hesabın var mı? giriş yap

  • (bkz: sead halilagic dost)

    önce galatasaray'a geldi bu tosun. kulup sahip cıkmadı. hatta o dönem parası ödenmedigi icin ayrılan bekcinin kulubesini sead'a verdiler. kafasına da bir $apka takıp bekcilik yaptı bir süre. o kulube icinde $iirler yazdı ve kitap cıkarttı, istanbulspor, adanaspor, be$ikta$ formaları giydi.
    galatasaray forması giydigi dönem de $ampiyon yapamadı takımını ama be$ikta$ forması giyerken galatasaray'ın $ampiyonluguna katkı yapmı$tır.
    neresinden tutarsanız unutulmaz iyi bir insandı.

  • yaptıkları yalan olan muhterem. evliya çelebi gibi duy da inanmacılığın sembolü, hiç güvenilir olmayan bir adamın seyahatnâmesinde kim bilir hangi kafayla kayda geçtiği büyük bir muammadır. lakin insanoğlu efsanelere çabuk bağlanır.

    sözüm ona bu uçma hadisesi, alkollü içki tüketimini halk tabakasında dahi men etmek suretiyle alkolsüz hava sahası yaratma arzusundaki iv. murad saltanatında vuku bulur. birincisi iv. murad gibi geç bir dönemde vakayinâme yazımı had safhadadır, tahrir defteri kusursuz tutulmaktadır, istanbul hududlarındaki uçan dişi sinek bile kayda geçer. hele ki iv. murad gibi pimpirikli bir sultan, bu gibi bir hadiseyi katiyen atlamaz, şahsi rûznamesine şüphesiz hemen işlerdi. hiçbir şey olmasa, derin araştırmaları olduğu öne sürülen bu muhteremin bir takım eskizlerine, kanat tasarımlarına rastlanılması gerekirdi. lâkin evliya çelebi müptezeli haricinde hiç kimse böyle bir veri işlememiştir defterine. gel gelelim bu döneme tekabül eden kent yaşantısında alkolün de yasaklanması ile beraber insanlar kısmî bir içe dönüş yaşamış, kendilerini haşhaşın huzurlu kollarına bırakmıştır. benim bildiğim kadarıyla da osmanlı şehirlerinde haşhaş ve kenevir tüketimi bu dönemde had safhaya ulaşmıştır. bu gibi kafası güzel ortamlarda böylesi hikayeler uydurulması pek normaldir. adamın biri galata'dan kendini atacak bilmemnereye konacak. lakin bu kıymetli hadise hiçbir deftere işlenmeyecek. şaşılacak iştir. böyle bir zat'ın varlığını inkar etmek yersizdir. pek tabi yaşamış olabilir böyle bir insan. uçuş meraklısı da olabilir. lakin galata'dan atlayıp üsküdar'a konması şimdilik hayal ürünüdür. hele ki, sultan'ın "böyle zeki adamlar pek zararlı olur" diyerek kendisini cezayir'e sürdüğü ise hiç inanılası değildir. osmanlı ilmin memleketidir. böylesi hadiselere ehemmiyetle yaklaşılır.

    her şeyden evvel; herhangi bir mevzuda ilk olmayı gurur belleyip, yedi cihana ilan etme vazifesine sahip olan osmanlı elçileri, böylesi bir hadiseyi anadolu'dan evvel avrupa'ya duyururdu. avrupa nazarında kendisini debdebeli bir yaşam biçimine sahip, cihanşümul bir imparatorluk olarak tanıtma merakına sahip olan idari sistem böylesi bir vakayı kesinlikle dünya'ya açıklardı. resmî dünya tarihine geçerdi bu durum. bilumum kronikte satır başı edilirdi. bugüne döndüğümüzde ne görüyoruz? türk milletinden başka tanıyan yok bu hadiseyi ve bu muhteremi. zîra tarihimizi ecnebi kaynaklardan takip etmeyi bilmediğimiz için efsanelere körü körüne inanan bir milletizdir. tarihi mitolojiden ayıran en mühim husus ise bir kısım vesikadır. kayıtları vâr olan hadiseler evet yaşanmıştır ve tarihe geçmiştir. bütün bunlar bir yana yazılı kayıtlara bile körü körüne inanmak sakıncalıdır. kendisini temize çıkarmak için yalancı vesikalar işlemeye meyletmiş muhteremler malesef vardır. lâkin hiçbir resmî kaydı bulunmadığı gibi, efsane olduğu gün gibi ortada olan böylesi bir vakaya ise, resmi bir kayıt bulunana dek inanmak ancak kendini kandırmaktır.

