• bir kez daha okudum yıllar sonra.

    tekrar görüyorum ki türk edebiyatı'nın en çarpıcı romanlarından biri yaban.

    türk köylüsünü, anadolu insanını, bu derece çarpıcı ve göte göt dercesine anlatan bir eser var mı, yok, başka yönlerini anlatan var ama sosyal anlamda, kurtuluş savaşı'na, mustafa kemal'e bakışını anlatan yok.

    romanın bir başında bir sonunda yakup kadri eleştirilerine rağmen, yine de aydın sorumluluğuyla suçu kendinde arıyor, bu halkın suyunun sıkıldığını, ona iyi davranılmadığını söylüyor, küçük çobanın cesedinin başında hepsini affettim diyor.

    bu pasajları referans gösterip romanı tersinden okumaya çalışanlar oluyor bazen, yakup kadri'nin ne demek istediği belli diye, sanki o köylü ve anadolu insanı eleştirisi boşa düşüyormuş gibi..

    bu tersinden okumayı romanın yayımlandığı tarih olan 1932 itibariyle kabul ederim ama bugünden okuyunca asla kabul etmem.

    cumhuriyet romanda yapılmadı denilen ne varsa yaptı, anadolu'ya götürülmedi denilen ne varsa götürdü, götürmeye çalıştı, değer verilmedi denilen insana değer verdi, anlamaya çalıştı.

    aldığı ve almakta olduğu karşılık ortada, yaptığı tercihler ortada, elinin tersiyle ittiği her şey ortada.

    bu sebeple anadolu'ya karşı, köylüye karşı, yığına karşı tek kollu kurtuluş savaşı gazisi ahmet celâl'in ve onun gibilerin yanında olmalıyız, hem de her zaman.
  • yaban, 1.dünya savaşı’nın bitiminden(1918) sakarya zaferinin kazanılışına(1922) kadar olan sürede geçer. adını bilmediğimiz, romana sahne olan köy ise, haymana ovasının ortasında, porsuk çayı kenarında bir türk köyüdür. kitabı ana kahramanımız ihtiyat zabiti ahmet celal’in anı defteri olarak okuruz.
    kitapta ahmet celal’in gözlemlerinde, uzun tiratlarında ve köylüyle olan iletişiminde, döneme, türk köylüsüne, türk köylü ve aydınının arasındaki türlü uçurumlara o kadar açık bir biçimde tanık oluruz ki zaman zaman köylünün cehaletine, düşünmeyişine -düşünemeyişine kızarız, ahmet celal’in hislerini paylaşırız, zaman zaman özellikle ahmet celal’in aydınlanma anlarında, köylüyü bu halde, hem bedensel hem de zihinsel olarak aç bırakan, cehaleti belki de işine geldiği için besleyen osmanlı’ya kızarız.

    ahmet celal, 1.dünya savaşı’nın bitiminden sonra eri mehmet ali’nin teklifi üzerine onunla beraber köyüne giden, savaşta sağ kolunu kaybetmiş bir türk aydını olarak karşımıza çıkar.

    köye varışından itibaren biraz da kendisinin de beklediği üzere köy halkı onu kabul etmez, söyledikleri ve yaptıkları tuhaf karşılanır: ‘‘mehmet ali’ye soruyordum:
    -niçin her şeyim senin hemşerilerinin bu kadar tuhafına gidiyor? mehmet ali önce inkar etmek istiyordu; sonra kendini tutamıyor; baklaları, birer nasihat halinde, ağzından çıkarıyordu:
    -beyim her gün traş olmayıver.
    -beyim, bu dağın başında sabah akşam dişlerini fırçalamak neyine gerek.
    -beyim, bizde saçlarını kadınlar tarar.
    -beyim, geceleri, sabahlara kadar mırıl mırıl ne okuyup duruyorsun? seni büyü yapar sanırlar.’’ (sf: 37)

