• filmdeki fotoğraf sahnesinde musa'nın fotoğrafın bütününde yer almamasıyla ilgili tarık tufan'ın hayal meyal kitabındaki şu alıntıyla daha anlamlı hâle gelmiştir.

    ''okul bittikten sonra eve dönüp, ekmek arası bir şeyler atıştırıp sonra da işe koşturan çocuklar var ya işte onlar, sevgilileri olduğunda el ele tutuşamazlar. o çocuklar sevgilileriyle yan yana fotoğraf çektiremezler. sevgililerine doğum gününde çiçek alamazlar. o çocuklar, sevgililerinin saçlarını okşayıp, ellerini boyunlarından dolayamazlar. onlar her fotoğrafta kırık çıkarlar çünkü. başka yere bakarlar. yarım çıkarlar toplu çekilen fotoğraflarda.''
  • tam tamına sade bir film. filmdeki suskunluk sanki karşılıksız aşkın üçüncü kişisi olmuş. nadir sarıbacak, görkem yeltan harika oynamışlar. özellikle musa karakteri hayat bulmuş, o nasıl bir oyunculuktur ya. musa'ya hem bayıldım hem içimi burktu. o nasıl bir sevmektir , kahve yaparken elleri titrer, sürekli iç çeker, sevdigini görmek için tekrar tekrar aynı tabakları yıkar, ortaokul çocukları gibi sokakta bekler, tesadüf numarası yapar. bu anlatamama ama içten içe alev alıp kül olma hali tren sahnesinde beni bitirdi.

    kelimeler musa'nın ağzında büyüdü büyüdü ama bir türlü söyleyemedi. ah be musa ah diyorum sana.. bazen bir şeyler yarım kalmak için varoluyor, neden niçin diyemiyoruz, denmiyor çünkü..

    clara biraz eksik kalmış, sanki daha çok anlatılsaydı daha mı iyi olurdu.onun ne düşündügünü ne hissettigini anlayamıyoruz. belki de onu anlatan sahne sahaflardan aldıgı siyah beyaz fotografları fotograf albumune yerleştirmesiydi, olmayan şeylerin oldugunu hayal etmek mi? belki..
    filmi berbaber seyrettigim arkadasım filmi çok sessiz ve eksik buldu ama platonik bir aşk nasıl anlatılabilirdi ki başka ?

    seyretmek gerek..
  • istanbul'a müezzinlik için giden musa ile rahibe adayı clara'nın aşk hikayesi anlatılıyor filmde buruk bir şekilde.

    her şey yerli yerinde aslında. hiçbir yere sataşma yok. anlatılmak istenen sade ve yalın bir anlatımla sunulmuş önümüze.

    sanki çok sakin bir güne uyanmışız. öyle sakin bir gün düşünün ki hiçbir negatiflik yok günde veya hiçbir büyük heyecan, bir şaşkınlık yok. sadece hafif mütebessimlik var. akşam yemeğine sıradan bir yere gidip herhangi bir sevdiğiniz yemeği sürprizsiz ama tadına vara vara yemek, ve üzerine birkaç yudum soğuk su içmek kadar doğal ve içten.

    işte film aynen böyle bir film. içten, samimi, yalın, huzurlu, sessiz. her şey olması gerektiği gibi ve olması gerektiği kadar...

    --- spoiler ---

    musa'nın yaşantısına tanık oluyoruz filmde aslında, musa'nın aşkına.
    müezzin musa, taşradan gelmiş, saf delikanlı. bir kıza gönül veriyor ki kız rahibe adayı. aşkın engel tanımayacağı anlatılıyor filmde bangır bangır ama sessiz, sükunetini koruyor olabildiğine.
    ha belki asıl aşk buydu, biz yanlış öğrenmişiz diyoruz. çünkü o kadar saf ki, o kadar hassas, o kadar narin ki. insan kırılmasından korkuyor bazen.

    iki karakter yan yana evlerde yaşıyorlar, kapı komşuları. belki hayatlarında komşuluk ilişkisi haricinde hiçbir şey yok, ama birbirlerine bir o kadar da uzaklar. çektirdikleri fotoğrafta da tam somutlaşıyor bu uzaklık.

    kızın ismini bile çok sonra öğrenebiliyor musa, öyle çekingen. bulaşık yıkıyor, gözü camda belki clara'da mutfağa girer o esnada diye, yıkadığı bulaşıkları tekrar tekrar yıkıyor sırf mutfakta işi var gözüküpte ona çaktırmamak için. her şeyi içinde yaşıyor.

