• başrolünde iz bırakan bir performansla charlize theron'un yer aldığı, 2018 yapımı jason reitman filmi.

    filmin ana mesajı olan "kadınların orta yaşlarında yaşadığı kaçıp gitme hissiyatı" üzerinden biraz fikir jimnastiği yapmak gerekirse neler söyleyebiliriz bir bakalım.

    2009 yılında yani henüz sıra dışı romanlar yazabildiği dönemde kaleme aldığı "anarşist aşklar" adlı yazısını, aşağıya alacağım şu cümlelerle bitirmişti elif şafak:

    "öyle günler oluyor ki, 'çekip gitsem,' diyor kadın içinden. 'yeniden başlasam hayata, tazelensem, yenilensem. otuz beş yaşına kadar habire didişiyorsun, ya ailenle akrabalarınla, ya arkadaşlarınla, ya sevdiğinle, ya bedeninle.
    otuz beş kırk arası yavaş yavaş duruluyorsun. ama esas kırkından sonra başlıyor kadınlık. kadın ancak o yaştan sonra pişiyor, olgunlaşıyor, kendini buluyor.
    bunca zaman kocamı ve çocuklarımı kırmamak için hep alttan aldım ama artık çocuklar büyüdü, kocam da kendine yeter. hem kadın olmanın avantajları var. erkekler nedense yalnız kalamıyorlar. ürküyorlar yalnızlıktan. karanlıktan korkan oğlan çocukları gibiler. halbuki kadınlar yalnız yaşayabiliyor. yalnız ve bağımsız. bir kez dul kalan kadın kolay kolay evlenmiyor. biz kadınlar erkeklerden daha dayanıklıyız. gidebilirim istersem. bir gün belki…'
    gitmek ama nereye? tası tarağı toplayıp ege'de bir köye mi gitmeli? bodrum'a, kaş'a ya da adı sanı duyulmamış bir sahil kasabasına mı çekilmeli? sırtta çanta, elde tren bileti dünyayı mı dolaşmalı yoksa? yahut uzakdoğu'ya, hindistan'a filan mı gitmeli, mümkün olduğunca uzağa, kendinden kaçarcasına?
    kaç hayat yaşayınca yorulur insan? kaç seneden sonra yaşlı, kaç hezimetten sonra bezgin, kaç sevdadan sonra kalpsiz, kaç kelimeden sonra lâl olur kişi?
    ne adam göze alabiliyor çekip gitmeyi, ne kadın. kalıyorlar aynı yerde, tıpatıp aynı şekilde. evlilikleri orada burada konuşuluyor, ´en başarılı evlilikler´ arasında sayılıyor. parmakla gösteriliyorlar. bunca senedir mutlu bir evlilik yürütmenin sırrını soranlara 'karşılıklı sevgi ve saygı' diyorlar gülümseyerek. diyemiyorlar ki 'karşılıklı sevgi ve saygı ve bir de karşılıklı bir türlü çekip gidememek…'
    günler günleri kovalıyor. günler günleri aynen tekrarlıyor. yoruluyorlar. yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yoruluyorlar."

    romanlarda ve filmlerde sık sık ele alınan, kadınların orta yaşlarında yaşadığı bu hissiyatı şöyle tasvir edebiliriz:

    zaman soğuk bir şekilde akıp giderken hayatı ıskaladığını düşünen ve içinde patlamalar yaşayan kadın, yaşarmış taklidi yapmaya başlamıştır. her gelen günü tüm sahteliğiyle kabullenip yaşamaktadır. ev, iş, eş, eşya, çocuk vb. bir sürü prangayla kuşatılmıştır. evliliği heyecanını kaybetmiş, alışkanlığa dönüşmüştür. yaşadığı sıkıcı rutinin getirdiği huzur dahi rahatsız edici hale gelmiştir.
    gençliğindeki hayaller ömür tezgâhında kıyılıp gitmiştir. hayatın başka yerlerde daha güzel aktığı veya "her şey bambaşka olabilirdi" hissi ruhunda dipsiz bir boşluğa neden olmuştur.
    bir yandan anlamsızlaşmış ve kurulaşmış bir yaşama kilitlendiği düşüncesi bunaltırken diğer yandan başka birinin arzularının çerçevesi içine hapsolduğuna inanmaya başlaması onu kendine yabancılaştırmıştır. dolayısıyla "insan mı kaderini seçer, kader mi insanı seçer?" ikilemine saplanmıştır.
    içinde bulunduğu labirentte kaybolmak ruhunun bedenine dar gelmesine neden olmaktadır, bu da kadını çekip gitmeye zorluyordur ancak bir türlü çekip gidememenin acısı da ağır gelmektedir. çekip gitmeyi başarabilse, ah bir geçip giden trenin son vagonuna atlayabilse artık kendisi olarak yaşayabilecek; yılların boğuşmasından, gürültüsünden, keşmekeşinden kaçıp sükunete kavuşacak, kendisiyle barışacak, bir şeylere katlanmaya dönüşen hayatına bir mânâ katacaktır.

