• başında türk tipi olan her şey gibi içinden denetleme mekanizmaları çıkarılmış kabuk bir sistemdir.

    mesela
    türk tipi iş güvenliği
    türk tipi akademisyenlik
    türk tipi arge
    türk tipi iç güvenlik
    türk tipi eğitim

    bu aşağılık kompleksi falan değil. aşağılık kompleksi ortada bir veri yokken sırf önyargı nedeniyle bir şeyi kötülemektir. benim elimde veri var buyurun;

    (bkz: türkiye/@limon kimyon zorro)

    mesela komşum bahçesinde akü üretmeye yeltense gidip ona sen türksün beceremezsin demem, çünkü yapabilir.

    ancak adam 4 kez üst üste mahalleyi ateşe verir, kendini zehirler, çarpılıp kalırsa beşincisinde tekrar denemesin diye elimden geleni yaparım. bu önyargı değil öngörüdür.

    avrupada denetleme mekanizmaları mümkün olduğunca insan faktörünü azaltmak üzerine kurulmuş durumda. sen devletle karşılaştığında bir insanla değil bir kurallar manzumesi ile karşılaşmış oluyorsun. mekanik, net, adil.

    istisnalarla gelmeyin çünkü ben gittim yaşadım, insanların devlete, hükümete bakış açısı bizimkiyle aynı değil. adam devlete bir hizmet merci olarak bakıyor. vergisinin karşılığını söke söke alıyor. daha önce de yazdım, " ben vergisini ödeyen bir amerikalıyım" lafı kulağa geldiği kadar komik bir laf değil. bir yaşam algısını anlatıyor. devlet halk tarafından ayakta tutulan bir organizasyon. bir grup insan ortak ihtiyaçları organize etsin diye halkın parasıyla finanse ediliyor. halk seçtiği bu gruba al bu parayı git hastane kur, okul aç, diğer ülkelerle olumlu ilişkiler kur, çöpleri topla, güvenliği sağla diyor.

    hepsinden önemlisi verdiğim parayı kendini denetlemek için de kullan diyor. benim işim gücüm var beni seni denetlemek zorunda bırakma diyor. insan gibi değil makine gibi verilerle hareket et, kişisel çıkarlarını gözetme, rant kovalama, adam kayırma diyor.

    bunları pratikte sağlamak için de tonla maaş veriyor bu seçtiği insanlara. al bunları gözün doysun daha da halkın verdiği paraya göz dikme diyor.

    buna rağmen türk tipi olduğunda bir şey, ilk yapılan hamle işin denetleme güvenlik parçalarının sökülmesi ooluyor. bu sadece siyasi bir mesele değil biz bir ürün aldığımızda da güvenlik uyarılarını okuyan falan bir millet değiliz. işini yaparken güvenlik gözlüğü takana eldiven kullanana gülen insanlarız.

    ancak devlet bireylerin hatalarından arınmakla mükellef bir yapı olmak zorunda. bunun için it gibi çalışıp kazandığın paradan bu organizasyona para veriyorsun. o andan sonra hesap sormak senin en tabii hakkın.

    çok yerinde bir benzetme değil ama devlet halkın yanında çalıştırdığı elemandır. siyaset kendi başına bir hizmet değildir, iş görüşmesidir. hizmet edebileceğine inandırma tekniğidir. asıl iş bahsettiğim ortak ihtiyaçlarının para karşılığı sağlanmasıdır.

    x bir hükümet mesela bütçe görüşmelerinde parayı nereye harcadığını, zorunda olmasına rağmen, belgelendirmiyorsa sen vatandaş olarak ne halt ettiniz lan benim paramla deme hakkına sonuna kadar sahipsin. araya kol gibi bürokrasi girince parayı veren ve hizmet için görevlendirilen değişmiyor. kafa karıştırmanın lüzumu yok.

    konu dallandı budaklandı ama sonuca bağlarsak türk tipi lafı önyargıyla değil öngörü ile bende hiç olumlu çağrışımlar yaratmıyor. bu kadar ciddi bir değişikliğin en önemli parçası olan denetleme organları daha kurulum aşamasında sakatlanırsa başımıza iş açarız. çünkü daha çok yetki daha çok denetim gerektirir.

    emniyet kemerini koltuğa bağlayan adam bu aptallığını çoğunlukla kendi çekiyor ama devletin kendini denetleme mekanizmalarını bypass edersen o zaman kitlesel olarak boku yiyoruz. bugün ben çekiyorum öteki gün karşıt görüştekiler çekiyor toplamda hepimiz çekiyoruz.

