• ilginç bir metindir bu vesselam, özellikle buradaki ilk makale insanı düşündürür. büyük ustanın asil ve sıradan insan ayrımı kafa karıştırıcıdır. yerden yere de vurulabilir, göklere de çıkarılabilir. buyrun;

    ilk makale “iyi ve şer, iyi ve kötü” başlığını taşır ve bütün bu hikayeye nietzsche iyinin ne olduğuna dair ingiliz psikologların ileri sürdüğü “bencil olmayan eylemler” tanımına karşı çıkarak başlar. üstelik herbert spencer gibilerin iyiyi fayda ve çıkarla özdeşleştirmesini de karşısına koyar ve eleştirir. ona göre, iyi kavramının gerçek kökenine dair bu isimler yanlış yere bakmakta ve iyi yargısının iyiliğin gösterildiği kişilerden kaynaklandığı gibi yanlış bir noktaya tutunmaktadırlar. oysa “asil, güçlü, üstün ve alicenap” olan iyi, kendisini öyle hisseden ve “aşağı, fesat, sıradan ve alt tabakada” karşılığını bulan her şeyin karşısında konumlanan bir şeydir. farkın bu gücüdür ki (pathos of distance) değerleri üretir ve onları adlandırır (asü, 1: 2). bu nedenle başından itibaren iyi kelimesi ile bencil olmayan eylemler arasında bir alaka yoktur ve alaka aristokratik değer yargısı düşüşe geçmesiyle var ola gelmiştir. ingiliz psikologların ve iyi ile bencil olmayan eylem arasında bağ kuranların da unuttukları nokta burasıdır. ilginçtir, nietzsche aristokratik değer yargısının ürettiği bu iyi kavramı ile dil arasında güçlü bir bağ kurar. yönetici iktidarının bir dışavurumu olarak dil (asü, 1: 3), iyi kelimesini asil ve aristokratik olandan üretirken, sıradan, alt tabaka ve aşağı kavramlarını da kötü kelimesine bağlar. bu noktada almancadaki schlecht (kötü) ve schlicht (basit) kavramları nietzsche için dilin nasıl işlediğini yansıtan en iyi örneklerdir (asü, 1: 4).

    buraya kadar anlaşılır ki, nietzsche iyinin kendi başına, orada bir yerde var olan bir tanımı olmadığını fark üzerinden kendisini kurduğunu net bir şekilde savunur. üstelik bu oluş dilin içinde yuvalanan ve gücünü tam da buradan alan bir şeydir. peki, bu aristokratik değer yargısının iyi üretimi nasıl gerçekleşmiştir? bu yüksek rütbeliler kendilerini iktidar meselelerindeki üstünlüklerine ya da bu üstünlüğün refah ve sahiplikler gibi en görünür işaretlerine ve hatta tipik karakter özelliğine göre tanımladılar. asil olan sadece kendisini referans aldı ve düzenbaz sıradan insandan farkını ortaya koydu der nietzsche (asü, 1: 5 ve 1: 7). bütün asil ahlakı kendisinin muzaffer onayından başka bir şey değildir (asü, 1: 10). aristokratik değer yargısının iyi kavramı kendisine dair ne varsa bu sınıfın ürettiği ve bunların sürekliliğini kendi eylemleriyle sağladı bir yoldan geçti. bu üretim kendiliğinden kendisi dışında olanları ayırdı ve kötü kategorisine dahil etti.

    fakat zamanla bu boyun eğdirilmiş ırk, üstünlüğü ele geçirdi ve efendinin ırkı kendisini aşağılarda buldu (asü, 1: 5). ilginç bir hayvana (an interesting animal) doğru evirilen bu tehlikeli insan formu tam da bu aşama da daha da derinleşti ve şerrin kendisi olup çıktı (asü, 1: 6). bu yeni insan biçiminin değer yargısı aristokratik değer yargısından çok farklıydı ve her şeyi güçsüzlüklerinden gelen nefretleri üzerine inşa ettiler. en iyi örneğini yahudilerde bulan bu “kutsal” insanlar düşmanlarından başka tatminlerini hayata geçirecek başka bir yol bilmiyorlar ve onların değerlerini radikal bir yeniden değerlendirmeye tabi tuttular (asü, 1: 7). nietzsche’ye göre, bu kölenin ahlakta yaptığı devrimdi. tam da bu noktada, nietzsche önemli bir ayrıntının altını çizer ve kendilerinden çok uzaklara giden bir tarihe sahip şeyleri bütünlükleri içinde kavramının zor olduğunu söyleyiverir (asü, 1: 8). intikam ve nefret ağacından bahsederken, bir taraftan nasıl sıradan adamın ahlakının çeperine girdiğini ve bütün insanlığın bedenine bu zehrin nasıl sızdığını (asü, 1: 9) vurgular bir taraftan da soybilimin ne şekil bir inceleme nesnesiyle karşı karşıya olduğunu da göstermiş olur.

