• edit: (bkz: bütün entry'lerini silen yazarlar listesi).

    sözlük yönetiminin sözlüğe içerik sağlayan kullanıcılara hiçbir saygısının olmaması sebebiyle bu entry düzenlenmiştir. sözlüğün, devletin milletini ebleh yerine koymasının yasaklandığı bir mecra olduğunu hatırlaması dileği ile...

    (bkz: 28 şubat 2016 ekşisözlük direnişi)

    parkurun zorluğundan veya kolaylığından bağımsız olarak en önemli malzemesi ayakkabı olan doğa sporu.
  • dün 90 öğrenci ile yaptığım mükemmel doğa aktivitesi.
    fıkra gibi bir gün geçirmeme ve gülmekten çatlamama neden olan doğa yürüyüşü.
    efendim olay şöyle gelişir:
    "tabii birkaç öğrenciyi tenzih ederek"
    saçları fönlü, suratında bi dolu makyaj, tiki muhabbet sahibi olan yeni gençliği çıkardım zirveye.
    iki adım yürümeyen, beden eğitimi derslerinden kaçan, sadece süslü olmak için yaşayan , her şeyi mideye indirme meraklısı, o cep telefonu senin bu ipod nano benim diye dolaşan, hayatla mücadele nedir bi gıdım fikre sahip olmayan öğrenci milletine trekking yapılacak duyurusu yapılır. trekkingi az buçuk bilen iki öğretmen arkadaş piknik gibi bir şey açıklaması ile çocuklar hafta sonu aileleriyle gittiği piknikler gibi zannedip gelmişler.
    hiç yürümeyen gençlik yaklaşık 7 saat yürüdü.
    atıştırmalık bir şeyler getirin dediğimiz halde orda buluruz diye getirmeyenler açlık nedir öğrendiler. bisküvi ile karın doyurmaya çalıştılar. getirenlerden otlanmaya çalıştılar.
    fönlü saçları yapış yapış oldu, sıçana döndüler. suratlarındaki pudralar aktı, yamalı yamalı suratla tam fotoğraflık oldular.
    baktıkça güldüm. güldükçe yerlere yattım. acayip eğlendim.
    ben geri döneceğim diyemediler, tıpış tıpış beni takip ettiler. kısa molalar verdiğimde bir oturuşları vardı yerlere hint fakiri alt etmiş. direk yığılıyorlardı yerlere. hala gülüyorum gözümün önüne geldikçe.
    mesafe kavramları değişti çocukların.
    öğrenci - yarın okula yürüyerek gideceğim.(okul beşiktaş'ta)
    öğretmen - nerde oturuyorsun, beşiktaş'ta mı?
    öğrenci - yok. yakın ama, maslak'ta.
    öğretmen - ne hahahaha

    ilk defa eline diken batan erkek öğrenci
    - hocam elim şişti.
    - bakayım, bu mu be!ufak bir tepki vermiş beden, beş dakika sonra geçer.
    yaklaşık 5 dakika sonra öğretmen :
    - nasıl elin?
    -geçti.

    bir grup öğrenci; hocam ayaklarımız kendiliğinden gidiyor artık, motora bağlandık galiba demesi yaran espirilerdendi.
    ayrıca çekmeyen telefonları 7 saatte olsa çıkartabildiler hayatlarından.
    bitişe yarım saat kala çocukların dere kenarında dinlenmesi sağlandığında, herkes suya hücum etti. ayaklardan gelen cos sesleri duyulmaya değerdi.
    efendim artık farklı gençlikler onlar.
    doğa ile mücadele etmeyi, "az kalsın yılan yiyecektik" espirileriyle aç kalınca çevreden faydalanıp yiyicek bulmayı (erik ağaçları), sonuca ulaşmayı, doğal olmayı, süslü olunacak yer var olunmayacak yer var fikrini benimsemeyi öğrendiler.mutluyum, umutluyum.
  • yeni başlayacaklar için birkaç öğüt:

    kesinlikle ve kesinlikle masa başından kalkıp doğaya atlamayın. en azından bir hafta asansör kullanmayın. markete yaya gidin, çok alışveriş yapın, sırtınızda taşıyın, ham olmayın. adamların kısa dediği yürüyüş 15 km, yarısı tırmanış. dört gün tuvalete oturamazsınız.

