazımalıdır, kendisi de öyle yapmıştır ve çok memnundur.

    olur da bir paşası varken, erkek olduğu için onun yapmasına izin verilen şeyleri kat'a kıza serbest bırakmamalı, onu prenses sendromuyla oyalamaya devam etmelidir.

    burada sözüm o mal kadınları yetiştiren babalara: her allah'ın günü kızının biricikliği gözüne sokulmalı, prenses sendromuna girmesi için elden gelen yapılmalı, kız çocuklarının babasına aşık olduğu yalanıyla avunulmalı, hem babacan olunmalı, hem de otorite elden kaybedilmemelidir. otorite çok mühimdir, bir kaybedilirse baba her şeyini kaybetmiş sayılabilir, maazallah kız kalkıp "baba ben bu gece erkek arkadaşımda kalacağım" diyebilir. baba, kızı yaşındakileri taciz edebilir, kişi işi kendinden bildiğinden, kızının kılığına kıyafetine karışır, eve kaçta geleceğine karışır, sevgilisi olup olmayacağına karışır. kızının kukusu vardır, ama yok gibidir, elinde olsa kızı evlenene dek kasaya kitler, bu mümkün olmadığından kızını kitlemekle yetinir. kızının meslek sahibi olmasıyla, onlar ölüp gittikten sonra halinin nice olacağıyla ilgilenmek yerine, onu paralı bir herife kakalamakla daha çok ilgilenir. "niyeti ciddiyse gelsin istesin, yoksa görmeyeceksin o çocuğu, arada hala yüzük yok" gibi laflar eder. kızı, rahmi olduğu için patlamaya hazır bomba gibidir, başgöz edilmeli, yamuk yumuk torunlar doğurmalıdır.

    bu esnada, oğlana verilen tavizleri, kız kendisine istemeyi aklından bile geçirebilememelidir. "kız başına" hiçbir şey yapmamalı, kendi otoritesine ek olarak, erkek kardeşinin de otoritesi tabi olması sağlanmalıdır.

    anne ve babalar da benzer şekilde yetiştirildiklerinden, geriye doğru bu böööyle akıp gitmektedir.

    not: yazarken bile midemi bulandıran bu tiplerden, genelde her türk ailesi bir yahut bir kaç tanesine sahiptir. hiçbir oğlan çocuğunu "prens, paşa, oğluş", hiçbir kız çocuğunu "prenses" diye sevmemeye yeminliyim. böyle yetiştirilenler için üzülmekle birlikte, kendilerini düzeltmek için en küçük çaba sarfetmeyenleri sevmek için bir sebep bulamamaktayım.
  • "biri çıkıp da sikse ya şu yapıyı, belki düzelir" dediğim yobaz ürünü.

    tecavüz, çocuk istismarı, hırsızlık-dolandırıcılık sorun değildir ama kız-erkek aynı evde kalmak büyük problemdir bu yapıya göre. aklı sadece bacak arasına çalışan, karşısında kadın görünce seksten başka bir şey düşünemeyen çeşit çeşit sapık bu naneye sarılır kendi iğrençliğini gizlemek için.
  • son derece seksist, evlilik ve ailenin kutsallığı gibi içi boş varsayımlar üzerine kurulu yobazlık sistemi.
  • sanayileşme sürecini yaşamış veya yaşamakta olan ülkelerden farklı olarak, gelenekler ve alışkanlıklarla bağını görece olarak koparmamış, sıkı aile bağları ve dayanışma gibi kolektif değerlerini yitirmemiş bir yapıdır. kitaplardan değil ama vaktiyle üniversitede hocalarla yapılan sohbetlerden çıkardığım sonuç, mesela bireysel olarak işlenen suç oranının dengi toplumlardan daha düşük düzeyde olmasının nedeninin bu yapıyı ayakta tutan sıkı bağlar olduğudur.