    devletin bir insanla anılmadığı, mekanikleştiği, şeffaflaştığı yarınlarda görüşmek üzere,
    sevgiyle.
  • 1* türkiye'de günümüzdeki tüm krizlerin müsebbibi olan sistem. bir başkanlık sistemi değil, çünkü başkanlık sistemi bu değil. yıllar sonra buraları biri okursa eğer, şu ara ağustos 2021'lerde olduğumuzu ve bu zorlu günleri yaşadığımızı ifade etmek isterim. aklınıza hangi alan gelirse bilin ki o alanda kriz var bugünlerde; ekonomi, çevre, eğitim, göç, dış politika, iç politika, doğal afetlerle mücadele, şehircilik, uyuşturucu, kaçakçılık, mafya-devlet ilişkileri, tarikatların kadrolaşması, bürokrasi, üniversiteler, siyaset, sağlık, pandemi... ekonomik kriz hadisesini daha önce çok yazdım ama yine bu yazının devamı için kısaca değinmem gerekecek; oradan da türk tipi başkanlık sistemi üzerinden nasıl diğer alanlara bu krizin tıpkı bir kanser hücresi gibi yayıldığından bahsedeceğim, naçizane.

    2* aslında türkiye, türk lirası'nda hiçbir zaman "reform" yapamayan bir ülke olsa da, 2001 sonrası küresel koşulların da etkisiyle bir nevi yaklaşık bir 10 senelik sürdürülemez bir stabil dönem yaşamıştı. o ara enflasyonun düşürülebildiği en düşük değerler yüzde 6-7 olsa da ve babacan bugün bununla övünse de, aslında bu bile oldukça yetersizdi. çünkü türk parasında bir "para reformu" yapılamamış, sıcak paranın türkiye'ye yığılmasıyla dövizde yaşanan bolluk kuru sakin tutmuş, akp inşaat ekonomisiyle kalkınacağını falan zannetmişti. ancak enflasyon hiçbir zaman olması gereken 1,5-2 puanlara düşürülemediği için gerçekte bir düzelme falan yoktu, her şey geçiciydi. 2013 itibarıyla terse dönen para akımlarıyla birlikte türkiye her şekilde açıkta yakalandı, işsizlik yavaş yavaş arttı, yatırımlar düştü, kur yükselmeye başladı, türk lirası devalüe oldu, enflasyon çizgiden çıktı. türkiye hikayesini kaybetti. bu gidiş 2013'lerden itibaren daha yavaş gerçekleşse de, türk tipi başkanlık sistemiyle artık dozunu arttırarak ilerlemekte; ve bu sistem değiştirilene kadar da, benzer krizler yaşanmaya devam edecek.

    3* peki iş salt bir ekonomik kriz iken, ne oldu da sistemik bir krize dönüştü? cevab verelim. hatırlar mısınız bilmem ama cumhurbaşkanının genel oyla seçileceği ilk kez 2007 referandumuyla anayasa madde metnine eklenmişti*. sonrasında ise rte, cumhurbaşkanının ilk kez genel oyla seçildiği 10 ağustos 2014 seçimlerini kazanmış ve doğrudan halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı olmuştu. işin içinde doğrudan halk tarafından seçilme girince, o günlerde cumhurbaşkanlığı makamının siyasileşeceği de, ergun özbudun ve serap yazıcı gibiler haricinde kolayca tahmin edilebilmişti. böylece devletin (yürütmenin) işleyişi farklı bir boyuta evrilmişti. bir yanda başında başbakan olan bakanlar kurulu siyaseti yönetirken, yeni cumhurbaşkanı rte de "beni halk seçti" diyerek siyasete karışmaya başlamış, özellikle davutoğlu'nun başbakan olduğu dönemde "yönetimde iki başlılık" tartışmaları çıkmıştı. nitekim 2014 seçimlerinin ertesi senesinde rte "türkiye'nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun anayasal olarak kesinleştirilmesidir" diyecekti.

    4* ergun özbudun ile serap yazıcı, çok ilginç kişilikler; değinmeden geçemem. serap yazıcı'nın uzmanlık alanlarından biri başkanlık sistemi olduğu için, sırf daha fazla danışmanlık verebilmek adına istanbul bilgi üniversitesi'ndeki görevini bırakıp şehir üniversitesi'ne geçmişti. dedikodular, doğrudan "yukarıya" başkanlık üzerine bilgi birikimini aktaracağına yönelikti. aynı yıllarda, ne tesadüf ki, özbudun da şehir üniversitesi'nde ders vermeye başlamıştı. şehir üniversitesi o günlerde iktidarın göz bebeği bir üniversitesiydi. davutoğlu'nun akp'den istifa ederek gelecek partisi'ni kurmasından sonra topa tutulan şehir üniversitesi, 30 haziran 2020 tarihinde ise tek bir cumhurbaşkanı kararı ile kapatılacaktı...

