• filmin yönetmeni debra granik. imdb sayfası incelendiğinde görülüyor ki, kendisi gerçek bir sinemacı. bugüne kadar yönetmen, senarist, görüntü yönetmeni, kamera asistanı ve hatta boom operatörü olarak bile çalışmış. şimdi burada kendi estetik anlayışımdan yola çıkarak oldukça subjektif bir yorum yapacağım. granik sinemasının bu erken örneği, sizi film izliyor olduğunuz gerçeğinden koparıp ree dolly'nin küçük ama acımasız dünyasına götürmeyi başarıyor. bu tip filmleri sevmemin en önemli nedeni bu. saçmasapan bir yönetmen egosunun esiri olup, jimmy jib'den inmeyen kameralarla ya da estetikten yoksun farklı (!) kadrajlarla, "film işte bu kardeşim... her şey yalan, gerçek sensin" duygusuna hapsetmiyor film sizi.

    jennifer lawrence'ın mükemmel oyunculuğu göz dolduruyor. bunu özellikle belirtmek isterim. çok iddialı olacak biliyorum ama kendisinin oyunculuğu bir şekilde john malkovich'i hatırlattı bana. malkovich, hayatımın hiç bir döneminde fan'ı olmadığım, özel hayatını merak etmediğim bir oyuncu... gelgelelim, ne zaman kendisini beyaz perdede izlesem büyülenirim. bu filmde, jennifer lawrence'ı izlerken de benzer duygular yaşadım. umarım kariyerine doğru filmlerle devam eder ve kendisini beğenerek izlemeye devam ederiz.

    --- spoiler ---

    ree dolly'nin, ölü babasının elini tuttuğu sahne üzerine ne yazılır bilmiyorum. ölü bir babanın elini tutmak zaten yeteri kadar zorken, o elin başkaları tarafından kesilmesine tanık olması iç acıtıyor. peki neden ağlıyor ree... içinde bulunduğu vahşete mi, yoksa babasının ellerini son kez tuttuğuna mı? belirttiğim gibi, bu filmdeki jennifer lawrence performansı büyüleyici.

    ayrıca teardrop rolünde izlediğimiz john hawkes hem çok iyi bir oyuncu hem de bu filmin kilit karakteri. teardrop ve ree'nin, ree'nin babası üzerine konuştukları sahneden:

    ree: en kötüsü de onu utanarak anmak...
    teardrop: onun tek zayıf yönü, sizi çok sevmesiydi.

    küçük bir kızın, ölü babasıyla barıştığı sahnedir ki, yalın anlatım ve oyunculuk hayranlık uyandırır.

    --- spoiler ---

    film genel olarak beğenilmesine karşın, bazı yorumlarda, filmin bir türlü akmadığı ya da çok sıkıcı olduğu belirtiliyor... kesinlikle katılmıyorum. yıllar önce, sinemada tek başıma eternity and a day'i izlerken "işte sinema bu" diye mırıldandığımı hatırlıyorum. elbette bu filmi angelopoulos sinemasıyla karşılaştıracak kadar haddimi aşmayacağım. ama benim için, bu filmi izlerken olduğu üzere, kendi kendime "işte sinema bu" diye mırıldandığım her film güzeldir.
  • "winter’s bones: oscar şansını bırak filme bak!

    daha birkaç gün evvel 2010 yılıyla ilgili genel değerlendirmemi yazarken farkında olduğum bir şey vardı, 2010 henüz bitmemişti. velhasıl kelam bu filmi gördükten sonra bitmemiş olmasına çok sevindiğimi belirtmem gerekiyor. oscar yarışı hasebiyle bu filmin adını duyanlarınız olduğu gibi birçoğunuz bu filmi sundance film festivalinde aldığı ödül sonrasında da duymuş olabilir.

    winter’s bone her yerde yazılan özetinden gayrı şöyle bir öyküye sahip; on yedi yaşındaki ree (jennifer lawrence) hasta annesi ve iki kardeşiyle küçük bir kasabada hayatını idame ettirmeye çabalamaktadır. ree, kefaletle serbest bırakılan ve bir hafta içinde duruşması görülecek olan olası kaçak babasını bulamazsa kefaleti için ipotek ettirdiği evlerini ve arsalarını kaybedeceklerdir. bu bağlamda bilinse bile aleni şekilde dile getirilmeyen uyuşturucu trafiğinin içinden geçmesi gerekecektir. bu on yedi yaşındaki genç kız, küçük kardeşlerine veda etmemek için babasının ölüsünü veya dirisini bulabilecek midir?

