• okunduğu zaman jane austen'ın kendisine ait bir odası bile olmadığını, her türlü hengamede mutfak masasında çalışarak kitaplarını yazdığını öğrenip, kendine ait koca ev ve teknik donanıma karşın ancak sanal bir sözlükte geyik yazarı olabileceğinizi bir kez daha kavratıp üzen kitap.
  • kendine ait bir oda. iletişim'den çıkan baskısıyla ortalama 127 sayfalık bir kadın manifestosu.

    "erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları ezeli ve de ezici bir soru vardır: 'bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. madem öyle, neden shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?' işte virginia woolf bu yakıcı soruya tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor." arka kapak.

    woolf'un "kediler cennete gitmez. kadınlar shakespeare oyunlarını yazamaz." diyen yaşlı piskoposa cevaben düşlediği çarpıcı senaryo şöyle: "shakespeare'in judith adında son derece yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı neler olurdu, şöyle bir tahmin yürütmeye çalışayım. shakespeare büyük olasılıkla liseye gitmiş, latince -ovid, virgil ve horace- ve gramer ile mantık üzerine bilgi edinmişti, çünkü annesine yüklü bir miras kalmıştı. çok iyi bilindiği gibi tavşan avlayan, belki de geyik vuran ele avuca sığmaz bir oğlandı ve yapması gerekenden çok daha önce, kendisine normalden çok daha kısa bir sürede çocuk doğuran, komşu çevrelerden bir kadınla evlenmek zorunda kalmıştı. bu felaket, onun şansını denemek için londra’ya gitmesiyle sonuçlanmıştı. tiyatrodan hoşlandığı anlaşılıyor; bu işe sahne kapısında at tutmakla başladı. kısa sürede tiyatroda iş bulup başarılı bir oyuncu oldu ve dünyanın merkezinde yaşamaya başladı; artık herkesle karşılaşıyor, herkesi tanıyor, sanatını tahtaların üzerinde uyguluyor, zekasını sokaklarda kullanıyordu ve kraliçenin sarayına giriş hakkını bile elde etti. bu arada, olağanüstü yetenekli kız kardeşinin evde kaldığını varsayalım.

    o da aynı ölçüde maceracı, aynı ölçüde yaratıcıydı ve dünyayı tanımak için aynı ölçüde yanıp tutuşuyordu. ama okula gönderilmedi. horace ve virgil okumak bir yana gramer ve mantık okumak gibi bir olanağı dahi yoktu. arada bir eline bir kitap, belki de erkek kardeşininkilerden birini, alıp birkaç sayfa okuyordu. tam o anda annesi ya da babası içeriye girip çorapları yamamasını ya da pişen türlüye bakmasını ve kitapla kağıtla oyalanmamasını söylüyordu. sert ama şefkatle konuşurlardı, çünkü bir kadın için yaşam koşullarının ne denli zorlu olduğunu bilen ve kızlarını seven dürüst insanlardı -hatta büyük bir olasılıkla judith babasının gözbebeğiydi. belki de bir elma ambarında gizlice birkaç satır karalamış, ama yazdıklarını özenle saklamak ya da yakmak durumunda kalmıştı. ne var ki, daha yirmisine varmadan tanıdık bir yün tüccarıyla arasında söz kesildi. evlilikten nefret ettiğini haykırdığı için babası tarafından dövüldü. sonra babası onu azarlamaktan vazgeçti. bunu yerine kendisini incitmemesi, bu evlilik meselesinde onu utandırmaması için kızına yalvardı. ona bir dizi boncuk ya da güzel bir etek vereceğini söyledi; gözlerinde yaşlar birikmişti. judith ona nasıl karşı koyabilirdi? babasının kalbini nasıl kırabilirdi? ancak yeteneğinin gücü onu buna zorluyordu. eşyalarını küçük bir çıkına koyup bir yaz akşamı iple pencereden aşağıya indi ve londra’nın yolunu tuttu.

    henüz on yedisinde değildi. çalılıklarda ötüşen kuşların sesi kulağa onun sesi kadar hoş gelmezdi. erkek kardeşininki gibi bir yeteneğe, sözcüklerin uyumu konusunda son derece canlı bir imgeleme sahipti. yine kardeşi gibi tiyatrodan hoşlanıyordu. sahne kapısına dikilip oynamak istediğini söyledi. adamlar gülüp onunla alay ettiler. şişman, ağzı bozuk bir adam olan tiyatro müdürü kaba bir kahkaha savurdu. kanişlerin dansetmesi ve kadınların oyunculuk yapmasıyla ilgili bir şeyler böğürdü, hiçbir kadın tiyatro oyuncusu olamaz dedi. bir şeyler çıtlattı -ne olduğunu tahmin edebilirsiniz. sanatında eğitim görmesi mümkün değildi. akşam yemeği için bir tavernaya gidip geceyarısı sokaklarda dolaşabilir miydi? ne var ki yazarlık dehası kıza rahat vermiyor, erkeklerle kadınların yaşamlarını ve huylarını inceleyerek açlığını doyurmak için yanıp tutuşuyordu. sonunda -yüzü inanılmaz biçimde shakespeare'e benziyordu; aynı çelik mavisi gözler, aynı kavisli kaşlara sahipti- oyuncu menajeri nick green, ona acıdı; judith bu beyefendiden hamile kaldığını öğrendi ve böylece -bir kadın bedeninde kıstırılıp kalmış bir şair ruhunun şiddetini ve ateşini kim ölçebilir?- bir kış gecesi canına kıydı. şimdi otobüslerin durduğu bir kavşakta gömülü yatıyor.