    botsuz gitmeyin. spor ayakkabı eziyet. ha kar varsa yerde, geri dönün. kar/su geçirmez denen ayakkabılar 300 liradan aşağı ise parmaklarınızı kaybedersiniz.

    mutlaka baton alın (trekking bastonu). insan daha az düşüyor onun desteğiyle. ha düşmek deyince, toprağa düşün. kayaya ve taşa biraz yumuşak ama ok. yerdeki çalılıklara hele ki çamsa kesinlikle düşmeyin. çok acıyor.

    başlarken de bitirirken de esneme hareketi yapın. mola verince de -yani duraklamalarda- esneyin. yorgunluğunuzu azaltır.

    peynir ekmekten gerisi yalan yemek olarak. elmayı dilimlemeye bile ne vakit, ne zevk oluyor.

    çantanıza ne almanız gerektiğini ancak ikinci gidişinizde kendiniz öğreniyorsunuz. ne desem boş. ama anahtar kelime "yük yapmamak".
  • ilk kez geçen hafta tecrübe ettiğim hede. her ne kadar içinde öyle kurt, ayı, kızılderili saldırısı, çığ düşmesi, volkan patlaması tarzı heyecan verici bir hikaye olmasa da; konuya tamamen yabancı birinin ilk tecrübesi olması açısından, kendi bakış açımla bir hatıra kıvamında sözlükte de paylaşmak isterim.

    öncelikle biraz ön bilgi vereyim; yürümeyi çok severim, gittiğim yurtiçi, yurtdışı gezilerde, bilhassa yabancısı olduğum, ilk kez gittiğim yerlerde fikir edinmek adına tüm şehri boydan boya yürümekten gocunmam. açarım haritayı veya telefonda navigasyonumu rotaya bakar yürürüm. hatta iş seyahatlerimde akşamları vakitli çıkabilirsem işten, otele gittikten sonra akşam çıkar yürürüm filan... ve öyle böyle değil en az 3 saat filan yürürüm hızlı tempo ile 15-18 km filan. her türk genci gibi askerlikte de yürümüşlüğüm çoktur, hatta en uzunu iç güvenlik eğitiminde 40 km olmak üzere çokça yürümüşlüğüm vardır sırtta çanta, tam teçhizatlı, elde de tüfekler filan.

    bu arada aslen karadenizin sahilinden değil iç, dağlık kesiminden olduğumuz için yazları gittiğim dedemlerin köyünde, komlarda, yaylalarda da bol bol yürümüşlüğüm vardır çocukluğumdan beri, hem de çoğu insanın ayakta bile durmaya zorlanacağı eğimlerde, dar patikalarda filan. neyse, sonuçta ana fikir itibarı ile şu an aşırı kilolu olmama rağmen yürüyüşten gocunmadığımı anlatmak istedim. bu minvalde genel bir giriş yapıp kısmen anlattım da durumumu, en azından ruh halimi ve yürüyüşe genel bakışımı sanırım.

    ama buna karşın, yürürken bir mecburiyet varmış, hani askerdeymişiz de bir yere koşturuyormuşuz gibi birilerinin dayatmasında, keyfi komutasında nereye gittiğimizi kendim bilmeden öyle bir o tarafa, bir bu tarafa yürümeyi de sevmem. benzer şekilde dağcılık ve doğa yürüyüşü tarzı gruplara da, kulüplere de genellikle bu yüzden pek sıcak bakmam, orada da bir komuta emir havası vardır bazılarında ve ben üniversiteden beri bir şekilde önyargılıyımdır bu yapılanmalara. ayrıca oradaki insanların küçük bir kısmı hariç, çoğunluğunun doğa hayranı olduğu için değil, bir çevre edinmek, sosyalleşmek için orada olduğunu düşünür(d)üm. hatta onun da ötesinde insanların doğa sporuna olan ilgilerinden çok politik görüşlerinin önem arzettiği benzer öğrenci kulüpleri gördüm üniversitede. yani misal akut kırmıştır herhalde bu önyargımı biraz, bilhassa nasuh mahruki ve arkadaşlarının deprem sırasındaki aktifliği ve organizasyon kabiliyeti ile sırf benim değil bir çok benzer kişinin düşüncesi değişmiştir. bilemiyorum belki arada geçen 15-20 senede diğer kulüplerde de olumlu yönde bir şeyler değişmiştir ama neticede hala daha bir önyargım var sanırım bu ve benzeri kulüplere. ayrıca o malzemelerle şehir içinde gezilmesi bana her zaman itici gelirdi filan. hani dağda bile yöre insanlarının beş liralık kara lastik ile gezdiği yerlerde beş yüz liralık ayakkabılar, en pahalısından malzemeler ile yürümelerini bir nevi komik ve trajik bulurdum.