    öyle de saf, iyi niyetli. istanbul'daki yakını yüzünden tutuklanıyor bir ara, hiçbir şey yapmamış olmasına rağmen. artık utancından mı, haksızlığa uğradığından mı, polislerin ona inanmayışından mı yoksa iyi niyetinin suistimal edilişini düşündüğünden midir bilinmez ağlıyor ya nezarette. "abi valla benim bir suçum yok, ben ne bileyim" diyor ya. insanın gidip başını okşayası geliyor, bağrına basası. öyle temiz ki, o nereden bilsin öyle şeyleri.

    clara'nın tespihini düşürmesiyle onu vermek için alıyor, peşinden koşup ulaşamayınca daha sonra vermek için cebine atıyor. camide namazdan sonrası "subhanallah" deyip tespih çekmeye başladığında farkında olmadan clara'nın tespihini almış eline, imame olan kısımda haç bulunuyor.. yandaki yaşlı amcanın bir bakış atmasıyla farkediyor ya, insan gülücüklerini tutamıyor.

    misafirliğe gitmesiyle camide görevli olan amcanın ona sevdiği birinin olup olmadığını soruşu ve çekinerek söyleyememesiyle anlaşılması. amca soruyor ya "dinine düşkün mü" diye, musa ne desin burda? clara elbette dinine çok düşkün.. "evet" diyor.. amcanın hoşuna gidiyor.

    clara'nın hayatıysa musa'ya göre daha sade. musa'dan daha sessiz. penceresinin önüne yemek bırakıp güvercin doyuruyor, kiliseye gidiyor.
    annesi- babası yok, sadece evinde annesi gibi gördüğü yatalak ve konuşamayacak derecede hasta olan rahibe bir kadına bakıyor o da filmin ilerleyen dakikalarında ölüyor zaten.
    az bir parayla geçimini sağlıyor, sabahları sadece reçelli ekmek yiyor.
    ailesine dair elinde hiçbir şey yok. o da sahaflardan aldığı başkalarına ait eski 3-5 fotoğrafla kendine albüm yapıyor incelikle. kendine ait tek fotoğrafı musa ile çekildiğiyken onu da italya'ya gitmeden götürüp musa'ya bırakıyor. allah'ım ağlamak istiyorum.

    ne acıdır kişinin ailesine ait hiçbir şeyi, anısının bile olmayışı. bizim önünden geçerken yüzümüzü bile döndürmediğimiz fotoğraflar bile bazılarına umut olabiliyor demek, o halde bu hayatı biz fazlasıyla küçümsemişiz maalesef.

    neyse, bunlardan başka clara hakkında bir şey bilmiyoruz ha birde sahaf babası çıkıyor sonralarda onu öğreniyoruz. ama duygularına, hislerine ait hiçbir şey yok elimizde. filmin eksik taraflarından birisi de bu. belki anlatılacak hiçbir şeyi yok bu kızın ama en azından çocukluğundan bir iki anı serpişseydi diyor insan. nereden geldi o eve, o baktığı kiçi küçüklüğünde ona nasıl baktı, nasıl sevdirdi kendini... eksik kalmış evet bu kısım. belki biz dolduralım diye boş bırakılmıştır kim bilir.

    film aynı zamanda türkiye'nin çok kültürlülüğünü ele alıyor aslında. iki ucun yan yana nasıl yaşadığını. aslında olması gerekenin bu olduğunu biliyor ve anlıyoruz.

    ve film clara'nın italya'ya gidişiyle uğurluyor bizi, musa'nın hislerini dile getirememesi ve sevdiği kızın gidişini izlemesiyle. iç çekişlerle. boğazımıza biriken hüzünle.

