• az önce kirazın fiyatının yüksekliğinden şikayet eden ve bana ülkenin yoksullaşması üzerine düşündüren bir entry okuyunca, aklıma galeano'nun aynalar'ından yoksulluğa dair bir pasaj geldi:

    “yoksullar: adam yerine konmayanlar, savaşlarda ölenler, hapishaneleri dolduranlar, her zaman çalışmaya hazır kollar, kullan-at kollar.

    sessizleştirerek öldüren açlık, sesini çıkarmayanları öldürüyor. uzmanlar, yoksulluk uzmanları onlardan bahsediyor: onların çalışmadıkları işleri, yemedikleri yemekleri, olmayan kilolarını, olmayan boylarını, sahip olmadıkları, düşünmedikleri, oylamadıkları, inanmadıkları şeyleri anlatıyorlar.

    oysaki bizim tek bilmek istediğimiz yoksulların neden yoksul oldukları. sakın onların açlığı bizi doyuruyor ve çıplaklığı giydiriyor olmasın?”

    açlığımız kimleri doyuruyor? çıplaklığımız kimleri giydiriyor? asıl sorulması gerekenler bunlar işte...
  • aziz nesin, ben de çocuktum'da, çocukluğunda yoksulluğundan utandığı bir durumu anlatırken ekler: "insanların bu kadar yoksul olduğu bir ortamda asıl utanılması gerekenin zengin olmak olduğunu yıllar sonra farkedecektim".
  • parasızlık bana hep dedelerimi ve babamı hatırlatır. nedense kendi yaşadıklarım onların yanında sönük birer hatıra olmaktan ileri gitmez benim gözümde. şapka devriminde ölen büyük dedemin 4 oğlu içinde en üzüldüğüm kendi dedemden ziyade kardeşidir. 1920'lerin fakirlik atmosferi içinde, cumhuriyetin ilk yıllarında konya'ya çiftçi olrak çalışmaya giden 4 kardeş karın tokluğuna çalışıp günlerini geçirmişler ki o zamanlarda bu bir lüksmüş. yüz kilometreden fazlasını yürüyerek askeri muayeneye gitmişler. yürüyerek dönmüşler.

    dedem, okuma yazmayı askerde öğrenmiş. 1934'ten 1938'e kadar tam 4 yıl askerlik. boyalı kalemle, kaligrafik şaheserler sayılabilecek yazılarının olduğu defteri neredeyse 80 yaşında. ayaklarında potur ve çarık ile gezerlermiş, düğünlere giderken başkalarından ödünç ceket alırlarmış. ekinleri tırpanlarken su şişeleri testi imiş. şimdi uzak bir geçmiş gibi duran bu ayrıntılar hep içimi acıtır.

    babam çarığını sele kaptırınca eve ağlayarak ve korkarak gelmiş. dedem öğretmenin oğlundan bir ayakkabı satın almış. ilk ayakkabısı o olmuş. dedemin kardeşi, 1920'lerde sarınacak bir paltosu olmadığı için cepheye varamadan zatürreden ölmüş. babam ve arkadaşları 1950'lerin ilkokulundayken, silgileri ayakkabı topuğundan ya da lastikden kesilirmiş. parasızlık herkesin sorunuymuş. hem de geniş çaplı bir biçimde. bir kalemi tam 5 öğrenci kullanırmış.

    yoksulluk, bir halkın tarihinde kim bilir hangi kayıp ve acı anıyı bıraktı. insanlığın en büyük derdi. ozanın dediği gibi bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.
  • hani yoksulluk kader olarak görülüyor ya, hani "asla çözülemeyecek bir sorun" gibi belletiyorlar ya bize, matematik yansızdır, matematik iki yüzlü değildir ve matematik diyor ki, "yoksulluğun çözümü öyle kolay ki:

    --------------------------------------------------------

    `dünya yoksulluğunun yok edilmesi için gerekli olan kaynak `
    (milyar dolar)
    temiz su için
    50
    herkese barınak
    21
    açlığın sona erdirilmesi
    19
    herkese sağlık hizmeti
    15
    herkesin okur-yazar olması
    5
    nüfus kontrol eğitimi
    10.5
    temiz ve yeniden kullanılabilir enerji
    17
    erozyonu önlemek
    24
    çevreyi korumak
    28
    toplam
    189.5

    alıntı :
    kadinlar, kalkinma ve sosyal adalet
    gülay toksöz
    alev özkazanç
    bedriye poyraz