    hoştur böylesi efsanelere inanmak. lakin boştur. bildiğim kadarıyla resmi tahrirlere geçen ilk uçma sevdalısı türk, minareden atlayan imam cevheri efendidir. mamafih yere çakılmıştır.

  • belediye otobüsünde bir amca ile aramda geçen diyalogda, yanıma doğru geldiğini görmem ile ayaklanıp;

    ben: gel amca otur ben zaten inicem şimdi.

    amca: burası mı rezerve edildi, ben daha önlerden bir yer ayırtmıştım ama heralde kapıldı... :)

    ben:hönk

    tabi çoğu kişi bu diyalogu duydu ama birkaç saniye tepki veremedi, meğersem amca patlatmış espiriyi. sonrasında otobüste gülüşmeler... tabi kimse 70'li yaşlarda amcadan böylesi zeka ürünü bir cevap ve sempatiklik beklemiyordu. o kadar alışmışız ki sen kalk ben oturucam tarzında olaya bakan yaşlı sinirli teyzelere...

  • para kazanmak için yazılan bir kişisel gelişim kitabını kanıtlamak için başka kişisel gelişim websitesinden verilen ornekleri gördüğümüz olaydır.

    bak arkadasım az uyuyan afyonu henüz patlamamış birine anlatır gibi anlatıyorum. günde 8 saat uyursan bu seni aptal yapmaz, iki saat uyuyup zombi gibi geziyorsan da bu senin tercihindir ama sana da normal uyuma düzeni olanlara aptal deme hakkını vermez.

    kisa uyuma konusuna gelince bu konuda yapilan bilimsel arastirmalar var, bak burada amerikan kalp sagligi akademisi tarafindan yapilan az uyumanin hipertansiyon riskini arttirdigina dair arastirmanin detaylari var

    bak burada da yeteri kadar uyumayan genc yetiskinlerin genel sagliklarinda gorulen bozulmalara yonelik bir calisma var

    bir baska calisma da kisa sureli uykunun kadinlarda olum riskini nasil arttirdigina dair yapilmis

    para kazanmak icin yazildigi bu kadar belli olan bir kitabi ovenleri gercekten anlamiyorum. bir de kalkip "ama da vinci 2 saat uyuyormus" diyenler var ya onlar herhalde gunde 4 saat daha az uyusalar da vinci falan olacaklarini zannediyorlar. bu son link de onlar icin gelsin

  • "eğer bir gün söylediklerim bilimle ters düşerse siz bilimi seçin." diyebilmiş bir insandır.

    insanlık tarihinde tüm gücü eline almışken bu lafı edebilmiş çok az aydın siyasetçi var. tüm söylediklerinden öte bu lafı benim kendisine olan saygımın sebebi. içinde ego yok, çıkar beklentisi yok, insanın nefsine dair en ufak emare yok.