    --- spoiler ---

    bilindik, izleyici sevinsin diye sevenleri kavuşturan bir senaryo yok, hayat kadar gerçek ve acı bir son var. oyunculuksa harika.

    filmde beni rahatsız eden noktaysa çekimi. sürekli eşyaların arkasından sanıyorum ki el kamerasıyla çekilmiş sahneler. bir biblonun arkasından, bir yatağın, bir demirin, bir başka şeyin. bunlar filme çekicilikten ya da gizemlilikten ziyade fazlasıyla iticilik katmış.
    bu tür sahnelerde normal çekim ya da yakın çekim yapsalarmış daha ilgi uyandırırdı bana kalırsa.

    başka da bir rahatsızlığım olmadı, olduysa da hatırlamıyorum.

    ve belirtmek isterim ki, film aksiyon, heyecan, gerilim, suç, romantizm ve özellikle erotizm içermiyor. gayet sade ve yavaş ilerleyen bir film. bu tür ihtiyaçlarınızı bu film karşılamaz, sonra da gelip
    "ay çok sıkıcıııee, ıyk beğenmedim, bitmek bilmedi, sakın izlemeyin yivrenç, bu muymuş" diye dile getirirseniz mantıksız olur.
    zira bu film kendi alanında adam gibi bir filmdir. beğenmediyseniz sizin alanınıza girememiştir sadece.
    iyi seyirler.
  • --- spoiler ---
    filmdeki sahafın açık gazete dinlediği film, müezzin sahafın evine ilk kez geldiğinde geri plandan açık gazete'nin bitiş müziği* duyulur.
    ...
    rahibe kız, olmayan ailesinin yerini sahaflardan topladığı eski fotoğraflardan kendine yaptığı aile albümüyle doldurmaya çalışır.
    ...
    içinden geçen istanbul insanın içine dokunur.
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---
    az önce trt 1'de izlediğim film. doğrusu hiç beklemiyordum ama, boğazıma bir yumru oturdu filmin bitişiyle beraber. klişe var mı yok mu, ben bilmem beyim bilir, ama aşık veysel demiş ya : "oğlan kızı sever, kavuşamazlar, aşk olur." diye... aşk mevzu bahis olunca asıl klişe kavuşamamaktır kimilerine göre işte... kavuşursan aşk olmaz ki, başka bir şeyler olur belki, o da uzak bir ihtimal.

    film şöyleymiş, böyleymiş, güzelmiş değilmiş şu an umrumda bile değil. evet, biraz sıkıcı biraz sonu tahmin edilebilir falan filan... filmde bir "musa gerçeği" var ve ben işte bu musa rolünü oynayan hatta yaşayan ve yaşatan arkadaşa naçizane tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum, beni gecenin bir saatinde derin düşünce ve üzüntülere gark eden oyunculuğu için. öyle ki, az önce izlediğim platonik aşkın, senaryo, tasarım olması falan umrumda değil, sanki galata civarında bir yerlerde musa, o elindeki yarım yamalak fotoğrafa hala bakıp bakıp ağlıyormuş gibime geliyor. o derece gerçekti her şey, resmen içimi yaktı o son bakışı... böyle işte...
    --- spoiler ---
  • hafta içi sabah ilk seansta film seyretmeye bayılan biri olarak, ilk yeni rüya'nın kapısına geldim. benden başka kimse gelmeyince film oynamadı* (aynısı başıma sonbahar'da da gelmişti, o zaman ısrarlı davranamayıp kaçırmıştım filmi). neyse ki pera'da toplam 5 kişiyle seyredebildik. her an seyircisizliğe kurban gidebilecek bir film olduğundan gündüz seanslarını teyit ettirmekte fayda var. söylenmişleri tekrar etmemeye çalışarak şimdi spoiler içerebilecek kısma geçelim:

