• "iyi sikici" diye bagirdiklarindan $uphelendigim insanlar
  • eskiden yeterdim kendime
    artardım bile
    şimdi ne yapsam nafile! ...
    ve
    kim demiş 'can eskimez' diye
    bu can tedirgin tende
    can da eskimiş
    ben de..

    (eskici)
    bedri rahmi eyüboğlu.
  • "vapur rıhtımdan kalkıp da marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

    - çocukcağız arabistan'da rahat eder.

    dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.

    zaten babadan yetim kalan küçük hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
    hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla de güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti.

    fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona istanbul'daki gibi:

    - hasan gel!

    - hasan git!

    demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. hassen şekline girmişti:

    - taal hun ya hassen…

    diyorlardı, yanlarına gidiyordu.

    - ruh ya hassen...

    derlerse uzaklaşıyordu.

    hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular.

    artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştu. hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.

    fakat hem pürnakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.

    yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.

    bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile...

    ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.

    çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:

    - gemel! gemel! dedi.

    hasan'ı bir istasyonda indirdiler. gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs...

    - ya habibî! ya aynî!

    halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...

    hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.

    öyle, haftalarca sustu.

    anlamaya başladığı arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığım duyuyordu, gene susuyordu.

    hep sustu.

    şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.

    bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.

    evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.

    konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.

    satıcı, iskemlesine oturdu. hasan da merakla karşısına geçti. bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki... şaşarak, eğlenerek seyrediyordu: mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. susuyor ve bakıyordu.

    bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu.

    - çiviler ağzına batmaz mı senin?

    eskici başını hayretle işinden kaldırdı. uzun uzun hasan'ın yüzüne baktı:

    - türk çocuğu musun be?

    - istanbul'dan geldim!

    - ben de o taraflardan... izmit'ten!

    eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. türkçe bildiği ve istanbul taraflarından geldiği için hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.

    dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:

    - ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?

    hasan anladığı kadar anlattı.

    sonra kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. bir aralık ta kendisi sordu:

    - sen niye buradasın?

    - bir kabahat işledik de kaçtık!

    asıl konuşan hasan'dı, altı aydan beri susan hasan... durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. aklına ne gelirse söylüyordu. eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "ha! ya? öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.

    daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.

    fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. bunları hep aheste aheste yaptı.

    hasan, yüreği burkularak sordu:

    - gidiyor musun?

    - gidiyorum ya, işimi tükettim.

    o zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor... sessizce, titreye titreye ağlıyor. yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi, gök, pırıl pırıl akıyor.

    - ağlama be! ağlama be!

    eskici başka söz bulamamıştı. bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

    - ağlama diyorum sana! ağlama!..

    bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti, önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu."

    (refik halid karay, gurbet hikâyeleri, inkılap kitabevi)

    (bkz: öykü /#138069570)
  • refik halid karayın bu hikayesinde yetim kalan kahramanımız türkiyeden mısırdaki bi akrabasının yanına gitmiştir ve burada kendi dilini* konuşamamanın acısını çekmektedir. bir gün konağa bir eskici gelir ayakkabıları tamir etmek için. eskici çivileri üçer beşer ağzına atmakta, gerektiğinde de oradan alıp kullanmaktadır. kahramanımız bu olayın şaşkınlığı içinde, nerede olduğunu unutarak ana dilinde sorar:

    -çiviler ağzına batmaz mı senin?
    -türk müsün sen be?

    ikisi de hasretini çektikleri ana dillerinde uzuun uzuun konuşurlar, eskici işi ağırdan almasına rağmen iş biter sonunda. eskici gitmek zorundadır, çocuğun gözlerinden yaşlar akmaya başlar. "ağlama be, ağlama" diyen eskici uzaklaşırken kendi göz yaşlarını silmektedir...
  • ilkokula başladığım yıl evimizin karşısındaki tecimer kundura - şeref tecimer no: 52'yi mekân tutmuştum. öğlen okulun paydos olmasından annemlerin eve teşrif ettiği bizim mutlu yuvamız saatlerine kadar kalfalara malzeme taşı, yerdeki deri artıklarını topla, aslanım iki oralet kap gel bakalım kabilinden, boş durma iş görme mevzularla oyalanırdım. çıraklarla birlikte dükkanın pasaja bakan tarafında, kulağım tecimer’in vereceği görevlere, gözlerim annemin belireceği köşeye kilitli beklerken de, cam kenarındaki yükseltisinde ayakkabılara gömülen şeref tecimer’in, bir eli çekicinde, diğer eli ağzına biriktirdiği çivi yumağında, kalfaların yanına yığdığı deri parçalarını, tabanları ve topukları birleştirirken üzerimize doğru büyüyen gölgesini izler, dişleri bir bir eksilen kara bir devin, bir bulut gibi ordan oraya hareketiyle ürperirdim.

