• hala cezaevi olarak hizmet veriyor iken koridorlarına çok ağır (pişmiş nohut - mercimek - 2 ay havalandırılmamış koğuş) kokular sinmiş olurdu. tabii son zamanlarında türkiyenin en azılı suçluları yerine daha modere tipler de geldiği için el işi özellikle de ahşap oyma konusunda mahkumlar inanılmaz eserler çıkartıyorlardı.

    osmanlı'dan kalan işkence zindanı, deniz üstü demir ızgara koğuşu falan çok uzun yıllardır kullanılmıyordu. ama bir hapishane olarak dünyada bundan daha iyi yere konuşlandırılmış iddia ediyorum çok az yapı bulunabilir. hapishanede kayıtlara geçmiş tüm tünel girişimlerinin hepsi yeraltında 4 metrede son bulmuştu. tünel kazıp kaçmak isteyen bir mahkum taş duvar temelinin diğer tarafına geçebilmek için yerin altına 4 metre kazması gerekirdi. ancak o derinliğe ulaşıldığında da denize olan yakınlık sebebiyle tünel şıpır şıpır su dolar ve aynı gün suyla dolmuş olurdu. sinop cezaevinden tünelle kaçılamazdı.

    kaçılabilecek kalan iki noktadan biri buzhane tarafındaki 4 metrelik duvardı. orası da pek çok kaçma girişimine sahne oldu, nöbetçinin oraya bakmadığı iki dakikada yosun kaplı düz duvara kösele ayakkabıyla çıkıp oralardan sırt ve kafaüstü düşüp telef olan mahkum sayısı da az değildir. belkemiğini kırıp yatalak olarak cezasına devam eden 1986'da ben bir tane anımsıyorum.

    son olarak shawshank redemption gibi paslı kanalizasyon borusundan solucan gibi sürüne sürüne denize çıkmak tek yol kalıyordu oranın da sonuna bilek kalınlığında demirler monte edildiği için kanalın sonuna kadar gelip geri sürünemeyip çok feci can veren iki kişi vardı.

    iyi hatırlarım şu anki havaalanının oradaki yeni cezaevinin yapılacağı 1987-8 yılında ilk açıklandığında jandarma olaya ciddi ciddi tepki göstermişti. "dünyanın en iyi cezaevi bizde, daha kötüsünü daha güvensizini tarlanın ortasına neden para harcayıp yapıyoruz" kafasından da il jandarma komutanlığı uzunca bir süre çıkamamıştır. güvenlik açısından çok haksız da değillerdir ama oranın restore edilebilmesi kesinlikle kolay değildi. bir diğer nedeni de osmanlı zamanında oradan kaçınca gidecek hiç bir yer yoktu. sinop'a karayolu bile bulunmazdı. 20.yy gerçekleri ile hapishane şehrin içinde kalınca ana yapım amacına da bir yerde aykırı olmaya başlamıştı.

    yani güzel olan her şeyin bir sonu vardır. sinop'un en güzel binalarından biri nasıl artık ihtiyaca cevap vermiyor diye asli işlevini daha modern ama kişiliksiz bir kibrit kutusuna bıraktıysa, türkiyenin en yüksek güvenlikli cezaevi de hem adındaki korku faktörü hem de modern nüfusun o boyutlarda bir hapishaneyi kaldırmaması yüzünden eninde sonunda emekliye ayrılacaktı. nitekim işlevsellik söz konusu olduğunda sinop tarihi cezaevinin kamerasız, güvenlik telsiz, yer kafessiz sırf lokasyonu iyi olduğu için başarabildiği şeyleri bugün modern teknolojiyle bile hala yapmakta zorlanan bir dolu infaz kurumu vardır. o yüzden buranın mimarı mühendisi kimse saygı ve rahmetle anıyorum.
  • tarihinde sadece 3 tane* firarı bulunan gördüğüm en en en iç karartıcı cezaevi.
    ilk firar eden kişi ayakkabısının tabanına sakladığı küçük testere ile parmaklıkları kesip duvardan tırmanarak denize atlayıp kaçmıstır.3 gün sonra ayancıkta ekmek istemek için girdiği ev tatilde olan bir polisin evi cıkınca hapishaneye geri getirilmiş.60 yaşının sonlarına dogru da aftan yararlanarak dışarı cıkmıstır.
    ikincisi lağıma dalarak yüze yüze denize ulaşmıştır.
    üçüncüsü ise aynı yolu denemek için lağıma atlamış olsada sonradan uca yapılan parmaklıklar yüzünden gidememiş geriye dönmeyi de beceremeyerek boğulmuştur.
  • araçtan indiğimde tüm batı karadeniz'in nemi üzerimdeydi adeta. sinop maviydi. sokaklar tenha. bir rüzgar esti kıyıdan, serinleyemedim.