    ne zamanki hınç yaratıcı oldu, değer üreten bir hal aldı, nietzsche’ye göre ahlakta köle devrimi de o zaman başladı. köle ahlakı başından beri, dışarıda olana, ötekine, kendisi olmayana hayır demiş ve yaratıcılığını buradan almıştır. onun için var olabilmenin yolu dış bir dünyanın, karşıtın varlığından geçiyordu ve bu nedenle bütün eylemlerinin temelinde tepkisellik yatıyordu (asü, 1: 10). öte yandan asil olanın düşman fikrinde düşman sadece farkın bir belirtisi (as a marker of distinction) olarak varken, hınçtan beslenen insan kendisini iyiye dönüştürmek adına şerri temel kavram olarak alır (asü, 1: 10). bu tam da iki değer yargısı biçiminin farkına işaret eder ve asil insan kötüden önce iyiyi üretirken, hınçtan beslenen insan önce şerri ardından bunun üzerine iyiyi kurgular (asü, 1: 11). bu ikinci değer yargısının ilki karşısındaki zaferi bugünün temel kültür enstrümanı olup çıkmış ve bu önümüzdeki en büyük tehlike olarak durmaktadır. fakat nietzsche bunun aşılması konusunda bir hayli karamsardır ve bu trend karşında insan olmaktan gelen yorgunluk ona nihilizmden başka bir şey bırakmaz (asü, 1: 12).

    not çeviriler bana aittir, kusur hata varsa benimdir.
  • entellektüel bir kadının, düşünceler içinde geçen bir gecesinde, eski devirdeki bir insanın çektiği fiziksel acıdan daha fazla acı barındırdığını söyler nietzsche, ikinci bölümün yedinci chapterında.
  • 1887 yilinda yazilmistir kitap.
  • bilgiye ya da erdeme dair birçok kavramın yaşantılarının kendilerinden değil onu isteyenden kaynaklandığını söyler; onları var eden ve onlara doğruluk, mutlaklık, doğallık görüntüsü verenin biratkım tarihsel haset, intikam, güç isteği gibi duygular, arzular olduğunu söyler. yüzleşilmesi gereken sonuç huzur bozucu. eleştirel düşünce muhalif düşünce demek değil. eleştirel düşünce bir şeyin mümkünatının koşullarını keşfetme çabası. bilginin ve ahlakın mümkünatının koşullarının zamandan bağımsız bir insan idealinde bulunamayacağı sonucu merkezine (kendisi aslında tarihsel koşullarda şekillenen arzulardan (iktidar, erotizm vs.) kaynaklanan ama) evrensel takınan (acıdan kaçmak/zevki aramak gibi) bağlamsız soyutlamaları alan modellerin geçerliliğinin altını oyar. kendi imajına ideallerine hayran insan denen şeyin tabiki işini zorlaştırır, hakikatin o kadar da verili olmadığını altı oyulacak çok alışkanlık olduğunu hissettirmesi bunalım yaratabilir. tabi işin ucu gelişine güzel düşünce akışına da varabilir ve bu tayfa politik olarak kullanışlı olabilir ama bu hamle aynı zamanda bambaşka arayışlara da izin verebilir, alan açabilir. kestirip atmamak lazım bu çağrıyı. çok kısıtlı bir insan fikrinin, ahlakının, yaşam pratiklerinin ötesinde dünyaları vaadedebilir mümkün kılabilir belki.
  • hınç tuzağına düşmeden, intikam isteğini ebediyete aktarmamak (yargılanacaksınız...) için; şiddet ve ezilenliği varlıklarını gündelik olarak sözde arındıracakları (abdest gibi valla, günde beş vakit şiddete tanıklık gördüm duydum pratiği başka sıfır, düşünce yok) bir zemine, söyleme yaşam biçimine dönüştürmemeleri için, bu ikinsinden ahlaki bir konum çıkarmamaları ve ferahça, dürüstlükle, mutlulukla, gercekten dertlenebilerek siyaset yapabilmeleri/hayat yaşayabilmeleri için ciddiyetle okumaları gereken kitap. gerçi doğruluna dair hep içinde bir şüphe taşımayan neden böyle kitaplar okusun. açık ve yaratıcı kalabilmek, yeni yöntemler keşfedebilmek, içinde bulunduğunu kavrayabilmek için, sonsuz siyasi cepheyi sonsuz dağınıklığı görmek için okunması gereken, gerçek ahlaki sorumluluğun var olanının tamamını kapsadığını anlatan kolayca güçsüzlükten iyilik çıkarılmayacağını anlatan bir dönüm noktası. belki de heidegger nietzscheyi okumak çok zor çünkü ilk bakışta insan ne dediğini hemen anlıyor, kolayca tükettiğini sanıyor derken haklıydı, gerçekten de insanın bildiğini sandığı şeyi öğrenememe durumu en çok onun için geçerli galiba. edit: usul
  • ne cesaret, ilk bakışta bay niçe'ye hayran olabiliriz: etimoloji vasıtasıyla kökünden söktüğü -bir tür putları yıkma imgesi daha- ve "yerli yerine," hakiki topraklarına oturttuğu kavramları gördükçe. öyle orijinal ki, 1800'lerin avrupa'sında, devrimler çağı'nın ortasında doğuyor ve kitleleri harekete sürükleyen eşitlik fikrini, merhameti avrupayı sarmış bir hastalık olarak görebiliyor.