    ahmet celal’in sırf davranışları değil, bilişsel hali bile köylülerden fersah fersah uzaktır, o gerçekten köylüler için bir yabandır; ‘‘gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: türk entelektüeli, türk aydını, türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. bir münzevi mi? hayır; bir acayip yaratık demeliyim. öyle ya, bir insan tasavvur edin ki hangi ırktan ne cinsten olduğu belli değildir. kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor….okumuş bir istanbul çocuğu ile bir anadolu köylüsü arasındaki fark bir londralı ingilizle bir pencaplı hintli arasındaki fark kadar büyüktür.’’ (sf:53)

    kendisini tek anlayabilecek kişi olan mehmet ali de zamanla ahmet celal’in söylemine göre geriye doğru değişir, köylüden bir farkı kalmaz; ‘‘talim, terbiye, iyi örnek, bunların hepsi geçici şeylerdir. ve çevre değişmedikçe, insanın değişmesine imkan yoktur. bu küçük mülahazadan, türkiye’deki yenilik ve garpçılık hareketlerinin, neden başarısızlığa uğradığı sorununa kadar çıkabiliriz.’’ (sf:42)

    sürmekte olan kurtuluş savaşı da köylünün umurunda değildir, ahmet celal gazetelerden heyecanla savaşı takip etmektedir, köylüyle paylaşmaktadır, ancak onu dehşete düşürecek biçimde sanki son derece soyut kavramlardan bahsediyormuşçasına köylünün tek derdi tekrar askere gitmemektir.

    köyde okul yoktur, bunu da mehmet ali’nin kardeşi ismail’den öğreniriz. çocuklar imamın evinde eğitim almaktadırlar. bir gün köye şeyh yusuf efendi adlı bir tarikat şeyhi gelir. köylünün şeyhe saygısı, hürmeti büyüktür. o fakir, o aç halleriyle bile şeyhe türlü hediyeler verirler. ahmet celal bu şeyh size ne öğretti, nasıl bir iyilik yaptı diye sorar sorgular, ancak hiç kimseden doğru dürüst bir yanıt alamaz. şeyhle olan münasebeti sonunda da şeyh kızıp köyü terk eder, köy halkı ahmet celal’e iyice düşman kesilir; ‘‘benim için, bu bunak türk şeyhinin, istanbul’daki ingiliz subayından farkı nedir? her ikisinin ruhu ile benim ruhum arasındaki uçurum, aynı derecede derin ve karanlıktır. bu da onun gibi, beni kamçı ile dövecek ya da etimi bir zindanda çürütmekten zevk duyacak.’’(sf:65)

    1.inönü zaferinden sonraki günlerde kasabaya gidip yeni fikirlerle dönen köy muhtarıyla ahmet celal’in konuşması, köylünün padişaha oldukça bağlı olduğunu, uzakta süren savaşın gerçeklerinin yeteri kadar farkında olmasalar bile her şekilde padişahtan yana tavır aldıklarını bize gösterir; ‘‘ona göre, kemal paşa’nın açtığı yol, çıkmaz bir yolmuş. hem de çok tehlikeli imiş. çıkmaz bir yolmuş, çünkü padişah kendisiyle beraber değilmiş. padişah, düşmanla çoktan barış yapmış….tehlikeli bir yolmuş. çünkü düşman yalnız izmir’de çoğunup otururken, kemal paşa’nın ettiklerine kızıp, daha ileriye varmış. bursa’ya kadar gelmiş. nihayet geçen gün, inönü’ye kadar dayanmış.’’ (sf:58)

    köyün ağası salih ağa, köylüye adaletsiz davranmaktadır, yalan söylemektedir, ancak köylü korkularından ve miskinliklerinden ötürü ağaya karşı çıkmamaktadır; ‘‘bunlar, henüz bir sosyal varlık haline bile girmemiştir. ta yontulmamış taş devrindeki insanlar gibi yaşıyorlar. o vakitlerde de, kabilenin en güçlüsü, elinde bir ağaç baltayla sizin üzerinize yürür, ağzınızdan lokmanızı, ininizden karınızı alıp götürürdü ve bu, herkese tabii olaylar gibi sakınılmaz, önlenmez görünürdü. köylüde mülkiyet duygusu her şeyin üzerindedir, derler. uzun yüzyıllardan beri devam eden dış istilalar, iç eşkıyalıklar türk köylüsünde bu duyguyu da köreltmiştir.’’ (sf:90)