    çok açıkça doğruya yönelin beni olduğumdan fazlası haline getirmeyin. doğruyu işin uzmanından öğrenin diyor.

    bir siyasi lider daha ne demeli nasıl gelecek nesilleri yönlendirmeli bilemiyorum. ben elimden geleni yaptım gerisini aklın bilginin ışığında siz yapın diyor işte. bilime, veriye güvenin onu üretene danışın diyor.

    araştırın, öğrenin, sorgulayın diyor.

    kimsenin kölesi, fikirlerinin uşağı olmayın, hayatı ilimin fenin sağladığı konfor içinde özgürce yaşayın diyor. lider aramayın kral, padişah, reis peşinde koşmayın doğrudan başka yön göstericiniz olmasın diyor.

    her zaman için geçerli ve kesin doğru yoktur, benim söylediklerim de yeni keşiflerle yanlışlanabilir, hatalı olduğu ortaya çıkabilir. o vakit geldiğinde hıyar gibi atamız liderimiz paşamız hata yapmaz biz onun dediğini yapmaya devam edeceğiz demeyin diyor.

    adam halkını tanıyor.
    olacakları görüyor.

    bilginin kaynağına inin okuyun öğrenin sonra da bu veriyi kendi aklınızda işleyip ona göre hareket edin diyor.

    daha ne desin?

    atatürk bu sorgulama fakiri toprakların üzerinden muson yağmuru gibi yağıp geçmiş gerçekten. yeşertebildiğini yeşertmiş kalanları da tüm memlekete kök söktürmeye devam ediyor.

    ancak yanlış anlaşılmasın bir yılgınlık, umutsuzluk hali değil benim içinde olduğum. daha önce de yazdığım gibi bu memlekette insana, sanata, estetiğe, tekniğe dair güzel olan ne varsa görüyoruz ki hala o tertemiz yüzlü aydınlık cumhuriyet çocuklarının elinden aklından gönlünden ortaya çıkıyor. inanın bu ilerleme yenilemez, yıpratılamaz, durdurulamaz.

    aksine üretilen her sanat eserinde, yazılan her makalede, keşfedilen her teknolojide büyür çoğalır güçlenir. iyi olanın bağırılıp çağırılarak propagandasının yapılmasına gerek yoktur. iyi olan ışıldar.

    bunu bilimin aydınlığı ile yıkanmamış bağnaz zihniyetlerin ortaya koydukları işlere bakarak kendiniz de görebilirsiniz. oluk oluk akan kaynağa sınırsız zaman ve insan gücüne, propagandanın en büyük borazanlarına sahip olmalarına rağmen çıkabildikleri seviye dombra, koalisyon şiiri, derin uyku, kod adı koz.

    ben lütfedip hatırlatmasam adı uzay boşluğunda 20 gün yankılanmayacak ideoloji pompası işler hepsi. bu insanların satın almadıkları tek güzel şeyleri yok.

    o yüzden size yılgınlık yakışmaz ali ismail yüzlü güzel çocukları cumhuriyetin. siz içinizi ferah, başınızı dik tutun. bilgiye, sanata, eşitliğe, özgürlüğe, adalete inanın.

    göreceksiniz biz cehaletle verdiğimiz mücadeleyi zaten 92 yıl önce kazandık. şu an yaşadıklarımız, korkunç vahşiliği ile ölüm sancısı orta çağ zihniyetinin.

    çok değil birkaç yüz yıl sonra siz de benim kadar ümitli olacaksınız,

    cumhuriyet çocukları

    bayramınız kutlu olsun.

  • progresif metalin en önemli isimlerinden dream theater, the astonishing ile dinleyenlerini ortadan ikiye ayırmıştı. bir süre albümlerindeki kalitenin aşağıya düşmesi ile suçlanan grup, kurucusu ve müzik dünyasının en önemli davulcularından mike portnoy ile yollarını ayırınca dinleyiciler zaten gruptan umudunu kesmişlerdi. the astonishing de iki saatten fazla süren, bir disney hikayesi gibi ucuz konusu ve broadway müzikali tadında şarkılarıyla dolu bir albüm çıkınca, dream theater'ın geleceği hakkında soru işaretleri oldukça güçlü bir şekilde belirmeye başlamıştı.