    neyse, sonuçta; evvelsi hafta eşim uçmakdere'ye yapılacak bir yürüyüşten bahsetti. "olur" dedim. değişiklik olur, hava alırız, güzel manzaralar görürüz filan diye. zaten şöyle bir googledan baktım, harika manzarasından filan bahsediliyordu uçmakdere yazınca. mart başı da havalar da güzelleşmişken çok iyi olur dedim kendi kendime ve o şekilde eşimin internetten takip ettiği bir grubun yürüyüşüne katılmak için ismimizi kaydettirdik. aslında böyle bir yürüyüşe uygun bir ayakkabı da almak istiyordum ama bir gün önce iş seyahatinden eve geldiğim için o koşuşturmada hiç alışveriş yapma şansım olmadı. zaten bir tane suya dayanıklı düşük bilekli bir ayakkabım vardı, hafif yüksek bot gibi, o işimi görür neticede dedim, hani muhtemelen zaten patikalarda yürüyecektik, o da fazlasıyla iş görürdü. onun dışında seyahati organize edenlerin listesinde yazdıkları yağmurluk, fener, yemek, yedek kıyafetler ve benzeri şeylerle çantayı doldurup kalktık pazar sabahı erkenden yola döküldük. o listedekilerden bir de yürüyüş çubuğu ve tozluk vardı almadığım ve çok da umursamadığım, zaten tozluk denilince aklıma gelen şey futbolcuların giydiği tür tekmeliği kapatan uzun çorap olan tozluk olduğu için iyi ki de almamışım, yoksa komik kaçacaktı muhtemelen. çabuk kuruyan pantalon demişlerdi bir de, ne kadar ıslanabiliriz ki dereden yürümüycez herhalde deyip rahatlığından ötürü tercih ettiğim kargo bir pantalonum var onu giydim. askerlikten tecrübeliydim, böyle yürüyüşlerde en büyük hata; üşüme korkusu ile içine kalın giymek oluyordu. o yüzden içime pamuklu bir tişört ve üstüne ince bir şey tercih ettim montun altında sıcaklamamak için.

    bu şekilde pazar sabahı 7'yi çeyrek geçe belirtilen yerde grupla buluştuk ve ayarladıkları bir otobüs vasıtası ile kahvaltı molası hariç dört saatlik bir yolculuk sonrası yürüyüşe başlayacağımız köye geldik. gidiş yolculuğu ile ilgili pek bir şey söyleyemem, çoğu daha önceden birbirini tanıyan insanların selam sabah faslından sonra pazar sabahı uykularına devam ettikleri bir yolculuk oldu. her şey normal gidiyordu ama tekirdağ sonrasında başlayan sis ve yağmur hiç hesapta yoktu, hele benim adıma hiç yoktu. dağıttıkları acil durum düdüklerini boynumuza astıktan sonra köyün çıkışında araçlardan aşağı indiğimizde tüm yerlerin ve yolların yoğun bir çamur içinde olduğunu gördüm ve o zaman anladım insanlar hızlı bir şekilde tozluklarını takarken, o malzeme listesinde tozluk ile ne demek istediklerini. şöyle bir baktım ayakkabılarıma, "ayvayı yedik ama ne yapalım biraz çamurlanacak paçalarımızla ayakkabılar bu çamurda" dedim. diğer insanlar yürüyüşçü filan değil, bildiğin alplerdeki dağcı modundaydı. neyse çantamdaki ağırlıkların bazılarını araçta bıraktım; hatta yağmurluğumu da çıkarmadım, montum zaten iş yerinin montuydu, yağmura uygun bir monttu.