    --- spoiler ---

    naftalin kokulu bir sandıktan çıkan öte beri gibi karşılıyor insanı film. 3g'nin, facebook'un, plazma dev ekranların, baş döndüren iletişim araçlarının çağında, bildik hikâyelere benzemeyen bir iletişim dili tutturuluyor. "ışığı dün gece hiç yanmadı, eve gelmedi". "pencerenin önüne yem konulmuş, demek ki gelmiş."
    televizyon açık, ama ne seyrediyorlar, neye benziyor göremiyoruz bile. elektrik kesiliyor, sigorta atıyor, evde elin hemen altında bir kontrol kalemi bulunabilen bir zaman aralığı. yüksek tavanlı eski apartmanda canı istedikçe çalışan asansör sağlıyor ilk iletişimi. bir toz zerresini affetmeyen ultra parlak yüzeylerden, eski bir dairenin içinde daima biraz toz barındıran kesif atmosferine geçiyor seyirci. belki çocukluğundan bir görüntü, belki açılamadığı ilk aşkı, belki sahaf merakı hep birden depreşiveriyor. bütün bunlar filmi iyi yapmaya yetiyor mu? özellikle istanbul aşıkları için, evet.
    ama hikâyenin akışında rahatsız eden bir eksiklik var gibi, nedir bilmiyorum, yokluğuyla varlığı kaim bir eksiklik bu. biraz nuri bilge ceylan esini hissettim sinema dilinde. biraz tekrarlar fazla gibiydi. sonra, baştaki doğum sahnesi gereksizdi.
    filmden unutamayacağım bir sahneyle bitireyim. musa nezarete atılmadan polislerin karşısında oturmaktadır. suçsuz olduğunu titrek ve neredeyse duyulamayan bir sesle söylemeye kalkar. o sırada polisin biri "bir de utanmadan konuşuyor, şerrefsiz!" diyerek bir tokat atar musa'ya. başı eğik musa'nın gözünden aşağı bir damla yaş düşer.
    sırf samimiyeti ve o güzel mekânları hatırına bile izlenecek film...

    --- spoiler ---
  • insanıyla, aşkıyla, misafir lokumu tadında ayrıntılarıyla bizden bir filmdir.

    --- spoiler ---

    daha filmin başında sağda solda oyuncuların-çalışanların ismi akarken başka bir şehre taşınan adamın lokum yaptırması, yolda çocuğun poşete kusturulması sahnelerini gördüğümde yüzüme bir gülümseme yerleşti, bu tatlı ayrıntılar film boyunca da devam etti. yemekte kola doldurunca köpüğün üzerini tamamlaması, tv karşısında yemek tabağında bisküvi yenmesi *...
    gereksiz bilgi; bisküvili sahnede sahaf ve musa film izlemektedirler, tv ekranı görünmese de birkaç saniyelik diyalogdan anlaşıldığı üzere izledikleri başka semtin çocukları'dır.

    -musa; nadir sarıbacak'ın hakkını vermek lazım mükemmel iş çıkarmış. taşradan gelmiş, temiz, dindar, sakin anadolu çocuğunu mükemmel oynamış. aşkın verdiği şaşkınlık halleri çok hoştu. selam alış verişi bile çok hoştu, tek bir abartı yok oyunculuğunda.

    -klara; görkem yeltan sade güzelliğiyle yakışmış bu role. dışarda başı önde, kovalanırccasına hızlı ama küçük adımlarla yürüyüşü pasif kız karakteri için başarılı doğrular. başıyla küçük küçük o kadar tatlı selam veriyor ki iyi ki o oynamış dedim.

    -aşk; uzun süre sonra karakterlerin birbirine aşık olduğuna gerçekten inandığım bir film oldu. özellikle hikayeyi üzerinden takip ettiğimiz musa'nın tepkileri, kızın yanındaki heyecanı ders diye okutulur.
    tekrar tekrar bulaşık yıkadığı sahne, hastanede kızı gönderme sahnesi çok güzeldi.
    namazda tesbih diye kızın haçlı kolyesini çektiği sahne ve yine tepkileri çok güzeldi.

    -yabancı şehirdeki tanıdıklarla baba tavsiyesi üzerine görüşmek, onların yüzünden bela çekmek de tam bizlik iş.

    -musa müezzin, klara kilisede çalışıyor olmasına rağmen din propagandası sıfır. başıma bela geldi tanrıya sığındım rahatladım gibi bişey bile yok.
    entelektüel müezzin profili yaratılmaya da çalışılmamış.

    hikayenin zirvesi beraber yenen akşam yemeği sonrası şile'ye gidiş, burada kızın gideceğini açıklamasıyla da inişe geçiyoruz.

    final ise dram.