    yukarıda betimlediğim ruh halini muhafazakar ya da seküler, batılı ya da doğulu fark etmeksizin tüm anlayış ve yaşam biçimlerinde görmek mümkün. mesela muhafazakar camianın önemli öykücüsü mustafa kutlu'nun chef adlı uzun hikâyesinde de bu kadını benzer duygular içinde kaçmak isterken görürüz. hatta büyük oranda kabuğunu da kırmasına şahitlik ederiz. aynı şekilde ayfer tunç, elif şafak gibi yerli edebiyatçıların romanlarında veya klasik addedilen romanlarda da bu kadına sık sık rastlarız. bir gürcistan filminde rastlayabildiğimiz gibi hollywood yapımı veya bağımsız bir filmde de karşımıza çıkan önemli bir karakterdir bu kadın.

    "mutsuz bir evliliğe hapsolmuş kadın, evliliğin verdiği güvenlik hissini kaybetmekten korkar."
    yuval noah harari'nin dile getirdiği bu genellemeyi marriage story'deki nicole gibi kırabilenler olduğu gibi, revolutionary road'daki april gibi daha derin kuyulara gömülenler de vardır. zira april ne o kadar güçlüdür ne de şanslı. aslında hem kocasının hem de kendisinin kısıldığı yaşamlarında hayallerinden vazgeçtiklerini düşünen april, başka bir ülkede yeni bir başlangıca yelken açmak üzere kocasını ikna edebilmiştir. lakin süreç içinde yaşanan gelişmeler onun bu ideallerine engel olunca o da başka şeylere engel olmaya karar verecektir. zira tıkanmış hayatına devam edecek olması yani paris'te yaşayacağı "yeni bir hayat" hayalinin suya düşmesi onun için varoluşsal bir sorundur.

    chemi bednieri ojakhi'deki, yorgun ve mutsuz bir kadın olan edebiyat öğretmeni manana ise, "ben artık oynamıyorum!" diyerek kendine ayrı bir ev tutup geniş ailesini terk edebilecek denli güçlü bir kadındır. geniş ailenin halalar ve amcalardan oluşan daha geniş kısmının da baskı dolu ricalarına rağmen geri adım atmaz ve bir anlamda kendi özgürlüğünü tercih eder. dayatılan ve zorunda bırakılanı değil huzur dolu olan, seçtiği bir hayatı yaşamak üzere atlar trenin son vagonuna.
    aldığı karar ve gösterdiği kararlılıkla, manana şu sorulara çok net şekilde cevap vermiş olur:
    sırtına yüklenen bagajlardan kurtulup ruhunu arındırmak kadının hakkı değil mi?
    kadın, anne olunca yakınındaki erkeklerin veya çocukluktan çıkmış çocuklarının tüm sorumsuzluğunu ve lakaytlığını çekmek zorunda mıdır kalan ömrü boyunca?
    çevresinde hâmisi rolünü oynayan erkekler için saçlarını süpürge etmek kadına yazılmış değişmez bir kader midir?

    peki ya tully'deki marlo'ya ne demeli?

    genç ve güzel marlo, hayatının erkeği olduğunu düşündüğü bir adamla evlenmiş, iki çocuk doğurmuş ve 22 kilo almış, hem gençliğini hem de büyük oranda güzelliğini çocuklarına feda etmiştir. davranış bozukluğu semptomlarıyla hayatını zorlaştıran oğluyla uğraştığı aşamada yeniden hamile kalıp bir kez daha doğum yapmıştır.
    ikinci çocuğunu doğurduğu süreçte ciddi bir depresyon süreci yaşayan marlo'yu son doğumda çok daha derin bir ruhsal yıkım beklemektedir. marlo, ilgisiz kocasıyla cinsel bağı tamamen, duygusal bağı da kısmen kopmuş; yalnızlık ve tükenmişlik içinde boşlukta salınmaktadır.