    grubun yeni albümü distance over time, dümeni the astonishing'in tam tersine kırmış. bu albümde bir konsept yok. her şarkının kendine özgü bir tarzı, bir hikayesi var. uzun bir albüm yerine, tadında bırakılmış bir albüm dinliyoruz. ballad da var, çok sert şarkılar da. kısacası herkese hitap edebilecek bir eser. albümü alıp götüren isimleri john petrucci ve mike mangini olarak görüyorum. petrucci, çok komplike olmayan ama oldukça sıkı ve sert gitar rifleri ve başta "fall into the light" olmak üzere güzel sololarla albümü beslemiş. mangini 'nin performansını çok beğendim. portnoy'un enerjisi yok tabii kendisinde (ki belki de bu psikolojik bir yanılsama) ama ruhsuz bir durum yok. davullar çok iyi kaydedilmiş ve mangini, birçok şarkıyı bir üst seviyeye çıkarmış. rudess'i biraz geri planda buldum bu albümde. acaba kendisinin solo albümü ile ilgili bir durum mu yoksa miksaj kurbanı mı yoksa benim malligim mi bilmiyorum. labrie, bildiğimiz labrie. iyi performansları da var, üzerinde hafif oynanmış vokal performanslari da var. myung ise "s2n" dışında pek dikkatimi çekmese de basçının albüm tanıtımı sürecinde sesini normalden fazla duyurması çok hoşuma gitti.

    albümden yayınlanan ilk şarkı untethered angel belki artık onlarca kez dinlemiş olduğumdan kulağa çok iyi geliyor. ilk dinlediğimde vasat üstü bulmuşken şimdi oldukça sağlam bir şarkı olduğunu düşünüyorum. petrucci'nin ana gitar rifi çok sağlam. ne zaman şarkı bu rife dönse, şarkının özünü bulduğunu düşünüyorum. bunda mike mangini'nin bu rifı zenginleştiren güçlü davulunun da etkisi var. ayrıca rudess'in güzel klavye numaraları şarkıya heyecan katıyor. müzikal olarak ise en kral anlardan biri solo öncesi bu yukarıda değindiğim üçlünün uyum içinde çaldığı (ve sonlara doğru myung'ın basının da dahil olduğu) kısa pasaj. sonra giren klavye ve gitar atışması da çok iyi. ama belki de petrucci'nin iki gitar üst üste kaydettiği kısa melodik solo şarkının en iyi yeri olabilir (gel gelelim şarkının klibinde bu süper solo sırasında gösterilen petrucci'nin mangal yapma görüntüleri gözümün önünden gitmiyor). tek eleştirinin vokal kaydının pek temiz olmaması. bu nakaratta daha bir belli. önce bu problemin labrie ile ilgili olduğunu sansam da ilk klavye solonun miksajinda da aynı hisse kapılıyorum. ama genel anlamda bir tanıtım şarkısı ya da albüm açılışı olarak çok başarılı.

    untethred angel'ın bir single havası var elbet ama eğer radyolarda çalacak bir dream theater sarkisindan bahsediyorsak paralyzeda deginmeden olmaz. albümün en enerjik şarkılarından biri bu şarkı. dream theater standartlarına göre basit bir ritmde ilerleyen, az sürprizli ama oldukça kaliteli bir eser. kıtalarda labrie'nin sakinliği ve petrucci'nin sert gitar riflerinin yarattığı ikilik çok iyi. klavyenin biraz geride kalması nedeniyle oldukça sıkı bir alternative metal şarkısı gibi kulağa geliyor. hızlıca bir doz dream theater almak isteyen metal müzik bağımlıları için kaçırılmaması gereken bir şarkı.

    albüm çıkmadan tanıştırıldığımız bir başka şarkı fall into the light albümde üçüncü sırada karşımıza çıkıyor. sıkı bir metal şarkısı gibi gözükse de aslında sözlerinde ve nakarattaki müzikte bir duygusallık öne çıkıyor. ama şarkının en güzel yeri sanırım gitar solosu. daha ilk dinleyişte beni vurmuştu. şarkıyı o kadar çok dinledim ama fikrim değişmedi. akustik gitar ile başlayan solo, şarkının farklı bir havaya bürünmesini sağlıyor ve yukarıda bahsettiğim duygusallığı birkaç adım öne götürüyor. bence bu solo - özellikle de elektro gitarın da akustik gitara katılması ile - dream theater tarihinin en epik anlarından biri. "dream theater duygusuz yeaaa" diyenlerin suratına tam bir yumruk. bunun dışında mangini'nin şarkının başında, solo sonunda ve şarkı sonunda yaptığı davul atakları başta olmak üzere tüm şarkı boyunca süren yüksek performansına da şapka çıkarmak lazım. labrie de oldukça iyi bir performans göstermekte. albümün zirve noktası benim için bu şarkı.