    örneğin sanayileşmenin ilk yaşandığı ülke olan ingiltere'de patlamış mısır gibi dağılan bir aile yapısı mevcut. vahşi kapitalizm nedeniyle sistemin fakiri dümdüz etmesi, hukuki altyapının parası olanı kollaması gibi nedenlerle ingiltere'de aile yapısı bir daha düzelmemek üzere değişmiştir. akibeti umursanmadan sokaklara atılan boğazlar (çocuklar), daha sonra büyük suç örgütlerinin çıkmasına neden olur. geceleri şömine ateşi başında yaşanan toplu ritüeller, zamanla yerini, "benim canım çıkıyor hayatta kalmak için o zaman önce kendimi düşünürüm" mantığına terk etmiş, bireyselleşmeyi artırmıştır. charles dickens'in pekçok kitabında, toplumsal şartların ağırlığı altında ezilen ailenin dağılıp yerini bireysel mücadelelere nasıl bıraktığının izleri sürülebilir. daha sonra bu durum sınıf bilincinin doğuşuyla beraber bireylerin birleşip hak arama savaşına başlamasına yol açmıştır. her koyunun kendi bacağından asılmasının tek tek bireylere bir getirisi olmadığı için, dayanışma bireyler arası çıkar ve fayda ilişkilerine göre yeniden tanımlanmıştır.

    bazen şaşırarak tanıklık ettiğimiz ya da sağdan soldan duyduğumuz, bize göre ecnebi ailelerdeki mesafe, soğukluk ve yapaylık, birden bire ortaya çıkmamıştır. bu aileler sonradan böyle olmuştur, sanayileşmeden sonra. yani özünde yeni hayat biçimleri yeni aile yapıları ve ilişkileri oluşturmuştur. sosyal haklar, koruyucu devlet gibi kavramların pek yaygınlaşmadığı vahşi kapitalizm döneminden bahsediyoruz.

    gücü gücüne yetene anlayışının hakim olduğu bu dönemde, "self-made man" denen, akçeli işlerde başarı sağlayıp gücü asillerin ve geleneksel monarşik unsurların elinden almış, para musluklarının başına geçmeye başlamış yeni bir insan türü çıkmıştır. yoksul bir ailenin çocuğu da olabilir bu kişi, topraklarını satıp mesela tekstil atölyesi kuran uyanık bir asilzade de. ikisi de zamanla eşit konuma gelmiş ve hatta pratik konularda iyi eğitim almış, sıradan insan, yeniliklere daha çabuk ayak uydurduğu için öne geçmiştir. uzatmayayım, sonuçta toplumsal tabaka yeniden yapılanmıştır ve bunun bedellerinden biri de güçlü olanın ayakta kaldığı bir dönemde ailelerin de bu değişimden nasibini almış olmasıdır. değişim sürecinde çok çocuk başa bela olmaya başlamış, hayat gailesine düşen aile üyeleri arasında mesafeler açılmış, günlük hayatta karşılaşılan zorluklar ailelere doğrudan yansımış, aile içi sorunlara daha önce karşılaşılmamış yeni sorunlar eklenmiştir.

    aileler, yaşamak için tarlada ya da bir lordun arazisinde birarada çalışıp kazanan bireylerden oluşurken, yeni dönemde bireyler kendi başlarına çalışıp kazanmak, kalifiye hale gelmek zorunda kalmaya başlamıştır. sonuçta hayat karmaşıklaşmaya başlamış, büyük iflaslarla büyük patlamalar birbirini izlerken, sıradan insan da tüm değişimlerden etkilenmiştir. kendini kurtarma güdüsü ya da çaresizlik ağır bastıkça aileler de dağılmaya başlamıştır. genel eğilim, aileden bile olsa, başkalarının yetersizliklerinin sorumluluğunu almama yönünde değişmiştir. sanayileşmenin sürdüğü yıllarda ingiltere'de ailenin resisi olan erkek, bir nedenden dolayı hapse girerse, karısı ve çocukları da onunla birlikte hapse gönderilirdi. çünkü dışarıda onlarla ilgilenecek kimse yoktu. peşpeşe kurulan ıslahevleri terk edilmiş, sokakta yaşayan, suç işlemiş çocuklarla dolup taşmaya başlamıştı.

    biraz uzattım ama sanayileşme denen şeyi yaşadığımız bu ülkede, geçmişin bu ağır tecrübelerini aynen yaşasaydık bizi neler beklerdi diye kabaca bir özet geçmek istedim ki bizde devam eden aile anlayışı iyice bir hatırlansın, fark edilsin.