    5* ergun özbudun ise bugünkü sistemin betonarme temelinde katkısı olmuş bir başka hukukçu. onun önerileri ve çalışma arkadaşlarıyla yaptığı taslaklar sonrası 2007 ve devamındaki başkanlık senaryolarının tohumları hukuken anayasaya dahil edilmiştir. 2014 yılında t24'teki röportajında rte'nin gizli ajandasında hep başkanlık olduğuna özbudun'un nasıl baktığı sorulduğunda, yanıtı: "böyle bir intiba bizde uyanmadı" olmuştur. tabi o zamanlar buna "başkanlık" denmiyordu; ancak cumhurbaşkanı'nın "genel oyla seçilmesi" metnini anayasaya işlemek, zaten başkanlık sisteminin tohumlarını atmak demekti. bugün her ikisi de mevcut sisteme karşı. hatta serap yazıcı gelecek partisi üyesi.

    6* genel perspektife dönecek olursak; 2018 öncesinde başında başbakan olan bakanlar kurulu meclisin içinden çıkıp güvenoyu alırken, günümüzde bakanlar kurulu'nun tüm yetki ve fonksiyonları cumhurbaşkanlığı altında toplanmıştır. o yüzden eskiden "bakanlar kurulu kararı" varken, bugün "cumhurbaşkanı kararı" var. nitekim bakanlar kurulu vb. hususların tamamı anayasa metninden çıkarıldı. o nedenle tüm bakanlar cumhurbaşkanı tarafından atanan birer bürokrat olduklarıyla kaldı. böylece vatandaşın seçtiği meclis üyeleri içerisinden çıkan seçilmiş bir bakanlar kurulu artık kalmadı. son başbakanın binali yıldırım olduğunu, kendi koltuğunun lağvedilmesi için nasıl canla başla kampanya yaptığını, atanmış bakan süleyman soylu'nun meclise gelerek seçilmişlere karşı nasıl bağırıp çağırdığını da unutmayalım. bugün bakanlar atanmış birer bürokrattır.

    7* burada sorulması gereken soru şu: bu başkanlık sistemine geçiş nasıl türkiye'yi her alanda krize giren bir hale getirdi? cevabı çok zor değil. önceki sistemde tek imza değil, çoğu zaman önemli kararlar için birden fazla imza gerekiyordu. örneğin üst düzey bürokratların atanması "üçlü kararname" denilen hadiseyle gerçekleşebiliyordu. bu üç kişi de ilgili bakan, başbakan ve cumhurbaşkanıydı. bakan konunun uzmanı, başbakan siyasetin başı, cumhurbaşkanı da son onay merciiydi. benzer şekilde bir bakanlar kurulu kararının çıkabilmesi için -bugünkü cb kararlarının aksine- tüm bakanların o metne imza atması gerekiyordu. vicdanlı bir bakan, gerçekten olmaması gereken bir şey için karara imza atmayabilir ve o işlemi durdurabilirdi. benzer şekilde bir kanunun yeniden görüşülmesi de cumhurbaşkanı yetkileri arasındaydı. aynı zamanda mecliste gensoru verilebiliyor ve kuvvetli bir şekilde yürütme denetlenebiliyordu. bunların hepsinin özünde tek seslilikten ziyade çok seslilik vardı.

    8* görüleceği üzere ortada tek kişilik bir sistemden ziyade, aynı partiden siyasetçiler de olsa bir uzlaşı zemininin aranması yatıyordu. devletin en önemli kararları tek bir imzaya değil, işin ilgili yöneticilerinden filtrelenerek neticeleniyordu. akp buna karşı "çok daha hızlı karar alacağız" argümanıyla gelerek türk tipi başkanlık sistemini savunmuştu. "verin yetkiyi, faizle şunla bunla nasıl uğraşılır görün" diyecekti. nitekim başkanlık sistemiyle işler çok daha kötü boyuta varacaktı. şu anda türkiye dünyanın en yüksek faiz veren ülkeleri arasındadır, kontrollü enflasyona rağmen.