    adorno merhametin kınanmasından bahsediyordu, iii. reich'ın dehşetinden yeni sıyrılmış avrupa'nın yıkıntıları arasında horkheimer ile söyleşirken: merhamet kadınsılaştırılmıştı, günlük işleri yürüten değerlerin dışına kovalanmıştı, burjuva erilliği içinde. lakin o kısımda aydınlanma ile kavga eder gibi gözüken, ancak onun en vahşi taraflarını üstüne geçirdiği dionysos kıyafetinin altına saklayan niçe'yi anmamıştı. sorulması gereken soru şu: bu bireyci ve ilk bakışta oldukça heyecan verici anti-ahlak anlayışı ile nazizm arasında bir bağlantı kurabilir miyiz? üstinsan örneklenirken kendilerinden özlemle bahsedilen sağlıklı, sapasağlam; niçe'nin gözüne her nasılsa zırhları içindeyken dionysosçu temel ve ilkel arzulara pek yakın gözüken o yunan, romalı savaşçıları ya da sırf eskisinden daha "eşit" bir toplum ideali olan burjuva devrimini yaymak isteyen yanıyla "canavar" olan ama yayılmacılığın kendisi ile, acımasızlığı ile "üstinsan" olan napolyon'u düşününce, niçe'nin acıma ile özdeşleştirdiği yahudiliğe savaş açmış karizmatik hitler ve ari orduları niçeci midir? fena bir soru olmadı bu. yine de niçe'nin hesabını pek magazinel nazizm sayesinde kesmek kolaycılık olur. üstelik nazizmin terbiyesi de niçe'nin özlem duyduğu o mavi ege kıyılarına benzemez. ama arada "yapısal" ve dolayısıyla temel bir ortaklık vardır. işte hiçbirimizin sıkışmaktan kendini kurtaramayacağı mengene: akıl mı demeli ona, düzen mi, dizge mi; sonradan ne sayarsak sayalım hepsi ilkine bağlanır ama buradaki özel hâliyle "insanı araçlaştıran" akıl, askerleri tabura, taburları orduya, orduyu hükümdara bağlayan akıl. hayranlık uyandırıcı aşil'in elinden bile savaş ganimeti olan bresis'i -işte klasiklerin gerçek yüzü, kökünden sökülmesi gereken esas şey- bu "merhametsiz" akıl doğrultusunda almıştır agamemnon. hahaha, ilyada destanı buna ağlar, sadık okuyucuları da aşil için ahlanıp vahlarlar, bakınız, şöyle yazmış azra erhat mitoloji sözlüğü'nde: "öfkesinin asıl nedeni sömürüye karşı ayaklanmadır." yağmacılar arasındaki paylaşım kavgasında hak gözetip taraf tutmanın gülünçlüğünün dışında niçe-ce dionysosçu sayılabilecek bir olguyu, yağmadaki hiyerarşiyi -aklın alanına giren hiyerarşiyi- gösterir bu. dahası, bireyin ötekilere muhtaç olduğunu bilen -tüm yazıklarım boyunca tartışmalı bulmadığım tek şey bu- herkes için dahası: bencillikle eziyor agamemnon, aşil'i ve a s l ı n d a her ikisi de bresis'i. bresis'in, dünyadaki en gerçek şey olan hıncına kimsenin eğilmemesi temel bir sorun ama şimdi konumuz bu değil, mesele tahakküm ve hınç söz konusu olduğunda dionysos'un kıyafetiyle orada burada dolaşan bay niçe'nin yanında durup durmayacağımız, fethetmeyi, yok saymayı öğütleyen ama şenliğini de nasılsa kaybetmeyen, vicdan azabına yabancılaşmış bir pusulayı elimize alıp almayacağımız. metni sorunsallaştıran, okuyucudaki yankısıdır, yoksa ayıklamacı platon'u, insanları sınıflarına göre altın, gümüş, bronz diye ayıran o aristokratı, merhametin değersizliği konusunda haklı bulan bay niçe ile neden uğraşalım?