    ---------------------------------------

    189.5 milyar dolara dünyada bir tek yoksul bile kalmaz a dostlar. ama bu parayı insanlık için değil silah için harcamaları gerekiyor ki kan içicilerin, birileri daha zengin olsun, daha zengin, daha zengin olsun.
  • (yoksunlukla karıştırmaya özen göstererek) yoksulluk, hayatın taşrasında olma durumudur. taşra da her zaman taşralaştırılmış olandır. taşradan bahsettiğimiz anda bir iktidar ilişkisinden, hakimlerin/merkez(ler)in adlandırma/sınıflandırma/nesneleştirme söyleminden de bahsetmiş oluruz. söylemsel bir oluşum olarak yoksulluk da ekonomik, sosyal, siyasal iktidar merkezlerinden uzaklaştırılmayı, çevreye atılmayı, marjinalleştirilmeyi tanımı gereği barındırır. uzaklaştırılma aynı zamanda toplumun dilinden, anlamlandırma mekanizmalarından da uzaklaşmadır. bu durumda yoksulun, toplumla ilişkisi de müphemdir. ne içinde ne dışındadır. toplumun merkezi ile toplum-dışı arasındaki ara-bölgede arafta konumlanır yoksulluk. köyden kente göç ise araftalığı daha da keskinleştirir. yoksul köylünün en azından bağlanabileceği bir toprağı ya da geleneksel değerleri varken göçmen kent yoksulunun üzerinde duracağı zemin iyice daralmıştır. kentin göçmenin kendine dair imgesinde oluşturduğu yarıklar, hem bireysel hem de topluluksal düzlemde kimlik kaymalarına neden olur. geçmişle şimdi, köyle kent, sözlü olanla yazılı olan arasındaki eşikteki bu insanların hayata karşı temel tutumları ambivalens[çiftdeğerlilik] olur. kent hem arzunun hem hasedin mekanı olur bu heterojen kimlikli kişilerde.
  • hatırlayalım, ne demişti rahibe teresa:

    "yoksulluk, sadece yiyecek ekmek bulamamak değildir.
    onun da ötesinde, insanın saygınlığına duyulan büyük bir açlıktır.
    sevmeye ve başkaları için önem taşıyan birisi olmaya gereksinim duyarız."
  • yüzbinlerce çocuğun hayatını kaybetmesinin sebebidir.oysa yapılan hesaplamalara göre, dünyadaki en zengin 225 kişinin servetinden alınacak % 4 vergi veya dünya sermaye piyasalarındaki üretici olmayan spekülatif işlemlere uygulanacak % 1 vergi, yoksulluğu toptan ortadan kaldırmaya yeterlidir.