    gel gelelim barstool warrior benim için albümün en zayıf şarkısı. kabul ediyorum, adından dolayı daha dinlemeden bir antipatim vardı ama şarkıyı dinleyince bu antipatimin yersiz olmadığı belli oldu. bir kere barda içip, efkar yapan bir insanın hikayesi çok acayip bir arka planı yoksa zaten baştan gereksiz bir konu. burada da oyle bir arka plan yok. sözler sanki dünyanın en ciddi konusunu anlatıyor ama öyle bir durum söz konusu değil. müzikal olarak da falling into infinity kokan, şarkının sözleri ile pek alakalı durmayan bir pozitif hava var. özellikle baştaki gitar solosu sanki çok eğlenceli bir şeyler dinleyecekmişiz gibi hissettiriyor. ama bu doğru çıkmıyor. özellikle nakaratı, the astonishing'in gereksiz "lay lay lom" bulduğum şarkılarına benziyor. bu arada şarkının nakaratı ve piyano solosu bana sanki dream theater'ın billy joelun meşhur piano man şarkısından etkilendiğini düşündürtüyor. ama joel'daki o derinlik, hüzünlü neşe burada tutturulamamış. ama bu bahsettiğim piyano solosu myung'ın bas numaraları ve petrucci'nin gitar efektleri ile birleşince çok kötü olmamış. bu piyano solosu ve onu takip eden gitar solosu etkileyici ama şarkının geri kalanını ne söz, ne müzik olarak çok başarılı buluyorum.

    albümün en sert şarkılarından biri room 137. şarkının netameli havasını çok beğendim. sadece ismine bakınca bile insanın aklına bir hikaye geliyor: "acaba 137 numaralı odada ne var?". ve bu da aslında gerçek bir öyküye dayanıyormuş. mike mangini, şarkının bpm'sinin 137 olduğunu görünce aklına fizikçi wolfgang pauli gelmiş. pauli, 1/137'ye denk gelen fine structure constantin neden bu rakam olduğunu deli gibi araştırıp hasta olunca hastanede oda numarasının 137 olduğunu görünce öleceğini anlıyor. mangini de sırtını bu öyküye dayayarak dt kariyerinde ilk kez söz yazmış. dediğim gibi, şarkının sert ve ağır ilerleyen tekin olmayan bir havası var. klavyeden çıkan notalar da şarkıya hafiften bir korku filmi soundtrack'i havası veriyor. şarkının çok da beğenmediğim tek bölümü herhalde labrie'nin bol phaser efektiyle söylediği kıta olabilir. o bölümleri dinlemesi çok zevkli değil.

    s2n (ve hayır, ismiyle ilgili şaka yapmacağım), john myung'un çok gaz bir bas gitar rifi ile açılan ve o rifin üstünden devam eden bir şarkı. john myung, ayrıca petrucci'yle beraber şarkının sözlerini de yazmış. yani myung'un albümde parladığı eser diyebiliriz. grup, bu gaz rifin üstüne oldukça enerjik bir performans göstermiş. son nakaratın ardından gelen ritmin ağırlaştığı ve rudess'in solosunun başı çektiği bölüm kendi içinde ufak bir şarkı gibi. şarkının nakaratı da başarılı. vokalleri kötü değil ama bir garip. şarkının girişinde üstünde oynanan bir konuşma bulunurken, şarkının "shocking truth, climate change" diye başlayan bridge kısmında labrie'ye sanki birileri eşlik ediyor gibi (petrucci? yoksa labrie kendi sesini farklı şekillerde de kullanmayı mı öğrendi?). şarkının alamet-i farikası herhalde petrucci'nin hız limitlerini aşan solosu sonrası enstrümantal kısma son verilirken kısa bir sessizlikte arkadan gelen "wow" repliği olsa gerek (merhaba owen wilson). grubun hayranları arasında bu "wow" kısa zamanda bir meme seviyesine geldi bile. bence de hoş bir dokunuş olmuş. myung baba kusura bakmasın ama sözleri çok beğenmedim. "seller, yangınlar, fırtınalar" diye giden bölümde bir ara dünyadaki bütün felaketleri sayacaklar sandım. onun dışında grubun makina gibi çaldığı, usta işi bir eser olmuş.