    pusulayı elimize almak ve gösterdiği yöne doğru yürümek, felsefi bir sorunsa şu söylenebilir evvela: hangi ahlak felsefesi, hangi açıdan, nasıl doğrulanabilir ki tamamen nesnel bir düzlemde? benliğin bittiği yerde duranlara, çevremizde, altımızda ya da üstümüzde olanlara karşı takınacağımız tavır kendi yaşamımızdan alıyor kökünü. niçe'yi kendi yaşamımızla karşılaştıralım, bundan daha nesnel hiçbir tartışma olamaz: bu satırları, kalabalıklara ulaşmayacak bir tarihe not düştüğüm sıra, yüzlerce yıldır kendini unutmuş gibi gözüken köleler, niçe'nin küçümsediği "hınç" ile ayaklandılar abd'de ve muhtemelen onun merhametsiz, başkalarını yok etmekten geri durmayacak kadar arzularına bağlı, yani açıkça "bireyci" kimi "maceraperest" üstinsanlarının heykellerini kaidelerinden indiriyorlar. odysseus'tan sınıfsal farklılığı olmayan kolomb gölün dibini boyladı, sembolist şairlerin suyu ne bulanmıştır şimdi, haha, konumuza dönelim, gerçek yalınlaşmışken daha güçlü sormalıyız: niçe'nin anlattığı bizim hikayemiz mi ya da niçe bizim anlatıcımız mıdır? kimdir tarihi kökünden söken gerçekte? kimdir sezar'ı, napolyon'u, da vinci'yi örnek alma kolaycılığına k e n d i somut ve günlük yaşamı sayesinde düşmeyen? denebilir ki, kalabalıkların hareketinde kitaplardan daha fazlası var, pek az şey onlara yetişebilir. buradan pragmatist bir merhamet de değil doğru yaşama ulaşmayı düşleyen herkes için bir tür insancıllık çıkabilir ancak.
  • *
    önsöz
    1: ‘bilmiyoruz kendimizi, biz bilenler’ ile kitap başlıyor. kendini bildiğini sananlara bir gönderme ile başlaması güçlüdür. hatta yanlış bildiğimizi ifade ediyor. kendini bilmeyi bilgi ile bağdaştırmıştır.
    2: üzerinden kendi bilgimizi devşireceğimiz ağaç olarak bilim tekrar vurgulanıyor. bu kitabın konusu ahlak önyargılarımızın kökenidir.
    3: kötünün kaynağını dünyanın arkasında aramadığını söylüyor. insan hangi koşullar altında iyi ve kötü değer yargılarını ortaya atar ve onların kendi değerleri nedir? araştırmasının niteliğinden bahsediyor.
    4: bu kitap dr. paul ree’nin ahlak izlenimlerinin kaynağı adlı kitaba cevaben yazılmıştır.
    5:schopenhaur’un acımayı, kendini kurban etmeyi ve kendini yadsımayı ‘bencilce olmayan’ olarak ele alışına karşı duyduğu rahatsızlığın büyüdüğünü söylüyor. acıma kavramının ne denli önemli olduğunu hissetmeye başlıyoruz. felsefeciler ve antik’lerin arasında acıma küçük görülen bir şey idi. (yunan’da ve budizm’de ‘umut’a karşı da benzer yaklaşım vardır. umut beslenmek istenmez çünkü keyif alamama, bilememe ve yapamama durumlarına karşılık gelir.) yanlış hatırlamıyorsam ulus baker bir kitabında acımayı ‘insanın enerjisini azaltan’ bir duygu olarak ele alıyordu. hristiyanlık için ‘acımanın dini’ denir. acıma ve düşmanına sevgi, bu iki duygudur ki güçlüyü güçsüzün, efendiyi kölenin, alçağı yükseğin seviyesine çekebilir ya da çekebilecek araçları oluşturur. acıma güçsüzün güçlüye acıması şeklinde de görülür. (tam tersi durum zaten tuzağın kendisidir). güçsüz topluluk güçlü azınlığı, gücü ellerinde bulundurdukları için acınası olarak görür. çünkü yön verme, kural koyma, fethetme tanrının planlarına karşı yapılan bir karşı çıkma ve itaatsizliktir. isa’yı felaketine götüren olaylar silsilesine karşı olan umarsız tavrı da bu muydu? doğu’nun tarımda doğaya minimum müdahale anlayışı bu muydu? şimdi dünyanın salgına karşı olan ‘nereden geldi bu musibet başımıza’ tavrı, yani doğaya saldırıp, eyleminin sorumluluğunu görme isteksizliği ve alma, yüklenme korkusu bizi sinirlendirirken, başımıza gelenlere bir miktar minnet ve saygı duymamıza sebep oluyor. u.g de ‘bencilce olmayan’ın yanılgısına oldukça vurgu yapmaktadır. ona göre kendini bulmak ve kendinden sıyrılmak için uygulanan meditasyon gibi uygulamalar aslında bencilce uygulamaların ta kendisidir ve kişiyi aramakta olduğu tüm ‘huzur’, ‘birlik’, ‘egosuzluk’ gibi durumlardan daha da uzaklaştırır. lakin onun aklı n.’den birkaç kat daha uzlaşmasız ve karışıktır. o yüzden bu çıkarımlara ne kadar eklemlendirilebilir tartışmalıdır. o ikisini birisi batıya diğeri doğuya tutsak uzak kuzenler olarak düşünüyorum.
    6: ‘iyi insan’ın ‘kötü insan’dan daha değerli oluşundan kuşkulanmalıyız diyor. ya ‘iyi’de bir gerileme belirtisi varsa? şimdiyi geleceğe bir bedel ödeyerek yaşıyorsak? daha rahatlatıcı, daha az tehlikeli, ama aynı zamanda daha küçük düşürücü, daha dar biçimde?
    7: darwinci canavar ve aşırı modern, farklı ahlak yumuşaklığı.
    8: geviş getirme olarak okuma.