    (bkz: kapitalizm)
  • yoksulluk, yoksunluktur. her $ey eksiktir yoksullarin hayatlarinda. evin annesinin, yer sofrasindaki ailesini ve misafiri doyurmak icin, ak$am yemegi diye getirdigi, kara suyun icinde yuzen patlicanlardir yoksulluk. o sofrada tedirgin oturan, kocaman bal rengi gozlerinin icindedir, sari saclari birbirine dolanmi$ o kiz cocugunun. taniklik etmek bile eksiltir ruhunuzu. yuz yil gecse de, sizin asla unutamayacaginiz o yoklugun icinde, bin yil surer bazilarinin omru. yoksulluk yokluktur, varlik utanmayi ogrensin diye derdi dedem. bense hep, niye lazim derdim bolluk mumkunken, yoklukla terbiyesi varligin?
  • öncelikle ekonomik bir problem. yalnizca ekonomik olarak bile pek cok acidan degerlendirilebilir. ülkelerin yoksullugu kaynak yetersizligine, üretim faktörlerinin sanssiz dagilimina, üretimin niteligine, niceligine, pazardaki talebine baglanabilir. bir ülke ekonomisinin ticaret hacmi büyük degil, girdileri kisitliysa, bir de büyük ülkelerden alinan borclar faizleriyle birlikte ödenmeye calisiliyorsa yoksulluk kacinilmaz sonuctur. matematik öyle söylüyor. sanssiz ülkeler yaninda, türkiye gibi faktör dagilimi acisindan sansli olup da yoksul kalmayi becerebilen ülkeler de vardir ki, bunlardaki yoksulluk faktör yetersizligiyle falan degil tamamen beyin yoksulluguyla/yoksunluguyla aciklanabilir sanirim. üretim faktörlerinden verimli olarak faydalanip, tüketimini de ölcülü yapan bir ekonomide yoksulluk olmaz. imf kredilerini devlet bankalarinda yandas kayirirken batiran ülkeler de yoksulluktan hic kurtulamaz. (imf kredisi zaten hic bir durumda yoksulluktan kurtarmaz da...) isin bir kac ayagi var; üretmek, ürettigini satmak, sattigindan elde ettigini adaletli (belli siniflari sisirmeden) dagitmak, ayagini yorganina göre uzatip dagitilani (bkz: gelir) ölcülü harcamak. dünyadaki yoksulluk problemi bence isin tüketim ayagindan kaynaklaniyor. birileri hak ettiginden fazla tükettigi, bencilce, üretmeden tüketmek pesinde oldugu ve doymayi hic bilmedigi icin, aslinda baskalarinin (bkz: fakir) hakki olan ve adaletli bicimde paylasildigi takdirde ülkeyi yoksulluktan kurtarabilecek kaynaklari cignemeden yuttugu icin yoksulluk meydana geliyor. kalkinmis, gelismis ülkelerde bile yoksulluga rastlanmasi bunun bir sonucu degilse nedir?
    isin ekonomik tarafindan ziyade insani tarafi göz önüne alinmali yoksulluk tartisilirken bence. yoksullarin en büyük sorunu sudur, paradan baska bir seyi düsünemezler diye bir söz okumustum. ne kadar da dogru... yoksul insan tüketemez. yoksul insan insanin faydasina sunulmus hizmetlerden fayda saglamayaz. yoksul insan tiyatroya, sinemaya gidemez, cocuguna ayakkabi alamaz, evine gazete bir tarafa kimi zaman ekmek alamaz, doktora gidemez, haftanin bir günü olsun disariya cikamaz, yemege gidemez, tatile gidemez. yoksul insan cebindeki parayla ayin sonunu nasil getirecegini, evinin akan catisini neyle onaracagini, kisi hangi odunla gecirecegini, otobüs biletlerine gelen zammi düsünür. iste bu hesaplarin insani nasil bir cendere icine soktugunu anlayabilirsek, yoksullugun fertlere ve topluma nasil bir zarar verdigini, nasil bir potansiyel kaybina yol actigini daha iyi kavrayabiliriz sanirim. yoksul insan maddi olarak degil, cogu zaman icinde kivrandigi kisir döngüden dolayi manevi olarak da yoksullasir. insan zamanla insani yanini kaybetmeye baslar, sanati, sevgiyi, dostluklari, paylasimi, önemseyemez cünkü para her seyin önüne gecmistir, cünkü yasamak icin yemek gerekir, yasamak icin doktor gerekir, bunlarin hepsi icinse para... düsünüyorum da, kimbilir ne sairler vardi aramizda, kimbilir ne bilim adamlari, ne danscilar, ne ögretmenler, ne doktorlar... kimbilir ne cok insan vardi, daha mutlu yasayabilecek, toplumu daha mutlu edebilecek...vazgectiler... kimbilir ne degerler vardi iclerinde, bir ekmek parasina kaybolup gittiler... bazilarini daha cocuk yasta yitirdik, yolda mendil satmaya basladilar. bazilari biraz daha direndi, liseyi terk etti... bazilari az öteye gectiler, sansli olup bir devlet dairesinde ise girdiler, aldiklari maas 25 sene birikimden sonra bir ev almaya yetmedi. dürüsttüler oysa, caliskandilar, haklari vardi kazanmaya, insanca yasamaya... düsünüyorum da, ne cok insan yandi böyle ve yanmaya da devam ediyor. yoksulluk; gecekondunun önüne cömelmis cebinden cikardigi tütününü yavas ve dertli saran amca, sabahlari saat 3'te vardiyaya yatismek icin uykusunu bölen isci, temizlige gittigi evin penceresini silerken düsüp ölen kadin. uzak mi yoksulluk, bize hic degil...

    edit: yazan kendisiyle celisti, manevi yoksullasma derken daha kötü bir insan olmayi mi ima ediyorsun diye kendisine sordu. hayir, kastettigi yoksul insanin kendisini gelistirebilecek olanaklara sahip olmamasiydi. yazan bir daha sordu, yosulluk suca itmez mi? öyleyse suc her zaman kötü müdür? bunun yeri burasi degil dedi yazan kendisine.
  • ne avrupa birliği, ne modernleşme, ne kopenhag kriterleri ne de doğu/batı/kuzey/güney... yoksulluk bu ülkenin birinci ve en büyük, en kronik sorunudur. yoksulluk görmek istemediğimiz, yüzleşmek istemediğimiz ama gözümüzün önünde, bedenimizin üstünde, ruhumuzun derinlerinde her yerde hissetiğimiz, gördüğümüz sorunumuzdur. büyük gazetelerin, büyük televizyonların, büyük dergilerin yok saydığı dramımızdır. ismi geçtiği vakit, ertuğrul özkök'ün "canım şimdi ne gerek var bunu konuşmaya, hem yok ki yoksulluk, hani nerede! ülke gayet zengin" diye kağıt mendil gibi saklamaya çalıştığı trjedimizdir.

    ısrarla yoksulluktan bahsedenlerin "duygu sömürücüsü, fakir edebiyatçısı, servet düşmanları" diye aşağılanmasına sebep olan öyle içimize işlemiz derdimizdir. memleketi kendi yalısından ibaret sayanların kompleksidir yoksulluk. ab'ye yol haritası çizen, bağdat'a asker çıkaran amerika'ya taktik haritası çizen, hamileyken poz veren ayşe arman'a çocuğun cinsiyetini belirleme haritası çıkartan medyamızın aklına gelmeyendir.

    açların, evsizlerin, mülksüzlerin haritasıdır yoksulluk.
hesabın var mı? giriş yap