    döneminde bir kadın onun dehasına sahip olmuş olsaydı, sanırım öyküsü böyle yazılırdı."

    (sayfa 53-55, iletişim, çev. suğra öncü)
  • tüm genç kızlara tavsiyem, tümü için dileğimdir; kendilerine ait bir odada bu kitabı okuyabilmeleri...
  • "women have served all these centuries as looking glasses possessing the power of reflecting the figure of man at twice its natural size. kadınlar bütün bu yüz yıllar boyunca erkeklere, onları gerçekte olduklarının iki misli büyüklükte gösterme gücüne sahip aynalar olarak hizmet ettiler."
  • kadın neden para kazanmalı?
    neden kendine ait bir odası olmalı?
    o odanın kirasını neden mi kendisi vermeli?

    ozgur olmak boyle bir sey iste, buyrun okuyun hanımlar...

    zihninizi fazla ozgur bırakıp,
    atmadan kendinizi ırmaga...

    ben cok sevdim ve etkilendim, bir digeri icin;
    (bkz: mrs dalloway)
  • okurken eline bi kalem alıp amaçsızca ve öylesine yazmak istiyor insan. sadece yazmak. düşünmeden. biraz da ne düşüneceğini bilemiyor çünkü. bahsedilen binlerce şey birbirine giriyor. kadınları her yerden çekiştiren bir sürü durum vardır, bilirsiniz.
    şu da tadımlık olsun. sadece yazarken değil, yaşarken de bir kadının içinin bi köşesinde asılı dursun:

    "bir roman gerçek yaşama benzediğine göre, değer ölçütleri de gerçek yaşamınkileri andırır. ama kadınların değer ölçütleri çoğunlukla karşı cinsin koyduklarından farklıdır; bunun böyle olması da çok doğaldır. ama geçerli olan erkeklere özgü değer ölçütleridir. kabaca dile getirilecek olursa, "önemli" olan futbol ve spordur; modaya taşınmak, giysiler satın almak "önemsiz"dir. ve bu değer ölçüleri kaçınılmaz biçimde yaşamdan yazına aktarılırlar. eleştirmen bu önemli bir kitap diye düşünür, çünkü savaşı ele almaktadır. bu önemsiz bir kitap, çünkü oturma odasındaki kadınların duygularını ele alıyor. bir savaş sahnesi bir dükkan sahnesinden daha önemlidir. değer ölçütlerinin farklılığı, daha incelmiş biçimlerde her yerde varlığını sürdürür. bu yüzden yazarı, doğru yoldan hafifçe sapmış bir zihne sahip ve dışsal bir yetkenin etkisinde kendi kavrayışını değiştirmek zorunda bıraklımış bir kadınsa erken, 19. yüzyıl romanının yapısı tepe taklak olur. yazarın eleştiriyle karşılaştığını, şunu ya da bunu direnme veya uzlaşma yoluyula dile getirdiğini sezmek için kişinin yalnızca o çoktan unutulmuş eski romanlara şöyle bir göz gezdirmesi ve onları dile getiren sesin tınısına kulak vermesi yeter. yazarın sözleri ya saldırganlık doludur ya da büyük bir boyun eğmişlik ifade ediyordur. yazar ya "yalnızca bir kadın" olduğunu kabul etmekte ya da "bir erkek kadar iyi" olduğunu ileri sürerek karşı çıkmaktadır. eleştirileri, huyuna göre ya yumuşak başlılık ve çekingenlikle ya da öfke ve direnmeyle karşılamaktadır. ne gibi bir tepki gösterdiği hiç fark etmez; önemli olan asıl konudan başka şeyler düşünüyor olması. ve bu noktada kitabı tepe taklak düşer. tam orta yerinde bir aksaklık vardır. ve elden düşme kitap satan dükkanlarda, bir elma bahçesindeki üzerleri kabarcık dolu hastalıklı elmalar gibi etrafa saçılmış yatan kadın yazarların kitaplarını düşündüm. onları çürüten tam orta yerlerindeki aksaklıktı. kadın yazarlar kendi değer ölçütlerini, başkalarına uymak adına değiştirmişlerdi." (s.82-83)
  • "a room of one's own"un tenkit niyetli bir eser olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz ama konu bu tenkitin neye yöneldiğini teyit etmeye geldiğinde mesele çatallaşıyor.