    birinci çalışma- hayır ve şer, iyi ve kötü
    1: bu konuya değinen ingiliz düşünür ve psikologlarına atıf (negatif eleştiri).
    2: ingilizlerin iyi’nin kaynağı için sundukları ‘bencilce olmayan hareketlerin onaylandığı ve zamanla sebebinin unutulduğu’ tezine karşı çıkılıyor. çünkü bu aslında eylemden yarar görenlerin edilgenliği üzerine kurulmuş bir fikir gibi. aslında benzer davranış biçimlerinin yüksek ve soylu insanların sahip olduğu özellikler olduğunu söylüyor. onun buna dayanarak duyduğu gururun etkisizleştirilmesi söz konusu. hatta bu kesim davranışlarına ad vererek onu sesle damgalar. iyi sözcüğü ‘bencil olmayan’ eylemlere zorunlukla bağlanmak durumunda değildir diyor.
    3: iyinin kaynağının unutulması tezine karşı herbert spencer örneği.
    4: iyi’nin ve kötü’nün etimolojik kelime anlamları olarak (ve kendisi de bir filolog olarak) tarihsel anlamlarına bakılıyor ve iyi’nin ‘soylu’, ‘asilzade’, ‘ruhça ayrıcalıklı’ gibi, kötü’nün ise ‘bayağı’, ‘köylü’, ‘alçak’ gibi karşılıklarını buluyor.
    5: konu sarı saçlı ırk ve kara saçlı yerli ırk, ari ırk, kavgacı ve savaşçı ırk düzleminde açımlanıyor.
    (eksik bölümler tamamlanacak)
    13: burada eylemlerin onları eyleyen özneden ayrıştırıldığı (öyle olması gerektiği) bir ifade var. güçlünün gücü bir tercih olarak değil içgüdüsel bir zorunluk olarak gerçekleştirdiğini anlıyoruz. bu bakımdan zayıfın zayıflığı kendi öznesine bir erdemmişçesine eklemlendirme fukaralığının önüne geçebiliyor. zayıf kişi zayıflığını bir özne ile örtbas etme çabasındadır. buna özne ruh adını almıştır.
    14: zayıfların erdemleri bizzat onların ağzından dökülüyor. deccal’de belirtilen ve isa’nın tamamen (zorla) yanlış anlaşılmış ‘tanrı’nın krallığı’ düşüncesi, krallığın ‘geliş’i olarak burada tekrar belirtilmiş. ayrıca çok önemli olarak tanrı’ya imanın aslında sevgiden değil nefretten kaynaklandığı gibi bir ifade var. çok çok önemli.
    “-ve misilleme görmeyen zayıflık ‘iyiliğe’, kaygılı alçaklık ‘alçakgönüllülüğe’, nefret edilenleri boyunduruk altına almak ‘boyun eğmeye’ (yani bu boyunduruğu buyurduğunu söyledikleri kişiye, tanrı diyorlar ona) dönüşüyor.”
    15: tertullian’ın roma’lı zevklerine (spor müsabakaları, atletler, kan, tiyatro, sirk vs) karşı duyduğu tiksintiyi ifade ettiği latince aktarılmış bölüm. öte dünya vaatleri daha ‘soylu’ olarak addedilmiş ve ‘zafer’ beklentisi içinde yazılmış. metinde gerçekten de nefret, haset ve hınç duyguları hissediliyor.
    16: roma’ya karşı yahudi, yahudi’ye karşı roma ikilemi kurulmuş. roma’nın yıkılışı ve devamı, ardından rönesans ve reform, fransız devrimi ve napolyon ikilemleri ile devam ediliyor.
    17: okurlarına düşünmeleri için güveniyor.

    ikinci çalışma- suç, kara vicdan ve benzerleri
    1: hafızanın hedef belirleme, belirlediğimiz hedefler için sözümüzde durma ve unutmanın buradaki iyileştirici etkisi belirtiliyor.
    2: yüzyılların kalıplaşmış töresel eylemlerinin son meyvesi olarak özgür ve özerk töre üstü birey.özgür insanın değer yargısı ölçütü kendisi ve kendi vicdanıdır.
    3: bir hafıza yöntemi olarak acı. eskilerin acıyı hatırlama aracı olarak kullanması ve mnemonik.
    4: borçlu ile alacaklı arasındaki sözleşme ilişkisi.
    5: alacaklının borçlu üzerindeki tahakkümü, ona verdiği zarar sayesinde özgürleştirici bir etkiye sahiptir.
    6: bu acı vermeden duyulan hazzın intikam duygusuyla karıştırılmaması gerektiği uyarısı var. cezada bile şenlik.
    7: insanın bu eylemlerinden ve insandan utanmaya başlaması, kendi salgılarından tiksinmeye başlaması, duyulan acının hayali ve ruhsallaştırma sonucu daha yüksek seviyeye taşınması, duyulan acıya bir şahit ihtiyacının ‘omnipresent’ bir tanrı fikrine evrimi. bu şahitlik fikri antikte tiyatro kavramı ile karşılandı. tanrı bütün acılar için bir tiyatro oyunu izleyicisidir.
    8: alacaklı ve verecekli arasındaki kökten ilişki suçluluk duygusunun oluşumuna yol açtı. değer biçen bir varlık olarak insanın düşüncesi düşüncenin kendisi olmuştur.
    9: aynı alacak verecek ilişkisi toplum ile birey arasında da mevcuttur. ona karşı verecekli olan birey, toplumuna gerekli ödemeyi yapmazsa toplum tarafından çeşitli seviyelerde cezalandırmalara maruz kalır. buna u.g’de değiniyor.
    10: bu cezalar toplumun gelişmişlik seviyelerine göre çeşitlilik gösterir. toplum büyüdükçe suçu suçludan yalıtma refleksi gelişir. böylece tatsızlıkların kötü kokusu burna gelmeyen bir nahoş durum olarak kalır.
    11: intikam duygusu adalet alanına tepkisel davranışın girişi anlamında onu tehdit eden bir unsur.
    12: cezanın amacının ceza vermek olduğu, örneğin bir organın o işlevi yerine getirme ‘amacıyla’ ortaya çıktığı gibi saçma bir düşünce ile savuşturuluyor. ayrıca aktif istem ve çevreyi şekillendirici davranışın karşısına ‘doğaya uyum’ teorisi gibi pasif etkenler yerleştiriliyor.
    13: ceza bir anlamlar birleşimidir ve temelinde ceza verenin ceza çekene olan hükümde bulunma zevkini içerir.
    15: ceza suçluyu iyi bir insana dönüştürmenin aksine onu daha da kamçılamıştır.
    16: kara vicdan, hayvani içgüdülerini kendinden başkasına yansıtabilmiş adamın medeniyet yolunda tüm bu ezici isteklerini kendine yöneltmek zorunda kalması sonucunda hastalanmasıdır. ‘ruh’ geliştirildi. insanın kendine eziyet etmesi, asketik öğreti, o eski haz duyduğu tüm davranış ve anlayışlarına karşı bir iğrenme duygusu geliştirmesine sebep oldu.
    17: devlet ‘sözleşme’ ile değil ‘kabile’ ile başladı. kara vicdanın kökünü bu fetheden, korkulu, çok ani ve çok farklı oluşumlarda buluruz.
    18: özgeci (bencil olmayan) ahlak değerinin koşulu kara vicdan, kendine kötü davranma istemidir.
    19: atalara olan borçluluk duygusu insanları kurbanlar adamaya, şenlikler oluşturmaya, müzik yapmaya itti. atalar korkusu tanrı korkusu ile bağdaşmıştır.
    20: buradan yola çıkarak şehirlerin ve imparatorlukların gelişip birbiri içine katılarak büyümesi, dinleri tek tanrıcılık yolunda ilerletti.
    21: tanrının kendisine olan borçları ödeyemeyen insanlara olan sevgisinden dolayı kendini kurban etmesi gülünç bir durum. tanrı ödemeyi kendi kendisine yapar.
    22: insanın düşünmesi tehlikelidir.
    23: yunan tanrıları kara vicdanın oluşumuna izin vermeden insanın hayvani güçlerini akıtmasına izin vermiştir. bu anlamda hristiyan tanrısının tam zıttında pozisyonlanır.
    24: kara vicdan tam tersi bir psikolojik olguya da bağlanabilirdi ama olmadı. deccal bu durumu düzeltecektir.