    şeref tecimer sadece namaz vakti geldiğinde dükkana hâkim tepesinden ayrılırdı. ayakkabıcılar çarşısı’ndaki dâhili ses sisteminden ezan sesi yükselir yükselmez yanı başındaki radyoyu susturur, kapının yanında asılı emel taşçıoğlu fotoğrafına doğru belli belirsiz bir şeyler mırıldanır ve ardından pasajın içindeki mescide doğru kaybolurdu. şeref tecimer’in dükkânda olmadığı o on beş- yirmi dakikada kalfaların el şakalarından ve yavanlık dolu konuşmalarından müthiş utanır, gözüm kapıda, aklım emel taşçıoğlu’nun kulağına fısıldananlarda, çocukça bir gayretle çalışmaya devam eder, bir yandan da korkumun önüne geçemezdim: tecimer bir gün ağzına sıraladığı çivileri yanlışlıkla yutar da beni bu haytalarla yalnız bırakırsa…

    şeref tecimer namazdan dönünce kalfalar tekrar munisleşir, görgülü ve becerikli ellerini burdurlu beyefendilerin ayaklarını süsleyecek ayakkabı parçaları üzerinde gezdirmeye devam ederlerdi. akşama doğru bir vakit ev sahibimiz haydar amca da damlardı dükkana. tecimer kundura’nın birbirinden şık kösele ayakkabılarını övmekten bir hâl olsa da, karşılığında ustam 2 pide salonu’ndan (1979’dan beri) gelen pidelerle dolan midesi ve yedi derece miyop gözleriyle karısı suna teyze’nin yumuşak ve sıcak kucağına geri dönerdi. vakit geçtikçe dükkanın havası tutkal, deri, pide ve ayak kokularıyla daha da ağırlaşıp, kesim, dikiş ve baskı makinelerinin yükselen homurtuları artık iyice çekilmez bir hâl almışken annem beşinci günün şafağında kapıda belirirdi. ben daha o anda tecimer’in ağzındaki çivileri unutur, kendimi aniden bir çiçek bahçesinde bulmuş gibi ferah, emel taşçıoğlu’na iyi akşamlar dileyip arkama dâhi bakmadan dükkandan ayrılırdım.

    zorunlu müfredatın gediklisi olduğu için, eskici'ye lisede rastlamamış olmam imkânsız. halbuki benim yıllar öncesinden cebime kırıntıları dökülen madleni çayıma batırıp ağzıma götürmem çok daha sonra, ığdır'da askerdeyken gittiğim ufak bir sahafta rastladığım "en güzel gurbet hikâyeleri" kapaklı, adı sanı duyulmamış bir yayınevinin bastığı derlemeyi açıp karıştırmaya başlamamla olmuştu. büyüme hikâyelerine oldum olası tutkun olduğum için hasan’ın rüzgarlı bir rıhtımda başlayıp bunaltıcı bir arap kasabasında biten yolculuğu, ardından gelen dilsizliği ve dipsiz yalnızlığı, evimden ve sevdiklerimden yüzlerce kilometre uzak ve beni mutlu eden hemen her şeyden ve herkesten mahrum günlerimde birkaç dakika içinde gözlerimi doldurmaya yetmiş, hasan’ın günler süren suskunluğun ardından kurduğu ilk cümlede hikâyem darmadağın olmuştu: çiviler ağzına batmaz mı senin?

    daha hasan’ın cümlesi bitmeden o yirmi metrekarelik imalathanenin kapısında bitmiş, deri artıklarını toplamış, çay ocağından oraletleri kapıp fırtına gibi dükkana dönmüş, haydar amca'dan kalan pidenin köşelerini ziftlenmiş ve nihayetinde pasajın alaca karanlığındaki annemin çiçekli bahçesine adım atmıştım.