    1994 yılında tansu çiller'in harika yönetiminde, dünyada bir kıpırdanma bile yokken 5 nisan kararlarıyla yaşanan ağır kriz ve sonrasında, 2001 yılında ecevit hükümetinin eseri 21 şubat krizi, türkiye'yi baştan aşağı silkelemesine rağmen insanların genel olarak yerle yeksan olmadan bu krizleri atlatmasının ardında yatan nedenlere bakıldığında öne çıkan unsurlardan biri de türk aile yapısıdır. işini kaybedenler, borçları boyunu aşanlar hep ailelerine sığınmış, aileler de koruyucu tavır alıp imece usulü zor günlerin birarada aşılmasını sağlamıştır. bu konuda pekçok istisna dillendirilebilir ama bu istisnalar, genel yapı içinde ayrı bir kaide yaratacak kadar fazla değildir. köyden yollanan erzak, emekli ikramiyeleriyle desteklenen bütçeler, altın bileziklerin bozdurulması, birkaç ailenin aynı evde yaşamaya başlaması gibi kollektif tepkilerle zararın ve sıkıntının hafifletilmesi yoluna gidilmiştir. büyük ölçüde başarılı olunmuş gibidir. intihar vakalarında, açlıktan ölenlerin, evsizlerin sayısında dramatik artışlar görülmemiştir. böyle şeyler olmadı demiyorum, dramatik artış olmadı diyorum, karışmasın.

    gelgelelim özal'ın cesaretle ama beceriksizce ve yeterli hazırlık yapmadan giriştiği serbest piyasa ekonomisi deneyiminin ceremesi yirmi yılda çekile çekile bitmedi. kendinden sonra gelenler de zeka, kültürel derinlik, olaylara geniş açıdan bakabilme, organizasyon, liderlik gibi konularda herhangi bir pırıltı göstermedi açıkcası. vaziyeti idare etmeye çalıştılar, onu bile beceremediler.

    türkiye'de halihazırda vahşi kapitalizmin pekçok özelliği mevcut olmasına rağmen, neyse ki sosyal devlet anlayışı son yüzyılda dünya çapında (idealden uzak da olsa) geliştiği için bizler 200 yıl önce sanayileşmeye başlayan ülke insanları kadar acı çekmeden bu dönemi geçirebiliyoruz. bakılamadığı için sokağa atılan, sömürülen çocuklar, kuş kadar maaşa çağdaş köleler olarak çalıştırılan insanlar var elbette. geçmişe kıyasla böyle diyorum. bunun en büyük nedeni de türk aile yapısı. toplum yeterli büyüklükte bir yumruk yemediği için, kendinden önce yaşanmış deneyimlerin getirdiği değişiklikleri ve yenilikleri kopya edebildiği için aile yapısı radikal bir şekilde değişime uğramadı.

    mesela, abd'de ve batı avrupa'da tıp alanında yaşanan ani sıçramanın esas kaynağı, vahşi savaşlar ve milyonlarca insanın ölümü ve binlerce denek üzerinde yapılan işkencevari deneylerdir dersek yanlış dememiş oluruz. iki dünya savaşı ve arada yaşananları simüle etmeden bu gelişmelerden yararlanma imkanımız oldu. milyonlarca insanı kesip biçmeden, üzerlerine gaz sıkmadan, alelacele cerrahi müdahale yapmak zorunda kalmadan kendi tıbbi araştırmalarımızı yapabildik. aynı şekilde, sanayileşen toplumların yaşadıklarından sonra daha adil bir hayat için yaptıkları düzenlemelerden de yararlandık. ortada sanayi falan yokken, sanayi toplumuna yakın yasal düzenlemeler yaptık, ihtiyacımız olanları kopya ettik. tabii bu donlar üzerimize ne kadar uydu ayrı konu ama en azından çok ağır geçecek süreçleri görece hafif atlattık. başkalarının deneyimlerinden yararlanarak en çok da aile ilişkilerine fazla zarar vermeden, insani birtakım değerleri yitirmeden geçtik bu süreçten. vicdanı sadece devlete bırakmadık özetle.

    bu tablo, insan ilişkileri açısından bakınca göze hoş görünüyor. ama önemli bir yan etkisi var. sorunların kronikleşmesine, aynı sorunların aşılamadıkları için tekrar tekrar aynı formda önümüze gelmesine neden oluyor. aile içi dayanışma muazzam bir güçtür. aileler yanyana gelince de kocaman bir toplumsal güç haline gelmek kolaydır. lafta kolay tabii. uygulamada, her aile bir birey gibi düşünülürse sorunun kaynağı anlaşılır.