    köye aşar memurunun gelip gidişi, köyden geçen kurtuluş savaşı askerleri ve gazetelerden aldığı haberler, ahmet celal’in de kurtuluş savaşı havasını solumasını sağlamakta, onu sevindirmekte, gururlandırmaktadır; ‘‘anadolu köylüsünün zahire ambarları bomboş, fakat türk entelektüeli yedi devlete harp açmıştır. istanbul’da ali kemal buna delilik diyor. ben, bu hali ulvi ve heyecan verici bir manzara gibi seyrediyorum….bunlar, artık benim bildiğim cihan savaşı subayları değildir. bazılarıyla tanışmakla beraber onlarda eski ruhtan, eski kafadan bir belirti bulamıyorum. bunlar bir ordunun alelade subayları olmaktan ziyade yeni bir mezhebin öncüleri gibidir. cihan savaşı’nda her biri bir şeyden şikayetçiydi. hepsi devletin siyasetini tenkit ederdi. hepsi canından bezgin görünürdü. şimdi ise bir tartışma bile kabul etmiyorlar, ‘mutlaka yeneceğiz’ diyorlar.’’(sf:94)

    ve nihayet kitabın özüne ulaşırız. bu satırlar oldukça önemlidir. ahmet celal keşfettiği ve anladığı anadolu’yu bir bir sayıp döker, suçluyu bulmakta da gecikmez; ‘‘mütarekenin ilk günlerinde, bana bir tanıdık diyordu ki: ‘ne bu zırhlılardan, ne bu ordudan, ne sokak başlarındaki bu makineli tüfeklerden korkuyorum. beni, korkutan şey, kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, kendi aramızdaki nifaklardır. bizi asıl bu mahvedecek.’ ben, içimden diyordum ki, bu adam, bu hükmü hep istanbul’a göre veriyor, karışık ve bulanık bir şehir halkının huyunu bütün millete mal ediyor. asıl vatanı, asıl milleti, anadolu’yu hesaba katmıyor. orası, buradaki nifaklardan ve pisliklerden arıdır. orası, benim gözümde, ıstırabın en özlü alevlerinde kaynayıp pişmiş bir hayat mayasıyla yuğrula yuğrula kutsallaşmıştır ….şimdi ne görüyorum? anadolu… düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır. burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu türk gencinin kafası taş altında ezildi. burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malulü ahmet celal yapayalnızım. bunun nedeni, türk aydını, gene sensin! bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi ne yaptın? yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. bir kafası vardı; aydınlatamadın. bir vücudu vardı; besleyemedin. üstünde yaşadığı bir toprak vardı! işletemedin. onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. o, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. ne ektin ki, ne biçeceksin? bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? tabii ayaklarına batacak. işte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.” (sf.:129-130)

    ahmet celal’in yüreği cepheyle atmaktadır, mustafa kemal’e olan inancı tamdır, ancak çok istemesine rağmen sağ kolunun olmamasından dolayı savaşa gidememektedir; ‘‘beni cephenin ardında, bir köşecikteki bir sakat hayvan gibi saklarlardı. boş yere subay kantinlerinin ve subay çadırlarının sığıntısı olurdum. arkaya ve geriye doğru hareket anlarında, karargah kumandanlarının bir angaryası, bir başbelası kesilirdim. çöldeyken kuyruğu kesik bir köpek bizim alaya musallat olmuştu. nereye gitsek, beraber gelir, kovsak dinlemez ve peşimizi bir dakika bırakmazdı. hep ayaklarımızın arasında dolaşır, arkamızdan koşar, siperlerin içine girer çıkar, geceleri şunun bunun çadırı önünde nöbet beklerdi. haline acır, vuramazdık. hatta yemek artıklarını hep ona verirdik ve köpek belki de, bizden bunun için ayrılmak istemezdi. işte ben onlarla gitmiş olsaydım, mutlaka bu köpeğe benzerdim. iyi ki gitmedim.’’(sf:152)