    sonra kafile halinde dev bir kapının yanına geldik. tabelada sarı zemin üzerine simsiyah harflerle "sinop tarihi cezaevi" yazıyordu. yazının sonunu getiremeden ruhuma bir ağırlık çöktü. nem ve kasvetten nefes alamadım.

    içerisi anlatılmaz. anlatmaya kalksam, senelerini orada geçirmiş canlara haksızlık etmiş olurum. toplamda yarım saat geçirmişiz, bana kırk beş sene gibi geldi. herkes hayretler eşliğinde koğuşları, zindanları, memur odalarını, çamaşırhaneleri dolaşırken ben minik bir pencereden kafamı çıkarıp dünyaya baktım. dünya gözüme dev gibi geldi.

    rutubeti bol açık bir koridordan geçip avluya ulaştım. deniz orada bir yerdeydi ama görememek çıldırtıcı bir histi. kulağıma gelen hayali bağırış, ağlama, kahkaha, isyan, türkü sesleri eşliğinde bir aşağı bir yukarı voltalar atıp durdum. burnumda hasretin kesif kokusu vardı. ne zaman ki boğuk sesli bir adam bu dört duvarın, sabahattin ali'ye o meşhur satırları yazdıran yegane neden olduğu bilgisini verdi, işte o vakit gözümün önünde can fışkırdı tuğlalardan. kapkara zindanlar, edebiyat ışığıyla aydınlanıverdi aniden. yosun tutmuş zeminden başımı kaldırıp göğe baktım. göğün rengi, denizinki gibiydi. bir kuş, özgürlüğe kanat çırptı.

    nefesim normale döndüğünde, en detone sesimle aldırma gönül aldırma diyordum.

    yarım saatlik tutsaklığın ardından denize koştum.

    deniz ve gökyüzü maviydi.

    ruhum, kapkara..
  • en alt zindanlari insanin gogsune gelecek kadar suyla dolu oldugu rivayet edilir o hucrelere atilanlar gun isigini bir daha goremezlermis
  • burayla ilgili bir klişedir ancak, denizin kokusunu ve sesini bile duyarken ona bu kadar uzak olmak, gerçekten büyük bir işkence olsa gerek...
  • bir kaç gün önce gidip gördüğüm ve bende çok büyük bir hayal kırıklığı yaratan yer. kaç gündür toparlamaya çalışıyorum yazacaklarımı, hırsım ancak dindi.

    öncelikle burası bence müze değil çünkü içinde müze değeri taşıyan şeyler yok denecek kadar az. allah razı olsun* cezaevini yıkmamışlar, mahkumlara umut olsun diye dikilen dut ağacını kesmemişler. ha bir de sabahattin ali koğuşu yapmışlar. onun dışında bir koğuş uyduruk bir film seti olarak sergileniyor ki nedenini anlamadığım bir şekilde baya talep vardı, bir koğuş pis bir depo olmuş, bari sürgüsünü çek görmeyelim! diğer odalar boş, anlamsız bir boşluk sergilenen. koca dört kısımlı cezaevinde sadece bir koğuş ranzalarıyla muhafaza edilmiş. çoğu yer kilitli. tahmin edebileceğiniz gibi işkence ile ilgili en ufak bir iz yok, asla yüzleşilmemiş. sinop cezaevi'nde yatan ünlüler diye pano yapmışlar, başka bilgi veren bişey yok. kafaya bak kafaya.*

    mahkumların yazdığı yazılar elli beş kere badana görmüştür muhtemelen ama dombili was here, merve kalp hüseyin diye duvarlardan demir kapılara kadar kazınmış yazılar duruyor. bir allahın kulu yok oraları koruyacak, takip edecek ya da uyaracak. bazı müzelerde fotoğraf çekmek yasaktır ya özel bölümlerde, burda zaten çekmek istemiyorsun çünkü duvardan çok aptalca duvar yazıları, kalpler, tarihler çıkıyor fotoğrafta.

    geçen yaz terezin toplama kampını gezdim, hem giderken hem dönerken çok ağlamış, gördüğüm detaylardan hem çok etkilenmiş hem de çok hayran kalmıştım. ufak bir salonda belgesel izlemiştim, kamptan kurtulan bir çocuğun ayakkabısını görmüştüm, mezarlığın kenarında oturup bu büyük insanlık ayıbına şahit olmuştum, bilmediğim bir sürü detay öğrenmiştim. verdiğim para helali hoş olsun. gruptan bir gerizekalı bunu da paraya dönüştürmüşler gibi anlamsız bir yorum yapmıştı ama öyle değil işte. keşke sinop cezaevini de görse de aradaki farkı anlasa.