    9* işin bir de tarihsel boyutu var. doğa, dünya, hayvan alemi, insanlar nasıl evriliyorsa, kavramlar da evrilerek olgunlaşıyor. bundan 500 sene öncesinin devlet anlayışı ile bugünkü bir değil. ve süreç içerisindeki hareket, 1215'ten beri iktidarın denetlenmesi ve kısıtlanması üzerine olmuş. aslına bakılırsa türk tipi başkanlık sistemi'ne geçişle türkiye'de devlet kavramının evrimi terse yürümüş dersek yanlış bir çıkarım yapmayız. bu tarihte de olmuş. jared diamond'un tüfek mikrop ve çelik isimli kitabında, kimi avcı-toplayıcı kabilelerin yerleşik hayata geçtikten sonra tekrar avcı-toplayıcı hayata geçerek evrimin kısa da olsa terse yürüyebileceği belirtiliyor. işi konumuza yoğuracak olursak devletlerin şekli şemali, diğer bir deyişle anayasal yapılanmaları tarihsel süreçlerle filtrelenerek süregeliyor. türkiye'nin osmanlı'dan gelen devlet gelenekleri de benzerdir. rte öncesi cumhurbaşkanlığı, padişahın yetkilerinin olağanüstü kısıtlanmış halidir. bu nedenle türkiye'nin anayasallaşma hareketi olarak 1808 sened-i ittifak gösterilir. bu tarihten itibaren sınırsız yetkiler ilk kez sınırlanmaya başlar. böylece yürütmenin denetlenebilirliği söz konusu olur. şu aşamada ise yetkilerin tek elde toplanması ve yetkilerin nispeten sınırının bilinmiyor oluşu, aslında devlet işleyişi ve anayasal tarih bakımından bir nevi "tersine evrim"dir. bunun neticesi de elbette krizler, yoksulluk ve ekonominin küçülmesinden başka bir şey olamaz. olması da mümkün değildir.

    10* burada başkanlık sistemini yerme gibi bir niyetim yok. ama türk tipi başkanlık sistemi, bir başkanlık sistemi değil. mevcut sistem ne idüğü belirsiz bir anayasal durum, hatta monarşinin güncel hukuka uyarlanması gibi bir şey. "ucube" denmesi bu yüzden. sırf 2017 referandumu geçsin diye kgf kredilerine gaz verilerek inanılmaz bir kredilendirme ivmesiyle yalancı bir ekonomik büyüme yaratılması ve kıl payı referandumun akp lehine çıkmasını da ayrıca düşünmeliyiz. brunson krizi sonrası trump tivitinin tetiklediği ağustos 2018 kur şoku ve bugünlere kadar gelen yüksek enflasyon-devalüasyon sarmalının temelinde de bu olay yatıyor.

    11* başkanlık sisteminin iyi çalıştığı ülkeler de elbette var. mesela bunlardan birisi abd. nitekim abd'de başkanlık sistemi denince akla hemen gelen diğer husus da "denge fren mekanizması" olarak türkçe'ye çevrilmiş "checks and balances" mekanizması. bu husus senatonun ya da meclisin, başkanı (yürütmeyi) kuvvetli bir şekilde denetlemesi olayıdır. türkiye'de böyle bir şey olmadığı gibi, aksine meclis son derece işlevsizleşmiş halde. hakimleri atayan kurul olan hsk'nın başında da adalet bakanı olunca, türkiye güçler ayrılığından ziyade, tıpkı bir parti devleti görüntüsüyle de facto güçler birliğini haiz bir yapıya dönüşüyor.

    12* tüm bunların akabinde, yukarıda ilk maddede saydığım envai türdeki krizin temel sebebinin, tüm işlerin tek bir yere bağlı olması sebebiyle karar alma mekanizmalarının tıkanması olduğunu söylemek yanlış olmaz. kurumların başına da işten anlamayan fakat "kendi adamı" olan kişiler koyulduğunda zaten bu da işin kaldıracı oluyor. şu an tüm atama ve görevden alma yetkileri, tek başına cumhurbaşkanında. dolayısıyla yarın bir gün kimin "kellesinin alınacağı" belli değil. bakanların bile yetkisi yok denecek kadar sınırlı ve cumhurbaşkanlığına bağımlıyken, onun altındaki bürokrat ve memurların kendi başlarına bir karar alarak olaylara müdahale etmeleri mümkün değil. o nedenle de türk bürokrasisi tıkanmış halde. oysa türk anayasal omurgası, tam olarak parlamenter demokrasi üzerine kurulmuş durumda. nitekim bu yüzden de türk tipi başkanlık sistemi mevcut anayasal tabanla bir türlü örtüşemiyor. örtüşemediği için de karar alınamıyor ve her alanda krizler çıkmaya devam ediyor. zira cumhurbaşkanlığına danışmadan karar alanın "kellesi gidiyor".

    13* 29 mart 2020'de yazdığım 2020 ekonomik krizi/#104352680 entarimi bitirdiğim paragrafın bir bölümünü tekrar buraya alıntılayarak bu entry'yi bitiriyorum:

    --- spoiler ---

    warren buffett'ın bir sözü vardır: sular çekildiğinde kimin çıplak yüzdüğü belli olur. türkiye, malesef çırılçıplak durumda. üzücü ki, bu kriz süreci türkiye'yi derinden etkileyecek. önce sağlık krizi, ardından ekonomik kriz, ardından siyasi kriz şeklinde ilerlemesi muhtemel bekir ağırdır'a göre. türkiye tarihteki en kuvvetli krize, bir de kendi içerisindeki envai çeşit krizle yakalandı. benim düşünceme göre cumhuriyet tarihinin en kuvvetli krizini yaşayacağız.