    cephenin köye yaklaşmasıyla beraber, köyün semasından savaş uçakları geçmektedir, köylü bir sirk izler gibi düşmanı izlemekte, eğlenmektedir. ahmet celal bu duruma delirmektedir. uçakların attığı propaganda kağıtlarından da, düşmanın hem ağızdan ağza gerçek dışı söylemler yaydığı hem de geçtiği bölgelerde yazılı propaganda yaptığını öğreniriz: ‘‘imam hecelemeye başlıyor: ‘muhterem anadolu ahalisi, kemal çeteleri mahvolmuştur. adım adım bütün şehirleri, kasabaları zaptettik. şimdi ankara üzerine yürüyoruz. sakın bize karşı düşmanca harekete kalkışmayınız. biz sizi, halife tarafından kurtarmaya geliyoruz.’….ne halifeyi, ne de peygamberi bildikleri var. fakat, ‘kurtarmaya geliyoruz’ sözü, bilmeksizin çok hoşlarına gidiyor. kurtarmak! sizi, kim kurtarabilir? sizi gökten melekler inse kurtaramaz. çünkü, sizi evvela sizden, kendinizden kurtarmak lazımdır. içimden böyle homurdanarak kağıdı imamın elinden çekiyorum. yere atıp çizmemin ökçesiyle çiğniyorum. hepsi hayretle bana bakıyorlar.’’(sf:171)

    ahmet celal’in eski bir asker olan bekir çavuş’la şu diyalogu da bize, dönemin ümmetçilik anlayışını sergiler; ‘‘bekir çavuş:
    -biliyorum sen de onlardansın emme.
    -onlar kim?
    -aha, kemal paşa’dan yana olanlar…
    -insan türk olur da, nasıl kemal paşa’dan yana olmaz?
    -biz türk değiliz ki, beyim.
    -ya nesiniz?
    -biz islamız, elhamdülilillah…o senin dediklerin haymana’da yaşarlar.’’(sf:173)

    ahmet celal’in ankara konusundaki düşünceleri, bize mustafa kemal’in neden ankara’yı başkent yaptığını, ankara’nın misyonunu açıkça anlatır; ‘‘ankara işgal altında? yok canım, bunu tasavvur etmek bile mümkün değildir. böyle bir olay tarihi olayın mantığına zıt bir şey olur. çünkü ankara bir son değil, bir başlangıçtır. dünyayı dolaşan telgraf tellerinde londra, moskova kelimelerinin yanı sıra ses çıkarmaya başlayan bu yeni kelime ötekiler gibi bir şehir değildir. bu bir yeni nefese, bu bir yeni ruha sembol olmuştur. düşman eski haritalar üzerinde ankara adını taşıyan kerpiçten şehre girebilir. onu, bir iki gülle ile tarumar edebilir. fakat aynı adı taşıyan ruha nasıl el uzatabilir? onu nasıl zapteder? o ruh bugün, burada ise, yarın orada esecektir. öbür gün bir fırtına haline girip kendisine daha yüksek, daha yalçın bir tepe bulacaktır. orada gürleyecektir. eyvahlar olsun, bu gerçeği şimdiden hissetmeyenlere. bunlar kafalarını taştan taşa çarpacaklardır. bunlar, sarp yokuşlarda yollarını şaşıracaklardır.’’ (sf:185)