    askerlik bitip de burdur'a salimen ulaştıktan sonra ilk iş, yıllar sonra sürgünden ana yurduna dönmüş bir kral eskisi gibi, tecimer kundura'nın bulunduğu, pazar yerindeki eski evimizin karşısındaki ayakkabıcılar çarşısı'na gittim. dükkanın camına tecimer kundura - şeref tecimer no:52 levhası yerine "kardeşler ayakkabı - sonimix burdur bayii" levhası asılmış, sarı, pembe, turuncu onlarca ucube vitrini süslüyor; kırklı yaşlarının ortasını sürdüğünü tahmin ettiğim, tecimer kundura’nın eski kalfalarından biri kasada oturuyordu. kısa bir duraksamadan sonra çarşının sonundaki çay ocağına devam edip bir oralet söyledim. çoktan ölmüş arkadaşlarının, akrabalarının vaktiyle kaydedilmiş, plaktan çalınan seslerine kanıp hortumlarını sallayarak koşup gelen, sonra da ortada onlara dair kuru bir sesten başka hiçbir şey olmadığını anlayıp derin bir üzüntüye gömülen filleri ve ses kesildikten sonra hissettikleri yitikliği düşündüm. sanırım her şeyi haddinden fazla hatırlamak yalnızca biz fillere has, çaresi olmayan bir hastalık.
  • murathan mungan'ın büyümenin türkçe tarihi kitabında yeniden rastladım bu öyküye. ta ilkokul yıllarında ders kitabında okumuştum. o yaş için çok hüzünlüydü. gerçi hüznünden bir şey kaybetmemiş.
    kızıma okumak istedim. ilk bir kaç paragraf iyi gitti. eskicinin malzemeleri toplama bölümüne geldiğimde sesim tarazlanmaya başladı. al kendin oku devamını deyip verdim kitabı kıza.

    uzun süredir ağlamamıştım. ağlattı beni.
  • hatıra alıp satan adam.
  • refik halit karay'ın guzel bir hikâyesidir.
    hasan adındaki bir çocugun ailesini kaybettikten sonra halasının yanına filistin'in ücra bir kasabasına gönderilişini anlatır.
    kendi iradesinin dışında gelişen olaylara sessizce seyirci kalan hasan'ın gösterdiği tek tepki susmaktır. ta ki günün birinde halası sokaktan geçen bir eskiciyi çağırana kadar. bu arap iline hasan gibi türkiye'den giden eskici ile hasan uzun zamandır kimseyle konuşmadıkları ana dilleriyle hasret giderirler.
    hikayede anlatıcı üçüncü şahıstır. yazar hikayeye müdahale etmez. sadece gözlemlerini aktarır. bu gözlem o kadar gerçekçidir ki bizler de hasan'la birlikte o sıcak memlekette aynı yolculuğu yaparız ve kendimizi hasan'ın halasının evindeki avluda hasan ve eskiciyle birlikte ağlarken buluruz.
    buna rağmen bazen tanrısal anlatıcı izleri de görürüz.
    yazar, küçük bir çocuğun daha kendisinin bile anlayamadığı duygularını, iç dünyasını mükemmel bir şekilde aktarır. bu duygu aktarımı sırasında da ana dili konuşmanın insanların hayatında odak noktası olduğu mesajını verir. hani sahip olduğumuz şeylerin kıymetini pek de bilmeyiz ya. işte tam da bunu anlatır yazar. hayati önem taşıyan şeylerin yoksunluğunun insan hayatındaki yıkıcı etkilerini...
  • rezalet otesi mekan.. insanlar nasil gidip egleniyor buralarda anlayamiyorum. taksimdeki yer icin diyecegim tek iyi kelime yok. bir kere tekila diye verdikleri yada, viski diye verdikleri hangi doldurma ickidir bilemedim.. iceride hem kisiler hem calan muzikler hem kullanilan alkoller hepsi ucuz.. bu arada iceriye gelip eglenem genc kesime sozum yok sonucta herkese hitap eden yer zevke gore degisir.. bir daha zorda kalip arkadas ugruna gidersem asla acik icki icmem icecegim tek icki varsa tuborg yoksa b.filtresiz bira olacaktir...
  • hakan ta$iyan'in (da) gözün sevem albümünde seslendirdigi bir arabesk $arkidir.
    akordeonun etkili kullaniminin nasil da güzel sonuclara yol acabilecegini göstermesi acisindan güzel bir örnektir.
    sözleri cemal safi'ye, müzigi vedat yildirimbora'ya aittir.

    "cekinme eskici, iceri buyur
    burada bir a$kin ate$i uyur
    baktikca icimin yangini büyür
    al götür eskici, topla ne varsa
    kalmasin bu a$ktan hicbir hatira

    onundu $u masa, $u kalem, kagit
    ister sat, istersen hayrina dagit
    bitsin bu hickirik, dinsin gözya$i
    al götür eskici, topla ne varsa
    kalmasin bu a$ktan hicbir hatira

    hepsinde ya$anan binbir ani var
    hepsinin bir $eyler söyler yani var
    icimde bu a$kin hatirasi var
    al götür eskici, topla ne varsa
    kalmasin bu a$ktan hicbir hatira"
hesabın var mı? giriş yap