    2006 yılında yayımlanmış olan aynı isimli romandan uyarlanan film daha önce bir kısa bir de uzun metrajı olan debra granik imzası taşıyor. senaryo uyarlamacılarından birisi de olan debra daha önceki filminde de (down to the bone) küçük bir kasabada parçalanmakta olan bir aileyi konu almış. bu bakımdan tecrübeli olduğu söylenebilir.
    filmin en temelinde yatan tekinsizlik hissi ve gizemi de bu küçük kasaba ortamından kaynaklanıyor. hatta kasabadan ziyade dağ köyü demek daha doğru olur kanaatimce. babalarının gidişi ve annelerinin hastalığı sebebiyle açlıkla mücadele edecek kadar kötü durumdaki ailenin etraflarındaki yalıtılmışlık ve tek komşularının mesafeli duruşu filme çok katkı yapıyor.
    benzer şekilde uzak aile ilişkileri ve insanların soğuk davranışları da birleşince ortaya gerçekten tekinsiz ve insanı üşüten bir yapı çıkıyor.

    filmin en öne çıkan noktası muhakkak ki genç oyuncusu jennifer lawrence. arriaga’nın yönettiği the burning plain (aşk ateşi) ile gerçekten tanıma şansı bulduğumuz bu genç oyuncu ileride de çokça karşımıza çıkacaktır kuşkusuz. donuk ama dokunaklı oyunculuğu nefes kesen cinsten. bir yıldız olmamasına rağmen bu sene oscar yarışında çok güçlü rakipleri karşısında ezileceğini düşünmüyorum. en çekişmeli dallardan birisi olacağı şimdiden bilinen en iyi kadın oyuncu dalında hiç de azımsanmayacak bir şansı olduğunu düşünüyorum. şayet winter’s bone hak ettiği en iyi film dalında da adaylık alacak olursa o vakit seyreyleyin manzarayı.
    oyunculuktan söz etmişken, the deer hunter’da robert de niro’nun gözlerinde gördüğüm soğuk ateşi bu filmde ree’nin amcası teardrop rölündeki john hawkes’ın gözlerinde gördüm. filmde kısa ama çok önemli bir rolü olan oyuncuyu akademi ister görsün ister görmesin, ben gözlerimle gördüm neler başardığını.
    çok benzer şekilde kısa ama öz rolü olan dale dickey’de (merab) müthiş bir iş çıkartmış. daha önce canlandırdığı iki karaktere hayat verdiğini görmüştüm ama bununla kıyas kabul edilebilecek şeyler değildi (breaking bad’de küçücük çocuğunu bile göremez haldeki ebeveyn ve my name is earl’de fahişe rolündeydi).
    söylediklerimden de anlaşılabileceği gibi filmin sırtını dayadığı en önemli silahlarından birisi de oyuncuları. en önemli rollerden, en önemsiz rollere kadar hiçbirisinde sırıtan bir karakter yok. sanki bir kasabaya gidilmiş ve oradaki yerli halkı çaktırmadan çekmişler gibi bir durum söz konusu. bunun en net görülebileceği yerlerden birisi ree’nin, merab’la ikinci kez karşı karşıya geldiği sahnede görülebiliyor. devamındaki aile yargılaması ve bottaki sahne de…
    bottaki sahne demişken bunu bolca etraftan duyacaksınız veya çoktan duymuşsunuzdur. filmin en vurucu anlarından birisi olan bu sahne tek kelimeyle bir şaheser. yönetmenin genel olarak kameranın orada olduğunu unutturduğu anların aksine bu sahne kameranın orada olduğunu ve bizim de orada olduğumuzu hissettiriyor. yönetim açısından kameranın nerede nasıl bir duygu uyandıracağı çok iyi belirlenmiş. teardrop ve ree’nin karşı karşıya geldiği sahnede örneğin. 30 saniyelik bu sahnede nereye konumlandığımızı anlayamaz bir hale gelip, en nihayetinde tamamen dışarı itiliyoruz. bu bakımdan ree’nin rüyası ve diğer şeyler de sayılabilir.
    sincapların o heyecanlı halleri, kaçacak yerleri olmayışı, sıkışmışlıkları ve bağlarının kopmasını ifade eden elektrikli testere sesleri. bütün bunların hepsi birleştiğinde ree’nin hissettiği duyguyu çok güzel ortaya koyuyor. bu arada belirtmeden edemeyeceğim filmde içi temizlenen sincap gerçek. bazı kişiler bu sahneyi çok sert bulmuş, midesi bulananlar dahi olmuş ama bence fazla abartmışlar. ice age serisini izleyip sincapları sevimli bulmayan yoktur zaten. lakin hayatın zorluğunu ve bir insanın nelerle yüzleşmesi gerektiğini anlatması bakımından önemli bir sahneydi. ayrıca sincaplar bazı toplumlar tarafından avlanan hayvanlardan birisiymiş (örneğin filmimize konu olan ozark topluluğu yiyormuş sincapları).

