47 entry daha
  • sanayileşme sürecini yaşamış veya yaşamakta olan ülkelerden farklı olarak, gelenekler ve alışkanlıklarla bağını görece olarak koparmamış, sıkı aile bağları ve dayanışma gibi kolektif değerlerini yitirmemiş bir yapıdır. kitaplardan değil ama vaktiyle üniversitede hocalarla yapılan sohbetlerden çıkardığım sonuç, mesela bireysel olarak işlenen suç oranının dengi toplumlardan daha düşük düzeyde olmasının nedeninin bu yapıyı ayakta tutan sıkı bağlar olduğudur.

    örneğin sanayileşmenin ilk yaşandığı ülke olan ingiltere'de patlamış mısır gibi dağılan bir aile yapısı mevcut. vahşi kapitalizm nedeniyle sistemin fakiri dümdüz etmesi, hukuki altyapının parası olanı kollaması gibi nedenlerle ingiltere'de aile yapısı bir daha düzelmemek üzere değişmiştir. akibeti umursanmadan sokaklara atılan boğazlar (çocuklar), daha sonra büyük suç örgütlerinin çıkmasına neden olur. geceleri şömine ateşi başında yaşanan toplu ritüeller, zamanla yerini, "benim canım çıkıyor hayatta kalmak için o zaman önce kendimi düşünürüm" mantığına terk etmiş, bireyselleşmeyi artırmıştır. charles dickens'in pekçok kitabında, toplumsal şartların ağırlığı altında ezilen ailenin dağılıp yerini bireysel mücadelelere nasıl bıraktığının izleri sürülebilir. daha sonra bu durum sınıf bilincinin doğuşuyla beraber bireylerin birleşip hak arama savaşına başlamasına yol açmıştır. her koyunun kendi bacağından asılmasının tek tek bireylere bir getirisi olmadığı için, dayanışma bireyler arası çıkar ve fayda ilişkilerine göre yeniden tanımlanmıştır.

    bazen şaşırarak tanıklık ettiğimiz ya da sağdan soldan duyduğumuz, bize göre ecnebi ailelerdeki mesafe, soğukluk ve yapaylık, birden bire ortaya çıkmamıştır. bu aileler sonradan böyle olmuştur, sanayileşmeden sonra. yani özünde yeni hayat biçimleri yeni aile yapıları ve ilişkileri oluşturmuştur. sosyal haklar, koruyucu devlet gibi kavramların pek yaygınlaşmadığı vahşi kapitalizm döneminden bahsediyoruz.

    gücü gücüne yetene anlayışının hakim olduğu bu dönemde, "self-made man" denen, akçeli işlerde başarı sağlayıp gücü asillerin ve geleneksel monarşik unsurların elinden almış, para musluklarının başına geçmeye başlamış yeni bir insan türü çıkmıştır. yoksul bir ailenin çocuğu da olabilir bu kişi, topraklarını satıp mesela tekstil atölyesi kuran uyanık bir asilzade de. ikisi de zamanla eşit konuma gelmiş ve hatta pratik konularda iyi eğitim almış, sıradan insan, yeniliklere daha çabuk ayak uydurduğu için öne geçmiştir. uzatmayayım, sonuçta toplumsal tabaka yeniden yapılanmıştır ve bunun bedellerinden biri de güçlü olanın ayakta kaldığı bir dönemde ailelerin de bu değişimden nasibini almış olmasıdır. değişim sürecinde çok çocuk başa bela olmaya başlamış, hayat gailesine düşen aile üyeleri arasında mesafeler açılmış, günlük hayatta karşılaşılan zorluklar ailelere doğrudan yansımış, aile içi sorunlara daha önce karşılaşılmamış yeni sorunlar eklenmiştir.

    aileler, yaşamak için tarlada ya da bir lordun arazisinde birarada çalışıp kazanan bireylerden oluşurken, yeni dönemde bireyler kendi başlarına çalışıp kazanmak, kalifiye hale gelmek zorunda kalmaya başlamıştır. sonuçta hayat karmaşıklaşmaya başlamış, büyük iflaslarla büyük patlamalar birbirini izlerken, sıradan insan da tüm değişimlerden etkilenmiştir. kendini kurtarma güdüsü ya da çaresizlik ağır bastıkça aileler de dağılmaya başlamıştır. genel eğilim, aileden bile olsa, başkalarının yetersizliklerinin sorumluluğunu almama yönünde değişmiştir. sanayileşmenin sürdüğü yıllarda ingiltere'de ailenin resisi olan erkek, bir nedenden dolayı hapse girerse, karısı ve çocukları da onunla birlikte hapse gönderilirdi. çünkü dışarıda onlarla ilgilenecek kimse yoktu. peşpeşe kurulan ıslahevleri terk edilmiş, sokakta yaşayan, suç işlemiş çocuklarla dolup taşmaya başlamıştı.