    (finali sürprizli olduğu için bundan sonrasına spoiler uyarısı vereyim)

    gidecek bir yeri yoktur marlo'nun. öyle bir niyeti de yoktur aslında. gençliği aşıp orta yaşlarına geçerken; hayallerini, kimliğini, heveslerini ve dahi onu farklı kılan tüm yönlerini de yol üzerinde birer birer bırakmak zorunda kalmıştır. o kadar ki, iç dünyasında kurguladığı yaşam bile özgür ve bağımsız olmayı başaramaz. kendisinden o denli feragat etmiştir ki hayalinde yarattığı genç gece bakıcısına bile kocasının cinsel fantezisini karşılatır, çocuklarına kek yaptırır. kimsenin kendisi için bir şey yapmasına alışmamıştır zira.

    marlo'nun yukarıda bahsettiğim benzerlerinden farklı olarak yüzü geleceğe yönelik değil geçmişe dönüktür. "kendisi" olduğunu hissettiği yıllarına, gençliğine sığınır marlo. onu terk eden gençliğine "ben sensiz ne yapacağım" diye sorar. gençliğinden terapi alır, gençliği eliyle tazelenmeye çabalar, gençliğiyle kurduğu dostlukla, gençliğinden aldığı telkinlerle hayatına, rutinine tutunmaya, manasızlaşan yaşamına yeni bir pencereden bakmaya ve ailesine sahip çıkmaya çalışır... fakat şunu asla bilemeyiz: marlo gerçek anlamda iyileşmiş midir yoksa biraz daha iyi görünmesi yaralarını kapatıcıyla kapatmasından mı kaynaklanmıştır?..

    tekrar yazının başına döneyim.
    içinde bulunduğu labirentten kaçıp kurtulmak ve yeni bir hayatta özgürleşmek isteyen bu kadını edebiyat ve sinemadan daha pek çok örnekle betimleyebiliyoruz. peki, bu kadın gitmeyi başardığında gerçekten daha mutlu, daha özgür ve daha manalı bir hayata kavuşabilecek midir?
    hangi yol daha tutarlıdır? kalmak ve farklı pencereler açmak mı, yoksa gitmek mi? gideceğimiz yer bizden bağımsız bir yer midir?
    yeni bir hayat mümkün müdür?

    ölümsüzlük adlı müthiş eserinde şu tespitleri yapan milan kundera haklı mıdır, yanılmakta mıdır, bilemiyorum. üzerine düşünmek lazım:

    "hayatınızın orta yerinde, sıfırdan başlayarak öncekiyle hiç ilgisi olmayan 'yeni bir hayat' kurabileceğini iddia etmek tam bir hayalciliktir. hayatınız daima aynı malzemeyle, aynı tuğlalarla, aynı sorunlarla inşa edilecek ve başlarda 'yeni bir hayat' olarak görebileceğiniz şey, çok geçmeden daha önce yaşanan hayatın basit bir çeşitlemesi olarak ortaya çıkacaktır."
  • ---- spoiler ---

    2 diyalogun akılda kalması gereken film.

    1)
    koca: karımın çocukları ve evi boş ve savunmasız bırakmış olmasını aklım almıyor
    doktor: iyi de siz nerdeydiniz ki?
    koca: ee.. evdeydim.

    2)
    doktor: karınızın geçmişte akıl hastalığı olmuş muydu?
    koca: yok, hayır.. aaa şey, aslında ikinci çocuğumuzu doğurduğunda ağır bir depresyon geçirmişti.
    doktor: tedavi mi edildi?
    koca: yoo, kendiliğinden geçti..
    --- spoiler ---
  • bir kadının evlilikle, çocukları ile yaşadığı sorunlar içsel bir bakış açısı ile veren harika bir film.
    --- spoiler ---

    ağır spoiler
    --- spoiler ---
    charlize theron yeni doğum yapmış ve postpartum depresyon yaşayan bir kadını canlandırmış. fakat ne kendisi ne de yanındakiler onun bu halinin farkında.
    gece dadısı olarak gelen tully öncesinde beni hiç şüphelendirmedi ta ki felsefenin ünlü paradokslarından birinden söz edene kadar. (bkz: theseus'un gemisi)
    bu gemiden söz etmeye başladığında onun aslında marlo'nun gençliği olduğunu fark ettim. bu haliyle öykü o kadar farklı bir yere taşındı ki ondan sonrası zaten kafanın içine binlerce soru atmaya yetti.
    --- spoiler ---