    --- spoiler ---

    *

    parlamenter sisteme dönene kadar bu "krizlerle mücadele" ortamı devam edecek.

    tekrar tekrar ve bıkmadan söyleyeceğim: "bir sorunu yaratan, o sorunu çözemez"

    *

    (bkz: 2023'ten önce erken seçim olma ihtimali/@dragonlady)

    (bkz: dolar bizim paramız ama sizin probleminiz/@dragonlady)

    (bkz: yargının siyasallaşması/@dragonlady)

    (bkz: tarih tekerrür/@dragonlady)

    (bkz: kontrollü enflasyon/@dragonlady)

    (bkz: kemal derviş'in ekonomik kriz öngörüsü/@dragonlady)
  • osmanlı siyaset, hükümranlık düşüncesinin en önemli kaynaklarından olan yazarı belli olmayan kitab-ı mesalihil müslimin isimli kitap ile lütfi paşa’nin asafnamesi’nde padişah/sultan kavramı, kendinden önceki siyaset yazarlarının yazdıklarının aksine hemen hemen hiç yer almaz. bu, xvı. sonlarında başlayan birkaç önemli dönüşümle ilgilidir. moral merkezli düşünceden veya ahlak merkezli düşünceden hukuk merkezli düşünceye geçiş ilk önemli aşamadır.
    kısaca açıklamak gerekirse osmanlı öncesi islam siyaset düşüncesinin en temel problemlerinden bir tanesi, yönetici olarak en ahlaklı kişinin nasıl bulunabileceğidir. maverdi’nin ve başka fakihlerin bu işle ilgili çeşitli ölçüleri var; adil, salih, akil olacak kureyşten olacak biraz fıkıh bilecek vs. bu ölçütlere uyan birisini bulup başa geçirmek - ya da baştakinin bu ölçütlere göre şekillendirmek- en önemli hatta gerisinin neredeyse hiç önemli olmadığı bir siyaset düşüncesi bu. ancak osmanlı, tevarüs ettiği bu geleneği bir süre sonra bir tarafa bırakıp sultana değil kurumlara, hukuka, sisteme yönelmeye başlıyor. çünkü şunu görüyor, biz ne yapsak yapalım yarım akıllılar, deliler, çocuklar sultan olabiliyor. yani padişahın kişisel özelliklerinden bağımsız işler yürüsün, sistemi kuralım ağırlık kazanıyor.
    aradaki farkı, iki yüz yıl arayla yaşamış machiavelli ile voltaire’den aktaralım. machiavelli, doğu despotizminin en iyi örneklerinden birisi olarak gösterdiği osmanlı despotizmine, hükümranlık anlayışına dair yazdığı “ …türk hükümdarlığı tek bir padişah tarafından yönetilir. diğerleri kapıkuludur. padişah ülkesini sancaklara ayırmış ve onlara valiler tayin etmiştir. padişah valileri istediği biçimde değiştirebilir.” ifadeleri, 18. yy. gelindiğinde farklılaşmıştır. voltaire bunu görür: “öylesine müstebid, öylesine keyfi diye betimlenen bu hükümetin, kendi iradeleri önünde herkese boyun eğdiren ıı. mehmed, ı. süleyman ya da ı. selim’in hükümranlıklarından bu yana, artık öyle olmadığı görülüyor(…) 1703’de, padişah ıı. mustafa’nın askerler ve istanbul sakinleri tarafından tahtından indirildiğini görüyorsunuz. yerine geçmek üzere çocuklarından biri değil, kardeşi ııı. ahmed seçiliyor. ardından bu imparator da 1730’da yeniçeriler ve halk tarafından mahkum ediliyor(…) bu mu oryantal despot?”
    sonuç , 17 ve 18. yüzyılda padişahın kim olduğunun bir önemi neredeyse kalmıyor. işleyen bir sistem, hukuksal düzen oluşmuş çünkü. böylece beyliğin kuruluşundaki gaza/ganimet odaklı toplumdan vergi toplumuna geçişten sonra bir başka önemli geçiş gerçekleşiyor ahlaki/moralist yaklaşımdan legalist yaklaşıma geçiliyor. o kadar ki 18. ve 19. yüzyıl osmanlı siyaset yazarlarının geçmişteki sultan ve sadrazama yönelik en ciddi eleştirileri hilaf-ı kanun iş, icraat yapmak oluyor.