    sabahattin ali koğuşu beni tabi ki etkiledi çünkü öncelikle şarkı olmuş sözlerini, kitaplarını severim. nasıl öldürüldüğünü öğrendiğim günden beri de daha da yoğun sevgim. şiirlerini duvarlara asmışlar, onları okurken avluya şarkı yayını yapıldı, ses kalitesi çok kötü olsa da o da çok etkiledi beni. edip akbayram, volkan konak, ahmet kaya şarkıları söylerken o anları gözünde canlandırıyor insan. tabi sinop cezaevi sadece sabahattin ali değil. tek bunun üzerinden prim yapılıyor olması rahatsız edici.

    sinop cezaevi işkencelerinden haberi olmayan, hapishane şartları ile ilgili en ufak bilgisi olmayan, sanki cezaevi değil de çocuk parkı ya da aile çay bahçesi geziyormuş gibi bir algı ile gezen insanlar gerçekten çok sinir bozucuydu. tahminen beş dakika önce zindan bölümünü görmüş, üç dakika önce tecrit odalarını görmüş olması muhtemel bir kadın üç kurnası olan hamamı gördü diye 'ohoo baksana hamam bile varmış, baya iyiymiş şartlar' dedi. şimdi ben ne diyeyim. ben ne diyeyim senin ot dolu kafana.

    müze girişi beş lira. para değil. ama gerçekten o beş lirayı bile haketmeyecek kadar bakımsız, özensiz, korunmamış bir yer. toplumsal hafızamız zaten zayıf, kültürlenme bilinçlenme ile ilgili asla bir çabamız yok, insan profili her geçen gün daha kötü oluyor ve ben her geçen gün kendimi daha yabancı, daha yalnız hissediyorum. bu ülkenin kendi kendine yaptığı kötülüğü kimse yapmaz. bu derece cahil kafasız ve geçmişinden habersiz bir toplumun bireyi olmak gerçekten çelik gibi sinir gerektiriyor.
  • kultur ve turizm bakanligi kendisine devredilen bu muhtesem mirasa bakamamis ve insanin tuylerini diken diken eden bir tarihi pislik icinde yokolmaya terketmis. bir doneme damgasini vuran cezaevi simdi pislik icinde ne berberinde berber koltugu var ne de mutfagin mutfak oldugunu anlayabileceginiz birsey. ustelik her gelen ziyaretci duvara adini kazimis ya da seni seviyorum cinsinden duvar yazilariyla doldurmus ve altina tarihler atmis. insanin ici sizliyor.
  • köpüklü kahvesinden bir yudum aldı. başını kaldırdı.dalgakıranların berisindeki duru suyun üzerinde salınıyordu takalar.

    ufacık şehirde yaşadığı tezatlığı farkedip gülümsedi dalgakırana. daha bir kaç saat öncesinde kurtulmuştu, yirmibeş sene boyunca soluduğu sidik kokusundan... yirmibeş sene... dile kolaydı çekmeyen için tabii ki. ama o, telaffuz bile edemiyordu. acı veriyordu, her bir harfi bile, kalbine...

    tezatlık en başta başlamıştı aslında.

    ona özgürlüğünü geri veren sürgülü kapı kesmişti cezasını, içeri girdiğinin ilk gününde. bileklerindeki kelepçelerle onu içeri çeken dev kapı, küçücüktü o çıkarken. isterse yokolsun ne farkederdi ki... yirmibeş senede yirmibeşbin kere yokolmuştu o... yeraltı zindanlarında...

    şimdi yine sorsalar, yine suçsuz olduğunu söylerdi. çünkü suçsuzdu. her mahkumun suçsuz olduğu kadar... zorlanmıştı. onun bir suçu yoktu ki... babası eline zorla tutuşturmuştu silahı, daha onsekiz yaşındayken. ne yapsaydı? itiraz mı etseydi babasına? babasıydı o... şimdi ise, kırküç yaşında, hayatında idrak edebildiği tek kapı, sürgülü kapı olan, yeni yetme bir yaşlıydı. sevmemişti. sevilmemişti. sevmeyi öğrenmemişti bile... sadece bir kere...çeşmenin başındaki güzeli gördüğünde kıpırdanmıştı yüreği. onbeş yaşındayken... içeri girmemişken... tarlada yorulduğundan nefes alamadığını zannetmişti.

    hiç mi bir şey öğrenmemişti? tabii ki öğrenmişti.

    yirmi metrelik duvarların ardından işittiği dalga seslerine, “deniz” abi’sinin nasihatları eklenerek geçirmişti onca seneyi. denizle ve “deniz” abi’siyle...

    kahvesinden bir yudum daha aldı. başını kaldırdı. dalgakıranların ötesindeki azgın dalgalar yılmadan vuruyorlardı kayalara.

    ufacık limandaki tezatlığı farkedip gülümsedi bu seferde. daha bir kaç saat öncesine kadar, isyanlardı umutları etrafındakilerin. umutlanmak istediklerinden çarpıp dönmüşlerdi zindanlardaki zifiri kayalardan. ip durmazdı ki, bağlanabilsinlerdi. kalakaldılar ipsiz...sapsız... kaldılar. kaldı...

    umutları tükenmedi...

    peki şimdi. oldu mu yani? bu muydu? artık uçabiliyor olması özgür olduğu anlamına gelir miydi gerçekten? peki ya geride kalan ‘suçsuz’ seneler... havalandırılan halılar bile içeri alındıklarında püsküllerini rahatça salıverirken, havalandırmadaki saatlerinde bile sürgülerin ardından izleniyordu, düz mü yürüyor, eğri mi diye...