    yüzeysel bir okuma, okuyucuyu «woolf, burada, erkek egemen toplum düzenini kadınlar üzerinden eleştiriyor» demeye sevk edebilir ama okuyucu bir nebze olsun gözü açıklık etmeli, yüzeysel okumaların sık dalgalarına karşı direnmesini bilmeli ve "anlamak" eyleminin yüzeye yayılmakla değil, derinlere inmekle başarıldığını aklından çıkarmamalı. sık dalgalar arasından kendimizi kurtarıp kulaçlarımızı "a room of one's own" ummanının derinliklerine doğru atmaya başladığımızda virginia woolf'un tenkit oklarını yönelttiği hedefi, sualtının mümkün kıldığı bir netlikte görebiliyoruz:

    woolf, burada, erkek egemen toplum düzenini kadınlar üzerinden eleştirmiyor. o, kadınların durumunu, yine kadınların kendi durumlarına karşı sergiledikleri tutumları üzerinden irdeliyor. woolf, kadınları ardına, erkekleri karşısına alıp yumruğunu havaya kaldırıp "kadıncı" bir hareket prensibinin başbuğluğunu yapmaya çalışmıyor. woolf, cepleri çuvaldızlarla dolu bir halde meydana yürüyor, fakat bu çuvaldızları sıkıca kavrayıp köklü bir düşmanlıkla erkeklere doğru hücum etmek yerine, evvela ayaklarını yere sağlam basıyor, içinde bulunduğu meydanın peyzajını detaylıca gözlemliyor ve kendisini (ve kendisi sembollüğünde kendi cinsiyetini) geleceğe götürecek olan motivasyonu erkeklerin kanında değil, kendi bileğine batırdığı iğnenin açtığı gedikten süzülen kanın kızılında buluyor. ve ilk yayınlandığı günden bugüne kadın hareketinin başucu eserlerinden biri olarak raftaki yerini korumuş olan yapıtını, erkek egemenliğinde bina edilmiş bu kapitalist toplumda kadınların tutumlarına yönelik bir tenkit metni olarak ortaya koyuyor.

    ve şöyle diyor;

    «genç hanımlar, bence sizler utanç verici ölçüde bilgisizsiniz. bir tek önemli buluşunuz yok. hiçbir zaman bir imparatorluğu yerinden sarsmış ya da bir orduyu savaşa götürmüş değilsiniz. shakespeare'in oyunları sizlere ait değil ve hiçbir zaman barbar bir kavmi uygarlığın iyi yönleriyle tanıştırmadınız.»

    bunları diyor ve hemen ardından şu soruyu soruyor: «özürünüz ne?» ama ben derim ki, woolf'un bu soruyu sormadan evvel yaklaşık yüz sayfada tartıştığı ve yeterince somutlaştırdığı özürlerden söz açmadan evvel, «kadın hareketi ile shakespeare'in n'alakası var?» sorusunu sorup yanıtlayalım.

    woolf, william shakespeare'i, eli edebi kaygılarla kalem tutan bir insanın ulaşabileceği zirvelerden en yükseği olarak betimliyor ve shakespeare'i "shakespeare" yapanı işaret ederken, mürekkep lekeli parmağını onun eserini eksiksiz ve olduğu gibi ortaya çıkarmasını sağlayan akli ve ruhi berraklığı ile uyumuna doğrultuyor. shakespeare'in yanı sıra john keats, laurence sterne, samuel taylor coleridge, percy bysshe shelley ve marcel proust gibi "engellenmemiş" isimler sıralayan woolf, erkek yazarları "iyi beslenmiş", "iyi eğitilmiş", "karşı çıkılmamış", "dilediği yönde gelişebilmiş" insanlar olarak, onlardan çıkan eserleri ise "dolaysız" ve "dosdoğru" eserler olarak niteliyor. shakespeare'i ve daha nicelerini böylece tanımlayan woolf, tam da bu noktadan hareketle parmağını kadın yazarların belki de en önemli sorununa bastırıyor: woolf, kadın yazarlardaki yetersizliği kabul ediyor ve bu yetersizliğin çağdaş nedenini, onların başkalarının düşüncelerine mantığın ötesinde aldırış etmelerinde ve zihinlerinin nefret ve üzüntüyle başka yöne çekilmiş ve yorgun düşmüş olmasında arıyor ve buluyor da.