    ikinci aşama/dönüşüm, halifenin kureyş kabilesinden olma zorunluluğudur. osmanlılar kureyş’ten değillerdir. bu, hep bir meşruiyet sorunu yaratmıştır. bu yönetsel meşruiyet sorununu kendilerini oğuz han’a, oğuz han’ın da peygamber olduğu iddia etmeleri gibi çeşitli şecereler uydurarak aşmaya çalışmışlardır. her ne kadar abbasi sonrası müslüman coğrafyada kendilerini sultan, halife ilan eden başarılı askerler, hükümdarlar olmuşsa da ve ilk bakışta bu gelişme osmanlıların işini kolaylaştırmış görünse de, bütün bu kendini halife ilan edenler, halifeliğin bizzat kendisinden ziyade o ünvanın prestijini, yüklü olduğu anlamın çağrışımını kullanma biçimini osmanlılar gibi almışlardır. bir önemli farkla, osmanlılar bu ünvanı, bütün bu yönetsel meşruiyet sorunlarını görece çözmeye yönelik bir argüman olarak da okunabilecek, kendi bileklerinin hakkıyla aldıklarını gittikçe belirginleşen bir tonla söylüyor.

    üçüncü aşama, özellikle devlet memurlarının ahlaki özellikleriyle doğru orantılı görülen devlet işlerinin iyi, verimli gitmesi düşüncesi başka bir deyişle insan merkezli-sadrazamın ahlakı, deftardarın ustalığı, kadının adilliği vs.- düşünceden devlet merkezli , yani insanı mükemmelleştirme değil kurumları mükemmelleştirmeye doğru dönüşümdür.

    bir sonraki aşama, devletin saraydan ziyade bab-ı ali’den yönetilmeye başlanması. yani sadrazamın niteliğinin padişahın niteliklerinden daha önemli hale gelmesi. padişah soyut bir şekilde övülürken sadrazam artık somut bir şekilde değerlendiriliyor.

    bu dönüşümlerin hepsinin ortak noktası iktidarı bir kişiden ziyade kurulma amaçları baştan belirlenmiş, sınırları yasa ile iyi çizilmiş kurumlara dağıtmaktır. üstelik belirli bir dünyevileşmeye, sekülerleşmeye doğru yöneliş olarak da okunabilir bu gelişmeler. bu zor bir süreç olmuştur. zira islam siyaset geleneğinden alınmış çok kuvvetli bir düşünce var; bir sultanın zorunluluğu, gerekliliği üzerine oluşturulmuş bir siyaset yazını külliyatı var ve bu külliyatın ilk cümlesi “sultan olmazsa insanlar birbirini yer” ifadesidir. üstelik bu sultanın herhalde örnek alabileceği en iyi model, ilahi modelin mükemmelliği baştan kabul edilmiş olduğu için allah’tır. yani nasıl ki allah yarattığı herşeyi, bütün evreni çekip çeviriyor sultan da allah’ın ilahlığı/uluhiyeti hariç öyle olmalı. bu anlamda her osmanlı padişahı siyasal anlamda bir kutb’dur. evrendeki nedensellikleri arama, bulma, akli refleksiyon ve benzeri entelektüel faaliyetler; önce, eşariliğin muteziliğe karşı zaferi, ardından da moğol istilasının islami devletleri, beylikleri yıkıp geçmesinin sonucunda daha kuvvetli siyasi yapılar kurmaya odaklandığı için somut örnek peygamberler olur. peygamberler örneğinde de hz. muhammed değil daha çok hem peygamber hem de hükümdar olan hz. davud, hz. süleyman örnek alınır.

    peygamberlerin de üç doğasından, özelliğinden bahsedilir bu siyasetname, fıkıh ve tasavvufi eserlerde: saltanat( yönetici) velayet( manevi tarafı) , nübüvvet (şer’i tarafı). ulema, peygamberlerin nübüvvet yani şer’i tarafının üstün olduğunu dolayısıyla sultanlar dahil herkesin ona tabi olmasını vurgular. mutasavvıflar velayet tarafının üstün olduğunu bu yüzden herkesin mutasavvıfları dinlemesi gerektiğini; sultanlar, askerler ve yöneticiler ise saltanat tarafını vurgulayarak kendilerine biat edilmesini isterler. böylece üç taraf alttan alta bir rekabet sürdürürler. bu yazıyı yazarken yazdıklarından yararlandığım george mason üniversitesi’nde çalışan hüseyin yılmaz bu rekabetin hala sürdüğü kanısında.