    üçüncü çalışma - çileci ideallerin anlamı nedir?
    1: hiçliği istemek yerine istememek.
    2-4: wagner’in parsifal’ine yergi. bu bölümler belki de kişisel alana girdiğinden yeterince anlaşılamıyor.
    5: schopenhauer ile müzik bağlantısı üzerinden müzisyenin rollerine değiniyor.
    6: s.’nin isteme ve tasarım düşüncelerine değiniliyor, şimdilik tam olarak anlaşılamamakta.
    7: felsefecinin çileci ideal’e ve evliliğe olan bakış açısı nedir.
    8: düşünürü kendisi olmaya yönlendiren durum ve istekleri anlatıyor.
    9: felsefecilerin kendilerine özgü dürtüleri sıralanıyor. ‘bütün iyi şeyler önceleri kötü şeylerdi’. arkaik ile modern karşılaştırması verilmekte.
    10: çileci rahip, filozofun tüm çağlar boyunca gelişip morfoza uğradığı kozanın adıdır.
    11: çileci ideal’le soylu bir yaşama bakış açısının farkları derinleştiriliyor. çileci rahip bir çelişkinin acı ürünüdür, ikiye bölünmüşlüktür. hayata dair tüm aktif, buyurgan ve saldırgan eylemleri yadsıyarak aslında ona egemen olma isteği mevcuttur. o kendi güç istencini bu şekilde gerçekler.
    12: kitabın en kuvvetli bölümlerinden biri. ‘bir hakikat ve varlık alanı vardır, ama akıl oradan dışlanmıştır’ bu kant’çı düşünce şeklini aklın çileci nefreti ve kendisiyle alay etmesi şeklinde yorumluyor. ayrıca budizm’in kendi ‘ben’ini yoksayma talebi de buna paraleldir. bilememeye olan talep ve yönelmenin yerine bilme isteğiyle ve yorumlayıcı kuvvetlerle ufak da olsa kararlı ve ‘nesnel’ adımlar atmanın yerinde olacağını söylüyor. buradaki nesnel kavramı bilinen nesnel kavramından farklıdır. farklı bakış açılarına sahip olarak, ki başka türlüsü mümkün değil diyor, o konu hakkındaki bilgimizi daha nesnel kılarız diyor. ‘oysa istemeyi tümüyle ortadan kaldırmakla tek tek, her duygulanımı askıya almakla, eğer bunu yapabilirsek ne yapmış oluruz ki? zihni iğdiş etmiş olmaz mıyız?’
    13: çileci rahip de aslında farklı yerde durmanın, farklı olma isteğinin bir işaretidir. ama o sadece hastalıklı sürüye çobanlık etmek ister, edebilir. insan hasta bir hayvandır diyor.
    14: işte bu bölümde sürü insanı ahlakı ile soylu ahlak arasındaki uçurum tüm açıklığıyla belirtiliyor. tüm ‘yalnızca biz iyi ve haklıyız’ ikiyüzlülüğü ifşa ediliyor. hasta ile sağlıklı ayrışmalı ve rolleri birbirlerine olan bağımlılıklarından koparılmalıdır. kendimizi insana büyük acımaya karşı korumalıyız diyor.
    (eksik bölümler tamamlanacak)
    21: çileci rahibin tedavisinin olgunlaştığı dönemlerde orta çağ avrupa’sında yükselen salgın, cadı avı gibi musibetler veriliyor. almanların alkolizmi de avrupa’ya bulaştırılan bir beladır diyor. n.’de ciddi alman eleştirisi bulunur (sanırım ilk sarı, cesur alman ırkı hariç).
    22: incil ve tevrat hakkındaki görüşlerini açıkça veriyor. hristiyanların tanrı’larıyla olan ilişki biçimi ile doğu asya’nın tanrı’yı kelam olarak bile anmama arasında bir karşılaştırma yapıyor. luther’ci köylülük ile aristokrat ölçülülük arasında bir fark oluşturarak hristiyanlığı aşırı uç olarak değerlendiriyor.
    23: kara vicdanın, çileci rahibin istemesinin karşı istemesi nedir ve nerededir sorusuna bilim ile yaklaşılıyor. ancak ondaki eksiklikler sebebiyle şuan bahsedilen istemelerin sonuna yerleştirilmiş durumdadır. yani çileci istemenin son ve soylu halkası olarak bilim. onun en korktuğu şey tekrar bilincine kavuşmaktır.
    24: ‘nothing is true, everything is permitted sözünü alıntılıyor. bu sebeple bilimin de ‘hakikat’e olan inancımızdan sürmesini eleştiriyor. tanrı hakikattır, hakikat tanrısaldır diyen hristiyan anlayışı. hakikatin bir sorun olmasına izin verilmedi diyor, oysa hakikati isteme bir eleştiri gerektirir.
    25: karşıt ideali dile getiren karşıt isteme nerededir? bilim ve çileci ideal ikilisinin organik bağını tekrar çözümlüyor. ikisi de hakikatin değerlendirilemez ve eleştirilemez olduğu inancına dayanır diyor. sorduğu soruya cevap olaraksa sanatı veriyor. platon’un en büyük sanat düşmanı olduğunu söylüyor. platon’a karşı homeros. kopernik devriminin felsefeye olan etkisinden de bahsediyor. benmerkezci evren anlayışına vurgunu kiliseden çok özgür ruha yapmıştır çünkü insan küçüldükçe küçülmüş ve hiçliğe doğru yol almıştır. astronomi kant’a ‘benim önemimi ortadan kaldırıyor’ dedirtmiştir.
    26: ‘derin gizemli düşünme’ cilere olan tiksintisini dile getiriyor. kimlerden bahsettiği anlaşılamadı.
    27: idealler olmadan çalışanlar olarak tanrıtanımazlık sıfatı veriliyor. buda’nın ulaştığı da buydu ama görüşleri din haline getirildi diyor. şen bilim’den çok leziz bir alıntı var.
    28: tüm kitabın incecik bir özeti mevcut. çileci ideal neden doğdu,hangi amaca hizmet etti ve yanlış yoldan da olsa insanda neleri kurtardı, bunlar veriliyor. ancak son cümle çelişkili bulundu.
  • alman filozofu nietzsche'nin adına ahlak denen değer dizgelerinin nasıl ortaya çıktıklarını, toplumların yaşamında hangi amaçları hangi araçlarla nasıl yerine getirdiklerini, insanların neden belli birtakım değerlere ve değer yapılarına bağlanmak gereği duyduklarını tanıtlamak amacıyla geliştirdiği, kendi içinde birtakım özel duyarlıkları ve teknikleri bulunan ahlak felsefesi yapma yordamı.