    film hakkında getirilen eleştirilerden birisi senaryonun çok yavaş ilerlemesi yani bir bakıma akmayışı. bu ikisi aslında aynı şeyler değil. bir film yapısı gereği çok yavaş ilerlediği halde akabilir. bu filmde bunun örneğini görüyoruz. film akmak ne kelime çağlıyor ve evet buna rağmen ağırkanlı bir filmden söz ediyoruz. başta da söylediğim gibi tekinsiz ve soğuk bir ortam var. bu ortama ayak uydurmuş ree dışındaki herkes olayları ağırdan alma ve hatta görmeme eğiliminde.

    winter’s bone duygusal ama duygusallığını aynı yöre halkı gibi belli etmeyen, insanın boğazına bir düğüm atan filmlerden birisi. sonuna kadar bu duygu bir türlü geçmek bilmiyor.
    duygusal açıdan doyurucu bir film izlemek istiyorsanız bu filmi kaçırmayın derim. bu sayede 2010’un en iyi filmlerinden birisini de kaçırmamış olursunuz."

    daha ayrintili bilgi icin bakiniz.
  • aldığı ödülleri hakeden film. doğarken kaybetmiş bir ailenin ve onların başındaki genç kızın zor hayatını anlatıyor. the burning plain de oynayan jennifer lawrence bu filmle oyunculuğunu kanıtlamış durumda.
  • evet hayatın soğuk yüzünü gösteriyor, evet jennifer lawrence iyi bir oyuncu ama filmi bütün gün hayatın soğuk yüzünü gösteren kadın programlarından farkı nedir? eğer based on a true story olsaydı diyebilirdim ki kadın programlarında olduğu gibi reyting kaygısıyla hazırlanmış programlardan farklı; diyebilirdim ki dört dalda oscar adaylığını hak ediyor. şahsen bizim programları seyreden mazoşistlerin daha etkileyici senaryolar yazabileceğini düşünüyorum. söyle bir dolaşın fener, cibali, balat çok daha etkileyici hikayeleri, hem de yaşanmışlarını görebilirsiniz çıplak gözlerinizle.

    --- spoiler ---

    babanın eli aileye ilk ve son defa öldüğünde yardım ediyor. bence filmdeki en etkileyici nokta..

    --- spoiler ---
  • --- spoiler olur mu ki ---

    babasının umursamadığı ailesinin yine babasının "ellerine" bağlı hayatlarını koruma çabası içinde kalmış on yedi yaşındaki bir genç kızın mücadelesi diyebiliriz, durağan temposuna rağmen bir şekilde filmin sonunu görmeyi istiyorsunuz.

    küçük minyatür atlarıyla trambolin üzerinde zıplayan çocukların bu fikrine bayıldım ve bu film, küçükken neden böyle bir şeyi akıl edemediğimi düşündürdü bana. *