    xıx. yüzyıl osmanlı parlamenterizmi deneyimi-yukarıda epey kabaca anlattığım gelişmelere eklenen yeni gelişmelerle uç vermiş ve dönemin rusya, iran gibi muadil ülkelerine göre epey gelişkin sayılabilecek demokratikleşme sürecini hızlandırmıştır. şimdilerde bu süreci göz ardı ederek tek adam rejimini kurumsallaştırmak, bütün bu tarihi tecrübeyi bir kenara bırakıp başkanlık sistemini getirmek çabasını anlamlandırmak çok zor. altında yatan çapanoğlunu görüyoruz.
    başkanlık tartışmaları öncesi ve sonrasında cumhurbaşkanına atfedilen çeşitli kutsallık yakıştırmaları dahil olmak üzere her türden tezviratı, neredeyse mesih ilan etme bayağılıklarını, onu allah’ın bir lütfu, seçtiği kişi olarak takdim etme çabalarını tıpkı osmanlı siyasetname yazarlarının, fıkıh ve tasavvuf erbabının dile getirdiği hükümdarlığın allah tarafından mı verildiği(vehbi) yoksa kazanılabilir (kesbi) mi olduğu yönündeki tartışmaların sonucunda genel kabul olarak allah tarafından verildiği yönündeki zanna, kanaatlere benzetiyorum. bir fark var, osmanlı müelleflerinde nispeten var olan, karaman, özdenören, karagül, kekeç ve benzer apparatchiklerde olmayan ihtiyat, sağduyu ve tecrübi bilgi.
    nitekim hepsi erdoğan’ın başkanlığını kelam terminolojiyle söylemek gerekirse kesbi midir, vehbi midir’i geçtik, hem kesbi hem de vehbidir noktasındalar. halil berktay dahil…

    tarihi tecrübenin önemine dair konusunda bir anektodu da buraya iliştireyim. osmanlının gelişip büyümesinin nedenleri arasında osmanlı tarihçilerinin üzerinde anlaştığı bir nokta var; hakimiyetin/hükümranlığın tek elde toplanması kuralı. ankara savaşı’ndan üç yıl sonra timur ölür, yerine oğlu şahruh geçer. osmanlılar timur’un yıkıcılığını unutmamışlardır. şahruh’a tabiymişçesine saygılıdırlar. şahruh ı. mehmet’e yazdığı mektuplardan birisinde, bu hakimiyetin tek elde toplanması adetini nereden çıkardığını, bunun bilinegelen adetlere ters olduğunu hafif azarlayıcı bir şekilde ifade eder. çelebi mehmet bu uygulamayı geçmiş tarihi tecrübelerden öğrendikleri cevabını verir.

    taha parla 1985’de yazmıştı; parlamenter demokrasiden en bariz ve en somut kurumsal sapmanın yeni-başkancılık akımlarını olduğunu, bu başkancılık ve yürütmenin üstünlüğü akımının, siyasal iktidarı kitlelerin seçtiği parlamento çoğunluklarından ve parti-hükümetlerinden kaydırıp, yasama ve yargı erkleriyle birlikte, toplumsal kurumları da denetleyen bir başkanlık makamında ve seçilmemiş bürokratik devlet organlarında merkezileşmeyi, gücü, iktidarı başkan lehine konsolide etmeyi amaçladığını. üstelik başkanlık sistemini şu anki olağanüstü hal rejiminin kalıcı hale getirilmesi olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman; çoğulculuğu kısıtlayacağını, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlandıracağını, katılımcı siyasetin yerine depolitize edilmiş kitleleri toki-tren-yol-melih gökçek’in demir konstrüksiyon üstgeçitleri türünden inşaat teknokrasisine mahkum edeceği aşikar.
    başka bir deyişle, spinoza’dan ilhamla söyleyeyim; başkanlık sistemi, biz yurttaşların gerçek yapıp etme kudretini (potentia) keyfi bir yetkeye (potestas) devretmesi anlamına gelecek. oysa ki en nihayetinde bir etik etkinlik olan siyasetin en önemli hatta tek amacı insanların yapıp etme, özgürleşme kudretlerini (potentia) serbest bırakacak tarzlarını yetkinleştirmektir.
    dahası, mevcut olağanüstü hal rejiminin kalıcılaşması, evetçiler hayırcılar olarak belirginleşen saflar arasındaki konuş(a)mama, iletişime geçmemeyi tercih etme, sakınmayı kronik hale getirecek. arendt’in dediği gibi, “halbuki dünya, insanlardan oluştuğu için insani değildir, ve sırf içinde insan sesi yankılanıyor diye de insani olmaz; yalnızca, söylemin nesnesi olduğu zaman insani olur. dünyaya ilişkin şeylerden ne denli etkilenirsek etkilenelim, bunlar bizi ne denli harekete geçirirse geçirsin, bizim için ancak başkalarıyla konuşabildiğimiz zaman insanileşirler. [...] dünyada ve kendi içimizde olup bitenleri , ancak, onlardan konuştuğumuz zaman insani kılarız, ve bu konuşma süreci içinde insan olmayı öğreniriz.”