    cephenin yakınlaşmasından sonra, düşman askerleri köye gelirler, köylü tarafından yazılı kağıt parçaları karşılığında beslenirler. kimse onlara karşı çıkmaz, hatta halinden memnundur. askerler yollarına devam etmeye karar verirler, salih ağa ve köyün imamı askerlerle beraber köyden ayrılıp, onlara ankara yolunu gösterirler. düşman askerleri bozguna uğratılıp, perişan halde geri dönerken bu onların faydasına olacaktır. askerler geri dönüş yolunda köye uğrayıp, köylünün tüm erzağını, parasını, altınını alırlar, ancak salih ağa ve imamın malına dokunmazlar. köyü yakarlar, insan kıyımına girişirler. ahmet celal bir karışıklıkta kaçar, bunları yazdığı anı defterini de ölmek üzere olan bir köylüye bırakır. garp cephesi kumandanlığının gönderdiği ‘tetkiki mezalim heyeti’ bu defteri bulur ve biz de böylece bu hikayenin izleyicisi oluruz; ‘‘köylülerden bunun sahibinin ne olduğunu sordu. kimse, onun nereye gittiğini bilmiyordu. bununla beraber, onun iki üç yıl hep bu köyde oturduğunu ve son felaket gününe kadar burada kaldığını söyleyen de kendileri idi. ‘tetkiki mezalim heyeti’ azasından biri bu kayıtsızlığa şaştı:
    -nasıl olur! dedi, nasıl olur. insan yıllarca beraber yaşadığı bir kimsenin nereye gittiğini, ne olduğunu bilmez mi? köylüler, küskün bir tavırla omuzlarını kaldırıp uzaklaşıyorlardı. yalnız, içlerinden biri, yaşı belirsiz küçük ve sıska bir adam, döndü:
    -dee, sizin gibi yabanın biriydi, dedi.’’(sf:31-32)
  • ilkokulda koru korune ogretilen "butun halk birlik olduk dusmani yendik" klisesini sorgulamama neden olan romandir. ama koylunun dusmanin tarafini tutacak kadar hain oldugunu degil, neyin ne oldugunu anlamayacak kadar cahil oldugunu ve cahilligin ne vahsetlere yol acabilecgini vurgular; ve en onemlisi sucu halkindan bu denli kopmus olan turk aydininda bulur.
    turk edebiyatinin en onemli eserlerinden birisidir. eski olmasina ragmen okumasi da gayet kolaydir. orta okuldaki turkce ogretmenime gore her on yilda bir tekrar okunmalidir, ki katilirim. yine de bazi tanidiklarimin cok begenmedigine sahit olup sasirmisimdir.
  • anadolu insanı şeklinde yaratılan tertemiz, saf, kutsal ve iyilik meleği kavramlarını altüst eden, anadolu insanının ne kadar uyanık olduğu, yönlendirmeye ne kadar müsait olduğu, menfaatleri için neler yapabileceği, din kisvesi altında neler yapacağı ve nelere katlanacağı, zekasını kullanmaktan ne kadar aciz olduğu, empati yapmaktan yoksun, düşünme yetisini kullanmayı bırak demogog olduğunu ortaya koyan zamanın ortalığı altüst eden gerçekleri oldukça güzel anlatan ve kendini benim anadolu insanım iyidir, saftır, sevecendir diye kandıranların bir türlü içine sindiremediği romanıdır.
  • istanbul-anadolu, aydin kesim-halk arasindaki hayati yorumlama, yasama amaci gibi farkliliklari cok guzel anlatan bir roman. seneler once yazilmis olmasina ragmen bugun de turkiye'nin cesitli kesimleri arasindaki farklari daha iyi anlayabilmek icin bu kitabin okunmasi fayda saglar, anadolu halkinin devlet dusncesine bakisini gostermeye calisir; guzeldir.
  • yakup kadri'nin bu kitap yüzünden hakkında çıkan "köylü düşmanı" yaftasından kurtulmak için 1942 yılındaki 2. baskının ön sözüne koyduğu yazısı çarpıcı olan roman; ''bilmem beni hatırlıyor musunuz? ben sizi asla unutmadım. zira, köylerinizin viraneleri içinden geçerken kadın, erkek, genç ihtiyar, çoluk çocuk hayran, ürkek ve mahçup çehrelerle, yumuşak yastıklarına yaslandığımız otomobillerin etrafını aldığınız zaman hayatımın en derin, en büyük, en yüz kızartıcı utancını duymuştum. utanç ise, kıskançlık ve haset gibi unutulmaz, silinmez bir duygudur; geçtiği yerde ateşten izler bırakır. şu dakikada sizi ve köylerinizi hep birbirine karıştırıyorum. hanginiz daha az sefil idi? hanginiz daha merhamete layıktı? bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa o da, sizin gözleriniz benim gözlerime değdikçe, başımın önüme eğilmesi ve yüzümün kızarmış olmasıdır. bunun için değil midir ki, size hitabettiğim şu dakikada, hepinize karşı kalbimde kine ve öfkeye benzer bir şey duyuyorum ve tekrar size doğru gitmek fikrine alışamıyorum; sizden korkuyorum. bir caninin öldürdüğü adamın cesedinden korktuğu gibi sizden korkuyorum. üç yaşındaki çocuklarınızın hayali bile bende cür'et ve cesaret namına hiçbir şey bırakmıyor....''