    "gitme" desene ulan "gitme klara" desene diye ağlattılar bizi.

    helal olsun.

    --- spoiler ---
  • sarmaşık'ta olsun, çoklu kişilik bozukluğuyla duble olarak karşımıza çıkan şubat' ta olsun, kış uykusu'nda içki masasında sheakspeare'den soneler okuyarak memleketi kurtarmaya çalışıyor olsun, nadir sarıbacak beğendiğim bir oyuncu. bu yüzden işin fetö kısmını es geçerek filmi izledim.
    filmin en güzel yanı eski istanbul manzaraları. onun dışında baştan sona klişe. din temalı ancak din ekseninde ilerlemiyor. senaryosunu tarık tufan yazmış. tt okuyanlar bilir ki bu adamın hikayelerinde sevenler kavuşamaz.
    **spoiler** adından da anlaşıldığı üzere vuslata ermeyecek bir aşk var. bir müezzin ve bir rahibenin hikayesi. bana kalırsa imkansız değildi. musa biraz çabalasa kıza hidayet yolunu gösterebilirdi. tam tersi de mümkün. yıllar önce islam'a, müslümanların ekseriyetinden daha hakim bir misyonerle karşılaşmıştım. islam'a nasıl bu kadar vakıfsınız diye sorunca, daha önce imam'dım ben, sizi de doğru yola iletebilirim demişti* youtube kanalını söylemişti tabi geçmiş gün unuttum.

    kimsenin din değiştirmesine gerek bile yok, neticede müslüman erkekler ehli kitap kadınlarla nikahlanabilir.

    eklemeden geçemeyeceğim, mürted imam sözlükte yazar çıktı. dünya küçük *
  • "söyle rabbin kim? gidip ona tapayım" yazıyor dvd kapağında. sırf bu söz ilgimi çektiği için izledim filmi, hatta pek itibar etmediğim kişilerin yorumlarını okuyup kıllanmama rağmen... e böyle beklentilerle seyre daldığında da bir şeyler eksik kalıyor, eksik devam ediyor derken film de öyle bitiveriyor ister istemez. filmde böyle söyleyecek ya da düşünecek yürekte bir karakter yok çünkü; aksine aşk-meşk taraklarında bezi olmayan, aşkı hissettiğinde de ne yapacağını bilemez hale gelen naif bir karakter var. buradan sormak istiyorum şimdi: "kim koydu abicim o yazıyı kapağa; kim?"

    --- spoiler ---

    gayet sade anlatımıyla zeki dumurkubuz filmlerinin havasını estiriyor film, görüntüleriyle de nuri bilge ceylan'ı anımsatıyor. istanbul'a bir kez daha aşık edecek kadar güzel çekimler barındırıyor içerisinde...

    en çok dikkatimi çeken tarafı, farklı dinlere mensup kişilerin çatışmasına değil de, bir arada yaşayabilirliğine vurgu yapması oldu. bunu da gayet yalın anlatıyor elbette, ne müslümanları tarikatçi şeklinde gösteriyor, ne de hristiyanları gizli işler çeviren kişiler olarak aktarıyor... kendi halinde kendi hayatını yaşayan tiplemelerin kesişen/kesişemeyen hikayelerinden bir kesit sunuyor...

    beklenmedik bir şekilde film bittiğinde ise bir kez daha anlıyoruz ki, aşk-sevgi denen şeyleri ne din, ne coğrafya, ne de başka etkenler imkansız kılıyor. o imkansızlıkları yaratan bizleriz yani, kilidini açmayı beceremediğimiz kendimiziz... filmle ilgili yorumlarda klişe vardı-yoktu filan denilmiş ya; eğer illa ki bir klişe varsa filmde, çaydan-simitten ziyade buydu bence...

    --- spoiler ---
  • kulakları çınlatan kahkahaların değil de, içten tebessümlerin filmi. sade'den çok, duru..
    sessiz değil film, suskun.

    bir şiir mısrası hem de; söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir. *
    ama musa.. ah be musa.. elini uzatsaydın.. olmaz mıydı?
hesabın var mı? giriş yap