    at wit's end, biraz garip bir şarkı. dream theater'dan her zaman beklediğimiz ani ritm değişiklikleri bu şarkıda sık sık var. ama biraz kantarın topuzu kaçmış gibi diyebilirim. birkaç kez dinledim ama hala şarkıyı tek bir eser olarak kafamda canlandıramıyorum. eğer dream theater'ın youtube'da bulunan "track by track" review'ını izlediyseniz mangini'nin bu şarkı için "istesek 40 tane bölüm yazardık ama tutarlı bir şarkı yaratmaya çalıştık" tadında bir şeyler dediğini duymuşsunuzdur. bu da bahsettiğim sıkıntının bir kanıtı bence. şarkının fakrlı farklı bölümlerinin hepsinin aynı kalitede olmaması ayrı bir sorun. mesela bence daha yumuşak ilerleyen nakarat ve en son kıta bence çok güçlü değil. şarkı biter gibi yaptıktan sonra bir hidden track gibi başlayan, farklı bir düzenlemeye sahip yorumu (hatta belki de demo versiyonu) sanki gereksiz kaçmış. biraz fazla gömmüş gibi olsam da şarkının bazı bölümleri de oldukça iyi. mesela ilk kıta hem duygusal hem sert olmayı başarırken, "you feel i'm asking too much of you" diye başlayan ikinci kıta bence çok güçlü. ayrıca şarkının introsu, grup elemanlarının nasıl manyak müzisyenler olduğunu gösteriyor ve bana 6doit şarkılarını hatırlatıyor.

    out of reach tatlı bir ballad olmuş. piyano namelerinin üstüne labrie'nin hüzünlü vokali ve petrucci'nin gitar soloları (ki gitarın tonu bu şarkıda bence çok iyi) bana scenes from a memory'den through her eyes ya da the spirit carries on gibi şarkıları çağrıştırıyor. şarkı hem kısa hem de ballad gibi olunca akıllara "'acaba bir hit çıkarır mıyız?' düşüncesi ile yazılmış bir eser olabilir mi?" sorusu gelse de hiç alakası yok. nakaratı olmayan, sadece üç kıtadan oluşan, ölçüp biçilmeden hazırlanmış bir eser bu. sanki rudess piyano ile oynarken, labrie "abi sen hiç bozma, şuna iki üç söz yazayım" demiş de ortaya çıkmış gibi. albümdeki diğer dt şarkıları gibi epik değil belki ama samimi ve hoş bir eser.

    albümün kapanışını pale blue dot yapıyor. carl sagan'a selam çakan şarkı, koca evrende kendi yarattığımız problemlerin içinde kaybolduğumuzu anlatan, bu bakımdan da "s2n"i andıran bir eser. progresiflik bakımından ise "at wit's end" ile benzer kategoride. girişi o şarkı o kadar iyi olmasa da, labrie'nin devreye girmesiyle bence şarkı evren içindeki yalnızlık havasını vermeyi başarabilmiş. nakarat da bu atmosferi devam ettiriyor bence. ayrıca eski dream theater eserlerinden de bir hava estiriyor. şarkının da belki de en akılda kalıcı yeri burası. rudess'in klavye solosu ve aralara dağıttığı kısa performansları bence çok leziz. mangini'nin de şarkı boyuca - özellikle enstrümantal bölümde - çok iyi hareketleri var. ama gel gelelim "at wit's end"deki gibi müzikal hava olarak gereğinden fazla bir daldan dala atlama durumu bu şarkıda da var. bence şarkının ilerisindeki enstrümantal kısımlara kıta ve nakaratlarda yakalanan o ağır havaya yedirebilselermiş çok iyi olurmuş. ama olsun, genele baktığımızda epik bir kapanış yapıyoruz.