    ve bir alıntı ;

    "talim, terbiye, iyi örnek, bunların hepsi geçici şeylerdir ve çevre değiştirmedikçe, insanın değişmesine imkan yoktur. bu küçük mülaliazadan, türkiye'deki yenilik ve garpçılık hareketlerinin, neden başarısızlığa uğradığı sorununa kadar çıkabiliriz."
  • 20. yuzyil turk edebiyatinin en onemli romanlarindan biri. "yaban", koylulerin subaya taktigi isimdir.
  • kitabın ikinci baskısı için yazdığı önsözde yakup kadri karaosmanoğlu, içerdiği didaktik, zaman zaman ajitatif olabilen bölümler nedeniyle kendisinin de romanı eleştirebileceğini belirtir. lakin bunu yapmasına engel olan şey ise; ısrarla belirttiği üzere bu kitabın bir romandan başka birşey, bir "çığlık" olmasıdır.

    roman boyunca yakup kadri; dostoyevski'den schopenhauer'a, oddysey'den donkişot'a kadar alıntılarla bezediği bir anlatıyı orta anadolu'nun sert, bir o kadar da acımasız olabilen panoramasında dillendirir ve tek kollu gurbetçi (ona göre bir istanbullu için anadolu gurbettir) subayın hem kişisel hem efrada ilişkin sorgulamaları nezdinde tüm bir saray-halk antagonizmasını gözler önüne serer. bu öyle bir çelişkidir ki günümüzde bile devam etmekte, hatta kökü yüzyıllara uzanan bu çatışma artık siyasal düzeyde cereyan etmektedir; bugün bile, anadolu'nun herhangi bir köyüne giden herhangi bir istanbullu okumuş sürgün aynı ızdırabı yaşayacaktır.
  • ahmet celal ve bekir çavuş arasında gecen konuşma..

    -biliyorum beyim sen de onlardansın emme.
    -onlar kim?
    -aha, kemal paşa’dan yana olanlar...
    -insan türk olur da, nasıl kemal paşa’dan yana olmaz?
    -biz türk değiliz ki, beyim.
    -ya nesiniz?
    -biz islimiz. elhamdülillah... o senin dediklerin haymana'da yasarlar.

    burada 'o senin dediklerin ' dediği ve 'haymanada' yaşayanlar kimdir diye düşünmeden edemiyorum...
  • ayrica yanilmiyorsam yakup kadri savas sonrasi hukumet gorevlisi olarak gittigi bir gezide gordugu virane karsisinda ilk olarak romani tasarlamistir. romandaki karakterlerin ve romanin kurgusunun mukemmelligi goz onune alinirsa (deliler, bucur adam, kor kiz, ana, kardes, asik olunan kiz, agalar, din adamlari vs...) yakup kadri mesajini aktarmak icin gercekten de cok titiz calismis ve dunya klasikleri kalitesinde bir eser vermistir denilebilir.
hesabın var mı? giriş yap