    biraz uzattım ama sanayileşme denen şeyi yaşadığımız bu ülkede, geçmişin bu ağır tecrübelerini aynen yaşasaydık bizi neler beklerdi diye kabaca bir özet geçmek istedim ki bizde devam eden aile anlayışı iyice bir hatırlansın, fark edilsin.

    1994 yılında tansu çiller'in harika yönetiminde, dünyada bir kıpırdanma bile yokken 5 nisan kararlarıyla yaşanan ağır kriz ve sonrasında, 2001 yılında ecevit hükümetinin eseri 21 şubat krizi, türkiye'yi baştan aşağı silkelemesine rağmen insanların genel olarak yerle yeksan olmadan bu krizleri atlatmasının ardında yatan nedenlere bakıldığında öne çıkan unsurlardan biri de türk aile yapısıdır. işini kaybedenler, borçları boyunu aşanlar hep ailelerine sığınmış, aileler de koruyucu tavır alıp imece usulü zor günlerin birarada aşılmasını sağlamıştır. bu konuda pekçok istisna dillendirilebilir ama bu istisnalar, genel yapı içinde ayrı bir kaide yaratacak kadar fazla değildir. köyden yollanan erzak, emekli ikramiyeleriyle desteklenen bütçeler, altın bileziklerin bozdurulması, birkaç ailenin aynı evde yaşamaya başlaması gibi kollektif tepkilerle zararın ve sıkıntının hafifletilmesi yoluna gidilmiştir. büyük ölçüde başarılı olunmuş gibidir. intihar vakalarında, açlıktan ölenlerin, evsizlerin sayısında dramatik artışlar görülmemiştir. böyle şeyler olmadı demiyorum, dramatik artış olmadı diyorum, karışmasın.

    gelgelelim özal'ın cesaretle ama beceriksizce ve yeterli hazırlık yapmadan giriştiği serbest piyasa ekonomisi deneyiminin ceremesi yirmi yılda çekile çekile bitmedi. kendinden sonra gelenler de zeka, kültürel derinlik, olaylara geniş açıdan bakabilme, organizasyon, liderlik gibi konularda herhangi bir pırıltı göstermedi açıkcası. vaziyeti idare etmeye çalıştılar, onu bile beceremediler.

    türkiye'de halihazırda vahşi kapitalizmin pekçok özelliği mevcut olmasına rağmen, neyse ki sosyal devlet anlayışı son yüzyılda dünya çapında (idealden uzak da olsa) geliştiği için bizler 200 yıl önce sanayileşmeye başlayan ülke insanları kadar acı çekmeden bu dönemi geçirebiliyoruz. bakılamadığı için sokağa atılan, sömürülen çocuklar, kuş kadar maaşa çağdaş köleler olarak çalıştırılan insanlar var elbette. geçmişe kıyasla böyle diyorum. bunun en büyük nedeni de türk aile yapısı. toplum yeterli büyüklükte bir yumruk yemediği için, kendinden önce yaşanmış deneyimlerin getirdiği değişiklikleri ve yenilikleri kopya edebildiği için aile yapısı radikal bir şekilde değişime uğramadı.

    mesela, abd'de ve batı avrupa'da tıp alanında yaşanan ani sıçramanın esas kaynağı, vahşi savaşlar ve milyonlarca insanın ölümü ve binlerce denek üzerinde yapılan işkencevari deneylerdir dersek yanlış dememiş oluruz. iki dünya savaşı ve arada yaşananları simüle etmeden bu gelişmelerden yararlanma imkanımız oldu. milyonlarca insanı kesip biçmeden, üzerlerine gaz sıkmadan, alelacele cerrahi müdahale yapmak zorunda kalmadan kendi tıbbi araştırmalarımızı yapabildik. aynı şekilde, sanayileşen toplumların yaşadıklarından sonra daha adil bir hayat için yaptıkları düzenlemelerden de yararlandık. ortada sanayi falan yokken, sanayi toplumuna yakın yasal düzenlemeler yaptık, ihtiyacımız olanları kopya ettik. tabii bu donlar üzerimize ne kadar uydu ayrı konu ama en azından çok ağır geçecek süreçleri görece hafif atlattık. başkalarının deneyimlerinden yararlanarak en çok da aile ilişkilerine fazla zarar vermeden, insani birtakım değerleri yitirmeden geçtik bu süreçten. vicdanı sadece devlete bırakmadık özetle.