    organizatörler daha önceden de söylenildiği gibi iki grup oluşturdular. bir grup uzun rotadan gidecekti; ganos dağının zirvesine çıkıp inilecek yaklaşık yirmi kilometrelik zorlu bir parkur. diğeri de yaklaşık olarak onbeş kilometrelik kısa ve kolay parkur. serde delikanlılık var ya, bir de uyanığız zaten milletçe, "aman, beş kilometre fazladan ne olacak, hem daha güzel manzaralar görürüz şu çiseleyen yağmur da bir kaç saate kaybolursa" diyerek uzun parkuru seçtik eşimle.

    bu şekilde uzun parkuru seçen yirmi dokuz kişi; en önde grup rehberi ve en arkada telsiz irtibatının olduğu bir artçı ile beraber saat tam öğlen onikide koyulduk yola. önce araç yolundan yokuş yukarı giderken yağmur biraz sertleşince acaba dedim bir, "hani zorlanır mıyız" diye de ilk kez orada düşündüm, ama kendime hiç yakıştırmıyorum zorlanmayı. kafamdaki en kötü senaryom şuydu; grupta bir kaç kişi zorlanır, en nihayet eşim de çok zorlanırsa, onu sırtıma alır öyle yürüyebilir miyim filan yani, işte öyle bir en kahraman rıdvan modundaydım, varın anlayın halet-i ruhiyemi.

    neyse bir onbeş dakika filan geçti veya geçmedi, azalmasını beklediğim o yağmur iyice kuvvetlendi ve sağanak yağmur haline dönüştü, hani ben de "yağarsa yağmur yağar biz zaten islanmişuk" modumdan artık, "beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar" moduna çok hızlı bir geçiş yapmış oldum, tam karşı cepheden hortum tutulmuş gibi yağan yağmurla beraber iliklerime kadar ıslanmışken. bir yandan da "ulan ne işimiz var burada pazar günü, in bebek'te, ortaköy'de sahilde bir yerlerde yürü çok yürümek istiyorsan" diye homurdanıyorum kendi kendime, yüzüm gözüm yağmur suları ile bir güzel yıkanırken. kaç dakika geçti bilmiyorum ama biraz uzaklaşmıştık sanırım köyden, derken grup ani bir kararla yoldan ayrılıp dere yatağına inmeye karar verdi vadiye doğru bir patikadan, dedim herhalde bildikleri güzel bir patika var ve oradan devam edeceğiz yola. tekli sıra halinde peşi sıra yürümeye başladık, zaten karşı yaka yakındı, yani yakın olmalıydık dereye sesini duyamasam da. gerçekten de az biraz indikten sonra dereye geldik ve uygun bir yerinden karşı kıyıya taşların üstünden sekerek geçiverdik. patika yoldan vadiye doğru inince aklıma o ana kadar hep intikal eğitimleri, pusu eğitimleri gelmişti, kafamda, şurada şöyle pusu olur, burada şu olur filan modundaydım, "ne güzel ıslanma derdi olan bir tüfeğimiz yok en azından" şeklinde boş boş düşüncelerle yağmuru umursamadan yürümeye çalışıyorum ilk başta ama, derenin karşı kıyısına geçip artık yukarı doğru yürümeye başlayınca işin boyutu benim için tamamen değişti. o ana kadar bir sıkıntı yaratmayan ayakkabılarım dar patikalarda, bilhassa yokuşlarda çamur içinde kaymaya başladı ve ben giderek ıslandığı için üç katı ağırlaşan pantolunumun da ağırlığı ile yokuş yukarı giderken iyice bir yorulmaya ve zorlanmaya, haliyle de sıkılmaya ve daralmaya başladım. ama yapacak bir şey yoktu, johnnie walker mottosuyla yola devam ettik... keep walking.