    woolf'a göre kadın yazarlar, daha doğrusu jane austen dışındaki kadın yazarlar, kendilerine has, (erkekleşmemiş ama) kadınlığı erkeksilikle çeşnilemiş bir edebi dilden yoksunlar. onlar, erkek egemen toplumdaki konumlarıyla o denli meşguller ki, dünya meseleleriyle ilgilenmeye bir türlü vakit bulamıyorlar. es kaza vakit bulduklarında ise bunu içe dönüşlü bir yöntem izleyerek, yani dünya meselelerini kendi meselelerinin çerçevesi dahilinde irdeleyerek yapıyorlar. misal, winchilsea kontesi anne finch ile anne bradstreet'in şiirleri... her iki şair de, şiirlerine konu edindikleri dertlere bakıldığında, kendilerini bir zindandaymış gibi hisseden ve şiirlerini hayallerinde yeşerttikleri çayırlar yerine zindan duvarlarındaki lekeleri, zemindeki hamamböceklerini betimleyerek ören tutsaklara benziyorlar. anne finch, "kalemini deneyen kadın"ın erkek egemen toplum tarafından nasıl alaya anıldığından bahsedip bundan dert yanarken, anne bradstreet ise bu işi "erkek yazarlardan daha aşağı" olduğuna yönelik öğrenilmiş bir çaresizlikle yapıyor. böylece "tüm zamanların" olmaktan adım adım uzaklaşan kadın edebiyatı, salt kendi devrinin dertleriyle hemhal olmayı başaran, onu da meselelere nüfus etmekte zorlanarak yapan bir edebiyat halini alıyor.

    fakat woolf, kadın yazarların ufkunun darlığını salt işaret etmekle yetinmiyor; onların yaratıcılıklarını böylesi sakatlayan nedenleri de etraflıca inceliyor. evet, «shakespeare'in oyunları sizlere ait değil» diyen woolf, hiçbir kadının shakespeare'in dehasına sahip olamayacağını çünkü shakespeare'inki gibi bir dehanın köle gibi çalışan, hiç eğitim görmemiş ve hizmet sunmakla yükümlü insanlar arasından çıkamayacağını da söylüyor. bu söylemiyle de kadın yazarlardaki ufuk darlığının onların cinsel varoluşlarıyla bir ilgisinin olmadığını, sebeplerin sosyal ilişkilerde, sınıfsal ayrımlarda ve toplumsal cinsiyet rollerinde aranması gerektiğini söylemiş oluyor. erkek yazarların eserlerinde "yaşamın ve güzelliğin timsali" olarak betimlenen kadının gerçek hayatın mutfağında işkembe doğradığını, kadınların yüzyıllar boyunca «benimdir!» diyebilecekleri bir yarım saate dahi sahip olamadıklarını, brontë kardeşlerin bile o caanım eserlerini kendilerine ait odalarda değil, kendilerine ait olmayan evlerin oturma ya da yatak odalarında yazdıklarını, zihinsel özgürlüklerini satın alabilmelerine yetecek maddi bir gelirden yoksun bırakıldıklarını ve böylelikle nesiller boyunca erkeklere bağımlı kaldıklarını söylüyor. "on the art of writing" adlı yapıtında «günümüz toplumunda yoksul ozanın en ufak bir şansı yoktur» diyen sir arthur quiller-couch'u alıntılayan woolf, kadının yüzyıllardır tam da bu şanssızlıkların göbeğinde yaşam sürmek zorunda kaldığını ve bunun kaçınılmaz bir neticesi olarak erkek yazarların sanatsal yeterliliğine yetişebilen eserler vermekte başarısızlığa uğradığını ifade ediyor.

    ve tüm bu ezeli sıkıntılardan kurtuluş biletine bedel olarak (1928'in parasıyla) 500 sterlinlik bir fiyat biçen woolf, kendisinden bir william shakespeare yaratmak isteyen kadına yalnızca kendisine ait olacak olan o "oda"yı işaret ediyor ve son kertede şöyle diyor:

    «eğer bizler onun için çalışırsak, o ozan gelecektir ve bunun için çalışmak, yoksulluk içinde ya da tanınmadan dahi olsa çabaya değer.»
  • edebiyat öğretmeni falan olsaydım ilerde cinsiyetçi olmasınlar diye öğrencilere zorla okutacağım virginia woolf kitabı. benden nefret ederlerdi; ama ilerde anlarlardı, severlerdi beni kesin.
  • modern zamanın en yaratıcı feminist yaklaşımlarından biridir.
  • virginia woolf 1929 yılında yayınlanan bu kitabında shakespeare'in kız kardeşi olsaydı acaba abisi gibi yeteneğiyle sesini duyurabilir miydi fikrinden yola çıkarak yazarın hayali kız kardeşiyle konuşur ve bu hayali kahramanın trajik yaşam öyküsüyle kadınların yüzyıllardır çektiği acıları yansıtmak ister.
hesabın var mı? giriş yap