    bu tablo, insan ilişkileri açısından bakınca göze hoş görünüyor. ama önemli bir yan etkisi var. sorunların kronikleşmesine, aynı sorunların aşılamadıkları için tekrar tekrar aynı formda önümüze gelmesine neden oluyor. aile içi dayanışma muazzam bir güçtür. aileler yanyana gelince de kocaman bir toplumsal güç haline gelmek kolaydır. lafta kolay tabii. uygulamada, her aile bir birey gibi düşünülürse sorunun kaynağı anlaşılır.

    aileler kendi içlerine kapalı bireyler haline gelmiştir. her koyun kendi bacağından asılır sözü, her aile kendi bacağından asılır haline gelmiş. sanayileşme sürecinden geçen toplumlarda sendika, toplu mücadele, sınıfsal dayanışma gibi, şartlara uygun değişimler yaşanmış, kavramlar ortaya çıkmıştır. bizde ise bu konuda aman kim uğraşacak, bana ne şeklinde kendini gösteren bir aldırmazlık var. çünkü kurtuluş savaşı'ndan beri toplum olarak tam olarak dibe vurduğumuz bir dönem olmadı hiç. kitlelerin topyekün sarsıldığı ani ve acılı değişim süreçleri geçirmedik. bu durum da sorunları idareten çözme alışkanlığı yarattı. asla topyekün bir çözüme gitmeye çalışmadık. kitleler halinde isyana kalkışıp görmezden gelinemeyecek büyük bir güç gösterisi yapmaya, değişimi bağıra bağıra istemeye kimse yanaşmadı. çünkü bir sorun olduğunda aileler ve akrabalar hep yanımızdaydı. ölümlü dünyada birkaç kuşağın harap olmasını gerektiren büyük bir mücadele fikri herkes için deli saçması haline geldi. bir türk dünyaya bedeldir ama birkaç tanesi biraraya gelince bir halt olmaz diye kendi kendimizle dalga geçer olduk.

    modern zamanlarda, tek tek bireylerin katıldığı ve büyük değişimler vadeden tek hareket 60 ve 70'li yıllardaki harekettir herhalde. o da yaşanan uzlaşmazlık ve bölünmelerle tavsayıp gitmiş, sonunda da ordunun demir yumruğuyla tarihe gömülmüş başarısız bir girişim olmaktan öteye gitmemiştir.

    kaybedecek bir şeyi olmayan kitleler biraraya gelince gerçekten ürkütücü ve etkili bir güç olurlar. işte aile yapısı, bizlerin kaybedecek bir şeyi olmayan insanlar haline gelmemizi engelleyen en önemli faktörlerden biridir. hem önemli ve değerli bir güçtür hem de toplumsal değişim ve mücadelenin önündeki en büyük engellerden biridir.

    ne zaman aile dense benim aklıma ilk gelenlerden biri de siyasetçilerdir. ne zaman biri kürsüye çıkıp geleneksel değerlerimiz, aile falan diye sallamaya başlasa, insanların düzenin tüm saçmalıklarını, adaletsizliği, eşitsizliği, haksızlığı, yalan dolanı görmezden gelmesini sağlamak için yırtındıklarına tanık oldum. kendi işlerine gelen düzeni ve değersiz varlıklarını sürdürmek için, toplumunun geneli için faydalı olmayan ne varsa aile üzerinden savunulur ve korunur. başarılı da oluyorlar gördüğüm kadarıyla.

    baskıyı, haksızlığı, ideolojik beyin yıkamayı mazur göstermek için kullanılan "türk aile yapısı" deyimi kadar tılsımlı ve çağrışım bolluğunda yüzen başka bir deyim var mıdır?
369 entry daha
hesabın var mı? giriş yap