    bilen bilir, sosyal bilimlerde patika bağımlılığı (path dependency) diye bir kavram vardır. osmanlı’dan cumhuriyete uzanan bir süreçte tanzimat öncesinden başlayan anayasal-parlamenter gelişmeler, tanzimat ile hızlanmış, ı. ve ıı. meşrutiyet ile iyice köklenmiş, cumhuriyet ile de ulus-devlet formu içinde devam etmiştir. yani osmanlılar tarihin belirli bir aşamasında seçimlerini anayasal-parlamenter yapıdan yana yapmışlar, bu seçim sonraki dönemlerde olacak olanları belirlemiş, ıı. abdülhamit istibdadı, ittihat ve terakki’nin 1913’ten 1918’e kadar ülkeyi ilkin tek parti egemenliğinde ardından kanun hükmünde kararnamelerle yönetmesi, yahut ıı. meclis döneminden 1950’ye kadar geçen tek parti yönetimi, askeri darbeler gibi anayasal-parlamenter-demokratik gelişmeyle çelişen bir takım dönemler olsa da tek adam ya da tek parti yönetimi gibi olguların hep geçerli olacağı türden olamayacak olanları da belirlemiştir. anayasal-parlamenter demokrasi seçimi bazı patikaları açtığı gibi, pekala o dönemlerde olası olan ve girilseydi varlığını koruyabilecek olan başka patikaları da bir daha açılmamacasına kapatmıştır. kapanan patikalara yeniden girme çabası, yani o ilk seçim anına tarihi geri sarmak çabası hem beyhudedir hem de her türden maliyeti, var olan sistemi daha insanca hale getirmekten çok daha fazladır.

    bu, 16 nisan’daki referandum sonuçlarından daha belirleyici, önemli ve büyük bir olgudur. tarih bizim önümüze çözebileceğimiz bir sorunu daha koydu.
  • yönetim bilimi ve siyaset bilimi esaslarını göz önüne almadan, ben yaptım olacak, zihniyeti ile yola çıkılarak, sisteme göre adamlar değil, adama göre sistem üretme amaçlı yapılan bir rejim değişikliği sonucunda ulaşılacak olan sistemdir.
    zaten avrupa'da yüzlerce yıldır var olan deyişle, "alla turca" sistem olacaktır.
    neticede elimizde patlayacaktır. ama hemen, ama 3-5 sene içinde. 10 yılı bulmaz, demedi deme bak.
  • doksanlı yıllarda, diktatörülükle yönetilen orta asya türki cumhuriyetleri ile, arap ülkeleri ile dalga geçerdik, bu ülkelerde yapılan göstermelik seçimler ulusal televizyonlarda espri konusu olurdu. kendimiz onlardan farklı, hatta üstün görürdük, sağolsun anadolu çomarları bu farklılığı düzeltti, artık milletimiz hakettiği gibi yönetiliyor.
  • (bkz: islamofaşizm)
  • "...emevilerle beraber, istişare, tartışma ve eleştiri rafa kalktı. islam tarihinde ne yazık ki cumhurî uygulama, yerini saltanata bıraktı. saltanat, ortak ve aykırı görüş kabul etmez."

    hüseyin çelik
  • doları 3 katına çıkartmış sistem.

    maşallah istikrar abidesi.
  • 1. başkan yasama ve yürütmenin başıdır.
    2. yargı bağımsızdır. ancak milli iradenin (başkanın) aleyhinde karar alamaz.
    3. gerekli gördüğü hallerde meclisi fesheder.
    4. meclis başkanını, rektörleri, büyükelçileri, valileri, kuvvet komutanlarını, genelkurmay başkanını, anayasa mahkemesi başkanını ve üyelerini, müsteşarları, genel müdürleri, daire başkanlarını, müdürleri ve yardımcılarını he unutmadan saray çay ocağının çaycısını atar.
    5. üst üste başkan seçilmekte herhangi bir sınır yoktur.
    6. başkanlık makamına vekalet edilmesi gereken hallerde makama (ulan kimseye de güvenilmez ki, kimi yapsak?) meclis başkanı vekalet eder ancak kararname imzalama yetkisi olmayıp sadece koltuğu soğutmama yetkisi vardır.
    .
    .
    .

    bu sistem herhangi bir küme ise yukarıdaki kümenin bir alt kümesi olacaktır. bir alt topolojisi de olabilir tabi.
hesabın var mı? giriş yap