    aileler kendi içlerine kapalı bireyler haline gelmiştir. her koyun kendi bacağından asılır sözü, her aile kendi bacağından asılır haline gelmiş. sanayileşme sürecinden geçen toplumlarda sendika, toplu mücadele, sınıfsal dayanışma gibi, şartlara uygun değişimler yaşanmış, kavramlar ortaya çıkmıştır. bizde ise bu konuda aman kim uğraşacak, bana ne şeklinde kendini gösteren bir aldırmazlık var. çünkü kurtuluş savaşı'ndan beri toplum olarak tam olarak dibe vurduğumuz bir dönem olmadı hiç. kitlelerin topyekün sarsıldığı ani ve acılı değişim süreçleri geçirmedik. bu durum da sorunları idareten çözme alışkanlığı yarattı. asla topyekün bir çözüme gitmeye çalışmadık. kitleler halinde isyana kalkışıp görmezden gelinemeyecek büyük bir güç gösterisi yapmaya, değişimi bağıra bağıra istemeye kimse yanaşmadı. çünkü bir sorun olduğunda aileler ve akrabalar hep yanımızdaydı. ölümlü dünyada birkaç kuşağın harap olmasını gerektiren büyük bir mücadele fikri herkes için deli saçması haline geldi. bir türk dünyaya bedeldir ama birkaç tanesi biraraya gelince bir halt olmaz diye kendi kendimizle dalga geçer olduk.

    modern zamanlarda, tek tek bireylerin katıldığı ve büyük değişimler vadeden tek hareket 60 ve 70'li yıllardaki harekettir herhalde. o da yaşanan uzlaşmazlık ve bölünmelerle tavsayıp gitmiş, sonunda da ordunun demir yumruğuyla tarihe gömülmüş başarısız bir girişim olmaktan öteye gitmemiştir.

    kaybedecek bir şeyi olmayan kitleler biraraya gelince gerçekten ürkütücü ve etkili bir güç olurlar. işte aile yapısı, bizlerin kaybedecek bir şeyi olmayan insanlar haline gelmemizi engelleyen en önemli faktörlerden biridir. hem önemli ve değerli bir güçtür hem de toplumsal değişim ve mücadelenin önündeki en büyük engellerden biridir.

    ne zaman aile dense benim aklıma ilk gelenlerden biri de siyasetçilerdir. ne zaman biri kürsüye çıkıp geleneksel değerlerimiz, aile falan diye sallamaya başlasa, insanların düzenin tüm saçmalıklarını, adaletsizliği, eşitsizliği, haksızlığı, yalan dolanı görmezden gelmesini sağlamak için yırtındıklarına tanık oldum. kendi işlerine gelen düzeni ve değersiz varlıklarını sürdürmek için, toplumunun geneli için faydalı olmayan ne varsa aile üzerinden savunulur ve korunur. başarılı da oluyorlar gördüğüm kadarıyla.

    baskıyı, haksızlığı, ideolojik beyin yıkamayı mazur göstermek için kullanılan "türk aile yapısı" deyimi kadar tılsımlı ve çağrışım bolluğunda yüzen başka bir deyim var mıdır?
  • bozulmaya o kadar müsaittir ki neden ve nasıl bozulacağını tahmin etmek imkansızdır. örneğin, tv'de öpüşen insanları görünce bozulur, parkta ya da sokakta elele yürüyen çiftleri görünce bozulur, yine tv'de görünen bacaktan ya da göğüs dekoltesinden bozulur. hadi hepsini geçtim stüdyo daire'den bile bozulur bu türk aile yapısı. ama yanlış anlaşılmasın o kadar da hassas bir mizaca sahip değildir aslında kendisi. sokakta adam karısını bıçaklar, türk aile yapısının kılı kıpırdamaz. kadına yönelik şiddet alır başını gider, bizim aile yapısının ruhu duymaz. çocuk ve gençlere cinsel tacizler tecavüzler gırla gider, bizim aile yapısı hiç oralı olmaz. anlayacağınız biraz gariptir türk aile yapısı denen mefhum, özellikle son dönemlerde iyice bir islami referanslı dolayısı ile de son derece ataerkil bir bakış açısına sahip olduğunu eklemek gerekir.
hesabın var mı? giriş yap