    --- spoiler oldu mu ki ---
  • bazılarının hayatının birinin fedekarlığına bağlı olduğunu ve hayatın hiç de adil olmadığını anlatan film.
  • erken büyümek zorunda kalmış 17 yaşında bir kızın hikâyesi. amerika'nın güneyinde, bob ross tarafından çizilmiş gibi bize pazarlanan küçük parıltılı amerika resimlerine hiç de uymayan, bizim anadolu'ya benzer bir şekilde herkesin birbiriyle bir şekilde akraba olduğu bir kasabada geçiyor film. temel geçim kaynağı hayvancılık ve uyuşturucu imâlatı olan bu kasabada hasta anası ve iki küçük kardeşine binbir yokluk içerisinde bakmaya çalışan ree'nin hayatı, şeriften gelen bir ziyaretle daha da boktanlaşır. kefaletle serbest kalmış babası, kefalet ücreti için evini ve arazisini ipotek ettirmiştir ve eğer mahkemeye çıkmazsa ev ve araziye el konacaktır. ree'nin ise elinde kalan tek şey başlarını sokacakları bir damdır. kelimenin tam anlamıyla... onu da kaybetmemek için babasını aramaya başlayan bu 17 yaşındaki kız, iz sürmeye devam ettikçe daha da olgunlaşacaktır.

    film küçük bir film. ama oldukça iyi bir film. güneylilerin karakterleri, töreleri hakkında derine inmeden çok güzel bir resim çıkarıyor. ağır bir tempoda ilerliyor, evet. ancak izlerken seni bir şekilde içine alıyor. sıkılmıyorsun. bunda en büyük etken yalın senaryosu ve çok iyi oyunculuklar. bir şekilde o durağan kasvetin içinde sen de kendine bir yer ediniyorsun.

    winter's bone, en iyi film, en iyi kadın oyuncu, en iyi yardımcı erkek oyuncu ve en iyi senaryo dallarına oscar'a aday. büyük ihtimâlle ödülleri daha popüler rakipleri alacak. fakat açıkçası en iyi film dışındaki kategorilerde ödülü alsa bir şey diyemem. özellikle jennifer lawrence'ın oyununu gördükten sonra en iyi kadın oyuncu ödülünü kesin alır gözüyle baktığım natalie portman'ın oyunu çok dramatize geldi bana. jennifer lawrence o kadar sade, o kadar olması gerektiği gibi oynamış ki, oscar alamazsa içimde bir burukluk olacak.

    sözün özü, izleyin bu filmi...
  • bu film çok güzel.

    anlatmak istediğini sade ve bence gayette akıcı bir dille anlatıyor. müzikler çok başarılı, country severler için boğazdan geçen viskinin bir anda ısıtması ve yakması gibi bir haz. çünkü çok canlı. o country liriklerinin nereden kopup geldiğini birebir görüyoruz. oyuncular çok gerçek, sahneler, dekor, hepsi. jennifer lawrence'ın elleri donarken, benim yüzüm de buruştu. filmin, seyircisi üzerinde ki duygu aktarımı çok güzel. sonra civcivler çok güzel, civcivlerin sahipleri de, 6 yaşında country çalan minik kız da. teardrop'ta öyle. amca gibi amca. jennifer lawrence buzlar prensesi...

    bu filmden sonra natalie mi alsın black swan ile, michelle williams mı alsın blue valentine ile yoksa jennifer lawrence mi alsın winter's bone ile iyice karıştırmış durumdayım. keşke bu sene 3 tane en iyi kadın oyuncu oscar'ı verseler.
  • --- spoiler ---
    filmi izlediğim gecede bölük pörçük uyumama sebep olan film olmuştur. amerika görmüş geçirmiş arkadaşlarımın güney abd kabusunu, arkansas, alaba, kentucky'i anlata anlata bitiremediklerinden filme hazırlıklıydım ama hayatımda bu kadar kötü insanın bir arada olduğu başka bir film izlemedim. hani büyük şehir karmaşıklığı, modern insanın çıkar çatışmaları ve bencilleşmesi diyerek doğaya dönüşü, küçük yaşamayı, taşrayı övüyoruz ya al sana al sana işte diyor bu film.

    babanın "el verdiği" sahneyi zaten ömrüm boyunca unutacağımı sanmıyorum. onun dışında zaten oyunculuklar, filmin atmosferi, kurgusuna da diyecek laf yok. ben biraz da wendy and lucy filmi ayarında bir tat aldım. aynı çaresizlik, aynı umursamazlıklar ve fon olarak amerika.
    --- spoiler ---
  • normal yaşamın sadeliğinin getirdiği sertliği olduğu gibi anlatabilmiş,güzel oyunculuğun sadelikle sunulduğu makyajsız ve basarılı bir film.
hesabın var mı? giriş yap