    şimdi yine sorsalar, yine suçsuz olduğunu söylerdi.

    çünkü suçsuzdu. her mahkumun suçsuz olduğu kadar... çünkü en azılı katil bile sürgülü kapının gazabını ilk gününde hisseder, zindan zifiri rengini öğrenir, yaptıklarının, yaşananların yanında, suç olmadığını düşünürdü. ama artık, kırküç yaşında, ağlamanın ne olduğunu müzmin göz nezlesinden ve sadri alışık filmlerinden öğrenen, hayatında idrak edebildiği tek kapı, sürgülü kapı olan, yeni yetme bir yaşlıydı. ağlamamıştı. ağlayamamıştı. ağlamayı öğrenememişti bile. sadece bir kere...

    jandarmanın onu aldığı aracın parmaklıklı ufak camından, çeşmesinin başındaki güzeli gördüğü köyünden uzaklaşırken... onsekiz yaşındayken... içeri girerken...

    onu da göz nezlesi zannetmişti zaten.

    kahvesinden son bir yudum aldı. kafasını hayatının mezarına çevirdi. gülümsedi ve ağlamaya başladı. hıçkıra hıçkıra...

    "tarihi sinop cezaevi’nde yaşamış tüm mahkumlara ithaf edilmiştir."
  • ılk kez 2000 ya da 2001 yilinda ziyaret ettigim muze. o zamanlar adi bu kadar bilinmiyordu ve insanlarin da ziyarete acilmis oldugundan pek haberi yoktu. az çok insanlardan duymustum buranin kotu ununu ancak neyle karsilasacagimi tam anlayamadigimdan deli cesaretiyle tek basima gezmistim burayi. benden baska kimse yoktu. çok az insan ziyaret etmis oldugundan ve tam anlamiyla turizme acilmadigindan dogru duzgun duzenleme de yapilmamisti. karsimda yasanmisliklarin, tarihin, anilarin hala canlı oldugu bir yer vardi. belki ben oyle hissettim ya da gercekten oyleydi ama sessizligin yankisi içinde etrafimdaki hava doluydu sanki. cogu yeri ve zindanlari korkuyla gezdim. kendi etkisiyle birlikte acaba kapi arkamdan kapanir mi korkusunu da tasiyordum zira boyle bir durum halinde muhtemelen gunler sonra bulunurum gibi hissetmisim. ne kadar zaman gecirdim bilemiyorum ama kisaca o kadar etkilenmisim ki iki gün kendime gelemedigimi hatirliyorum.

    bu sene tekrar ziyaret etme imkanim oldu. o ilk haline nazaran biraz daha makyajlanmis. 3.kata sabahattin ali kogusu yapmislar. dizi setini birakmislar. arka avluda surlarin bir kısmınin altinda helenistik dönemden kalma surlari ortaya cikarmislar. sinop zaten kat kat tarihe sahip bir sehir. bir katmanin altindan baska bir medeniyet cikiyor. o ilk ziyaretin anisi hala aklimda oldugundan bu sefer pek etkilenmedim ancak yanimda ilk kez ziyaret eden arkadaşlar bayagi etkilendiler.

    bu sefer ilgimi ceken agirlikli nokta insanimizin her zaman olduğu gibi tarihi yerlere verdiği onem oldu. tum duvarlar her bolumde, her kogusta dolu

    bilmem nere bilmem ne okulu.
    bilmem ne spor kulubu.
    vs..
    bunu bıraktım 16 kisi gelmi?ler adamlar usenmeden herkesin adini kazimislar duvara. duvarlarda yer yok,kalmamis. eskiden orada yatanlarin duvarlara yazdiklarinin, attiklari centiklerin uzerine itinayla kazimislar.

    yani bir insan neden sevgisini ziyarete geldigi hapishane duvarina isim kaziyarak gosterir ki? nasil bir ruh hastasi muze olarak kullanilan bir hapishane duvarina

    berkecan kalp melis, 2016 yazar?
  • artık açık hava müzesi olsa da "pala" lakaplı gardiyanı hala iş başında olup geçmişte orada yaşanmış görüp duyduğu ilginç olayları anlatarak hapishaneyi ziyaretçilere gezdirmektedir.
hesabın var mı? giriş yap