    varolan duruma nasıl gelindiğini anlamak için birtakım teknikler ve bakışların altında geçmişte iz sürerek gerçekleştirilen, varolan durumun içindeyken, bu durumdan nasıl çıkılacağına yönelik öneriler geliştirmek amacıyla yürütülen özgür felsefe yöntemi.

    soykütük yordamının inceliklerini, başta ahlakın soykütüğü olmak üzere çeşitli yapıtlarında uygulayarak açıklıkla gösteren nietzsche, varolan yerleşik değerler ile geleneksel ahlak anlayışlarının bağlanımlarının altında yatan temelleri ortaya çıkararak kişinin kendi öz değerlerini oluşturmasının önünü açmaya çalışan, iyinin ve kötünün ötesinde diye betimlediği yeni bir ahlak tasarımının temellerini atmıştır.

    bu bağlamda, öncelikle "efendi ile köle ahlakı", "günah ile suçluluk bilinci", "vicdan ile pişmanlık yaşantısı", "çileci yaşam değerleri" gibi çok temel ahlaksal değişmezlerin değergelerini çözümleyen nietzsche, güçsüzlükleri ya da yeteneksizliklerinden ötürü bir türlü yaratıcı eylemlerde bulunamayanların anlaşılır bir biçimde birtakım ahlak değerlerine ya da dizgelerine sarıldıklarını ileri sürmüştür. nitekim nietzsche için, kendileri yaratıcı eylemlerde bulunamayanların bu tür eylemleri kendileri dışında yaratma yetisi taşıyanlara da yasaklamaya çalışmalarından daha anlaşılır bir şey yoktur. insanların önlerine belli yasakların ya da ahlaksal normların konulması kendi güçsüzlük ile yeteneksizliklerinin uyandırdığı hınç ve öç alma duyuglarını denetim altına almalarına hizmet etmektedir.

    bu anlamıyla alındığında nietzscheci soykütükler, betimleyici ve yorumlayıcı oldukları denli eleştirel ve değerbiçicidir de. sözgelimi, hristiyan ahlakının soykütüğünü çıkarırken nietzsche, bir yandan bu ahlakta son derece önemli bir yer tutan alçakgönüllülük, kibirsizlik, itaat, sabır gibi kavramların başlı başına uzun birer tarihsel sicilleri olduğunu gösterirken, öbür yandan bahse konu kavramlar üzerinden ahlak kisvesi adı altında yayılan köle ruhunu gün ışığına çıkartmaktadır.
    "iyilik"in önkoşulları olarak özgür iradeyi, sorumluluğu, suçu, günahı, öte dünyada ödüllendirilmeyi ya da cezalandırılmayı ortaya koyan hristiyan ahlakı insanı güçsüz ve edilgen bir duruma düşürmektedir.