    bitti
    --- spoiler ---
    erkek egemen toplumda, erkegin kulaklıkla bilgisayar oynamak dışında filmde hiç bir iş yapmadığı o kadar güzel vurgulanmış ki bu haliyle erkek izleyicilerin büyük çoğunluğundan eleştiriler alacağına eminim. feminist bakış açısı filmin tamamına hakim konumda. bu da artı puanı vermem için yeterli.
  • sevgili erkekler, hormonlarının esiri olmuş ve mantığını tamamen kaybetmiş bir eşiniz mi var? büyük bir telaşla sadece çocuk sahibi mi olmak istiyor? ne söylerseniz söyleyin sizi dinlemiyor mu? işte bu film ilk yarım saatini bile izleterek bütün sorunlarınızdan kurtulabileceğiniz film.
    charlize theron'u da böyle görmek dünyanın 7 harikasının birinin talan edildiğini görmek gibi... babil’in asma bahçelerinin yakılması, mısır piramitlerinin yıkılması gibi..
  • uzun zamandır böyle ters köşe eden film izlemiyordum, baya tazeledi yeniletti beni. sıkıcı çocuklu aileli bir film izlerim sandım, bir dadı gelir hayatlarını kurtarır, biter sandım. tamam öyle de oldu, ama öyle de olmadı. *

    ayrıca filmin sonunda kendimle de ufaktan bir empati kurdum. hayır evli değilim, çocuğum da yok, ki erkeğim de. ama sevgilim işe gidip çalışmakta bense tüm gün evde oturup kedilerle, evle, yemekle uğraşmaktayım; ve hayatımın en rutin ve sıkıcı dönemindeyim. o ise işten gelip yemek yiyip, oyun oynayıp uyumakla meşgul sadece. seks? duymadım görmedim aylardır.

    ben de mi dadı aliyim? ama çocuğum yok. hizmetçi? niye ben evdeyken hizmetçi gelsin ki masraflı. neyse bilemedim; açtı gözümü biraz sadece.
  • anneliğimin ikibuçuğuncu senesinde, başından sonuna dek ağlayarak izlediğim film. elimden gelse tüm babalara ve baba adaylarına zorunlu bi şekilde izletirim. hatta her birine belirli aralıklarla tekrar tekrar izletirim. bundan sonrası spoiler;

    tully’nin marlo’nun gençliği olması o kadar harika ki. anne olduktan sonra günde bin defa eski kendinize ve eski yaşantınıza özlem duyuyorsunuz çünkü. eski haliniz de çok eğlenceli ve matah olmasa da üstelik. çünkü anne olmak bambaşka bişey. birinin bütün sorumluluğunu almak, binbeş yüz farklı kelimeyle de anlatılsa yaşamadan asla anlaşılamayacak bir şey. insan marlo kadar delirmiyor evet, ama marlo kadar delirsem keşke bile diyebiliyor..
    geniş ailenin olmadığı, konu komşu arkadaşın olmadığı ve en önemlisi çocukların babasının bile olmadığı (görünürde var evet), maddi yükü geçtim, bütün manevi yükün de sadece ve sadece kadına kaldığı bir zamanda anne olmak çok zor. ve aslında bu zorluğu hafifletmek çok basit. sadece eş desteği. maddi olarak bir şeyler yapmasa bile, manevi olarak destek olması bile o kadar çok şeyi kolaylaştırıyor ki. ama işte aradığımız babalara şu anda ulaşılamıyor. onlar çok çalışıyor ve akşamları kafa dağıtmak için ps oynuyor. onu da mı yapmasınlar? yoo tabii ki yapsınlar. sadece o sırada eşleri deliriyor. umarım yanlışlıkla kendilerini öldürmeden fark ederler.
  • jason reitman filmi olanı bir çeşit doğum kontrol yöntemidir.
  • charlize theron ve mackenzie davis’in başrolde olduğu güzel bir drama.

    charlize theron, bu filmdeki rolü için abur cubur, hamburger, milkshake ve işlenmiş yiyecekler vb. ile beslendiği bir beslenme programı uygulayarak 23 kilo almış. oynayacağı rol için ciddi şekilde kilo alan ya da veren aktör ve aktrislerin bu çabası nedense hep etkileyici gelmiştir bana. (the machinist filmindeki rolü için yaklaşık 30 kilo veren christian bale gibi örneğin.)

    yukarıdaki entrylerde de yazıldığı üzere, bebek bekleyen çiftlerin -özellikle babaların- izlemesi gerektiği düşüncesindeyim.

    --- spoiler ---

    tully*’nın garson kıyafeti giyerek marlo*’nun kocasının odasına çıktığı sahnede tahmin ediyorum ki herkes “n’oluyo lan?” moduna girmiştir. lakin filmin sonunda durumun ne olduğu anlaşılınca yüzde bir tebessüm olmuyor değil.*

    --- spoiler --
  • uzun zamandır izlediğim en güzel filmlerden biri 8/10
  • baby tv nin kesfe cikan salyangozu.
hesabın var mı? giriş yap