    normalde bonus track'lere değinmem ama bir istisna olsun. albümün spotify versiyonu viper king ile kapanıyor ve bu şarkıya değinmeden edemedim. ilk dinlediğimde "vay, dream theater hiç bilmediğim bir deep purple şarkısını yorumlamış" demiştim ama bir de ne göreyim, şarkı sözlerini james labrie'nin yazdığı 0 km bir dream theater bestesiymiş. özellikle nakaratıyla beraber tam bir 1970'ler hard rock şarkısı. jordan rudess'in içinden bir jon lord çıkmış gibi. petrucci de oldukça blues ya da klasik rock kokan bir solo atmış (ama adam ister istemez dream theater progresifliğinden de kaçamıyor). sözler de bir dodge viper'ı anlatınca insanın aklına ister istemez highway star geliyor. benim için çok büyük bir sürpriz oldu bu eser. neden bonus track olarak konduğunu anlıyorum çünkü albümün geri kalanıyla, hatta dream theater'ın genel olarak diskografisiyle, alakası yok ama buna rağmen distance over time'ın en sevdiğim anlarından biri bu şarkı.

    "paralyzed" özelinde yaptığım yorumu tüm albüme uyarlamak yanlış olmaz: 6doit ya da scenes from a memory gibi bir konsept olarak dolu dolu bir albüm, images and words ve awake gibi bomba üstüne bomba şarkılarla bezeli bir albüm değil belki ama "net" bir albüm. dinlemek için kafa çalıştırmak gerekmeyen, iyi bir müzisyenlikle kaydedilmiş, sade sözlerle bezeli bir çalışma. bir michelin yıldızlı restoran şefinin hazırladığı bir fast food ürünü gibi. amaç hızlıca yemek ama kaliteden ödün verilmemiş. zaman içinde albüme geri dönüp baktığımda "keşke biraz daha sınırları zorlasalarmis" deme ihtimalim var çünkü zamana dayanacak şarkılar yaratıp yaratmadiklari konusunda şüphelerim var. elbet bunu zaman gösterecek. ama bugün böyle bir albüm var olduğu için çok mutluyum.

    3,5/5 verdim gitti
    albümü en iyi anlatan şarkılar: paralyzed, out of reach, pale blue dot

  • birçok alanda sahip olduğu gücü vatandaşlarına hissettiren ülke.

    yasaklar kalktığından beri cuma günleri ofise gidiyorum. iş çıkışında da, bağlı olduğum partnerle yakındaki publardan birine bir şeyler içmeye gidiyoruz. dün de gittik, klasik ingiliz sohbeti havalar da çok bozdu, hafta sonu planınız var mı, covid de ne covidmiş arkadaş, seyahat yasakları vesaire.

    bir ara, benim oğlan da arkadaşlarıyla “wallet and passport day” yapamadı aylardır dedi. nedir dedim o, yeni bir deyim mi deyiş mi. yok dedi. bunlar birkaç arkadaş, her ay, yanlarına sadece 200 pound nakit -muhtemelen benim müdürün aylık gelirinin %1'i- ve pasaport alıp sabahın köründe havalimanına gidiyorlarmış, ekrandan bir uçuş seçip bütün günü orada geçirip, gece geri geliyorlarmış. o an, dedemin kirvesinin adına kadar bilgi verdiğim, alırken kırk takla attığım vize süreçleri, oha mcdonald's menü 120 liraya geliyor serzenişlerim geldi.

    başka kaç ülke vatandaşına böyle bir lüks sağlayabilir bilmiyorum.