    buna karşı nietzsche'nin büyük övgüler düzdüğü soktrates öncesi yunanlar, çoğunluk hristiyanlığın sürü ahlakının tartışmasız günah saydığı içgüdüler ile tutkularla belirlenen yollardan kendilerini gerçekleştirmişlerdir. soykütükçü incelemelerinde, batı kültürünün temelinde yatan ahlaksal inançların nasıl gelişip nasıl yerleşiklik kazandıklarının belli aşamalarını ortaya çıkaran nietzsche, ahlak yasalarının her durumda doğaüstü ya da tarihüstü bir kesinlikleri olmayıp, insanlarca yapılan şeyler olduklarını, verilen eğitimle, uygulanan cezalarla, sert terbiye pratikleriyle sağlama alındıklarını bildirmektedir. yine bu bağlamda, felsefe tarihinde yaptığı soykütüksel araştırmalarıyla duyuların tanıklığının us yoluyla nasıl çarpıtılmış olduğunu ortaya sermiş, bunu yaparken görünüşler dünyası dışında adına gerçeklik ya da doğruluk denen bir metafizik dünyanın varlığını her durumda yoksaymaya özen göstermiştir.

    nietzsche'nin yapıtlarını soykütükçü çözümleme yoluyla yazmasının ardında yatan temel düşünce, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın belli bir tarihleri olmadığı düşünülen kimi kavram, tasarım ve sorunların aslında birer tarihleri olduğu, üstelik bu tarihte gizlenip üstü örtülmeye çalışılanları göstermenin bugün yaşananları anlamak bakımından ne denli önemi olduğudur. bu anlamda nietzsche'nin tarihte yaptığı bütün soykütük yönelimli çalışmalar, "evrensel", "öncesiz-sonrasız", "zorunlu", "tanrısal" oldukları düşünülen kavramların bütünüyle "olumsal" olduklarını, insan elinden çıkmış olmaları nedeniyle her birinin kurmaca ya da yapıntı bir doğa sergilediklerini tanıtlamaya dönüktür. o nedenle soykütükçü tarih yazımı ele aldığı her kavramın kendine özgü bir tarihi olduğu farkındalığıyla hareket ederken, hiçbir şeyin "doğal" ya da "veri" olarak baştan doğru diye alınamayacağı düşüncesi üstüne bina edilmiştir.

    sözgelimi 1870'lerde yayımladığı "tarihin getirileri ile götürüleri" başlıklı bir yazısında nietzsche, tarihin ne olduğunu, nasıl yazıldığını, hangi amaçlarla kullanıldığını en ince ayrıntısına varana dek incelemektedir. tarih, kim olduğumuzu, hangi değerlere inandığımızı, geçmişte olmuş olanları nasıl anlayacağımızı, günümüzde olanları nasıl göreceğimizi, gelecekte olacak olanları nasıl öngöreceğimizi çoğunlukla farkına varamadığımız yollarla bizim adımıza belirlemektedir.

    insanın bağımsız, tarihdışı, öncesiz-sonrasız değerleri olan bir varlık olmakla övünç duyması, kendisinin de enin sonunda karmaşık bir toplumsal ve siyasal tarih örgüsünün ürünü olduğunu unutması ya da görmezden gelmesi gibi tehlikeli bir sonuç doğurmaktadır. daha sonraları nietzsche'nin soykütükçü yaklaşımının izinden yürüyen foucault, "delilik", "cinsellik", "cezalandırma", "ben" üzerine yaptığı araştırmalarla soykütük yaklaşımını bir adım öteye taşımıştır.
  • --- spoiler ---

    acı çekenlerin hepsi de acı verici heyecanlara bahane bulmaya korkunç derecede istekliler ve keşfediciler; şüphelerinin tadını çıkarıyorlar, kötülükler ve görünürde zedelenme hakkında düşünmenin, işkence verici bir şüpheye kapılmanın ve gaddarlığın kendi zehiriyle kafa bulmanın onlar için serbest olduğu geçmişlerinin ve geleceklerinin bağırsaklarını karanlık şüpheli hikayeler için karıştırıyorlar -en eski yaraları tekrar açıyorlar, çoktan iyileşmiş yara izlerinde kan kaybından ölüyorlar. arkadaşlarını,karılarını, çocuklarını ve onlara yakın olan herkesi suçlu yapıyorlar. ''acı çekiyorum: bu da demek oluyor ki birisinin bunda suçu var'' - diye düşünüyor hastalıklı her koyun. ama çobanı, yani münzevi ruhban diyor ki: ''haklısın, koyunum! herhangi biri suçlu olmalı: ama sen kendinsin o herhangi biri, sen tek başına suçlusun -sen tek başına kendine karşı suç işledin!''... bu yeterince yürekli, yeterince yanlış: ama en azından bir şey elde ediliyor bununla, dediğimiz gibi hınç duygusunun yönü değiştiriliyor.
    --- spoiler ---
  • kim günün birinde “yeni bir cennet” kurmuşsa, gerekli gücü kendi cehenneminde bulmuştur...
hesabın var mı? giriş yap