    derken iki saatin sonunda en nihayet sırta yaklaşmışken öğle yemeği için duralım dediler ve durduk. durduk filan ama ne durma, rüzgar esmeye başlamış ve soğuk havanın da etkisi ile ıslak olanlarımız sağlam üşüyor. bunu fark eden grup lideri zaten molayı kısa tutma kararı verdi ve on dakika yemek molası denildi. mantıklı bir karardı, zaten ben de sağlam ıslanmışım, yukarı doğru rüzgar arttıkça da üşüyordum, konserve filan almıştık nostalji modunda ama onlara hiç dokunmadan, gofret filan benzeri çantamdaki diğer kolay açılabilen ve yenilebilen abur cuburlarla ve taşıma açısından "midedeki su sırttaki sudan iyidir" mottosu ile susamadığım halde su içerek kısa bir mola verdik.

    sonrasında tekrar yola koyulduk, önce tepeye doğru niyetlenmiş olsak da rüzgarın etkisini hesaba katan grup rehberinin kararı ile yamaçtan, yağan yağmur ile beraber artık patika olduğundan da emin olmadığım bir yoldan çalıların arasından yürümeye devam ettik. artık dengede duramıyordum ve bir çok yerde kayıyordum, yerden aldığım bir sopa ile destekli yürümeye başladım filan ama o bile yeterli gelmedi, iki tane sağlam dediğim sopayı düşerek kırdım ve artık sağolsun beni yalnız bırakmayan eşim ile beraber iyice en arkada kalmaya başladım. hayır, bir de insanlar taktik veriyorlar, arkamdan gelenler, yok; "hızlı at adımlarını durdukça kaymaya zemin oluşturuyorsun", yok "yan bas, niye düz basıyorsun" filan diye. yahu! iyi niyetle yapıyorlar biliyorum ama yapabilsem zaten yapacağım, o kadarını ben de görebiliyorum ama artık yapamıyorum işte...

    gerçi fena da olmadı bir yandan arkada kalmamız, bu vesile ile artçı olan abi ile kaynaştık, sohbet etme imkanı filan buldum filan hatta bize bir ara evlilik danışmanlığı filan da yaptı ama grubu geciktiren kişi olma fikri hoşuma gitmiyordu. bir kaç kez yere kapaklanmamın da ardından artık nefes nefeseydim. ama bir yandan bir sene önce sigarayı bırakmanın etkisini ve nefesteki rahatlamayı da cidden hissetmiştim. sanki arkamızda işgal ordusu varmış da biz de onlardan kaçan muhacirlermişiz gibi çok hızlı yürüyorduk ama iki buçuk, üç saatin sonunda ancak 9 km ilerlemiştik rehberin elindeki navigasyon cihazına göre. saatte 3-3,5 km düşük bir hızdı bence yürüyüş için; üstüne ters yola girmiş, sonra gerisin geri başka bir yoldan devam etmiştik. hani düşünüyordum, bir şekilde yürürdüm bir kaç saat daha, nefes olarak sıkıntı olmazdı ve 20 km'yi bir şekilde tamamlardım ama yukarı doğru artık attığım her adım, hem ıslaklığımdan hem de çamurda kaydığımdan ötürü beni artık iki üç kat fazla yoruyordu. üstüne artık sadece bastığım yerle değil, yukarısı ile de uğraşıyor, sıklaşan ağaçların dallarını da aşmak gerekiyor, önünüzdeki yürüyenin bıraktığı dalın yay gibi, bir kamçı gibi yüzünüze gelmemesine de dikkat etmeniz gerekiyordu. hani bu yürüyüş değil, bildiğin dağcılık olayına, tırmanışa dönüşmüştü. bir şekilde devam etmek istemesem veya edemesem artık ne geriye dönme şansım, ne de bir şekilde ulaşılma şansım vardı. ve artık bu düşüncelerle neredeyse bir kaç adım daha atsam bir yerlerime kramp gireceğini düşünüp tam umudumu yitirmeye başlamıştım ki ağaçların arasından bir anda biraz daha düzlük bir yola çıktık nihayet. zaten yukarıyı ve aşağımızı göremesek bile yüzeyin düzleşmesinden tahminle zirveye de yaklaşmıştık muhtemelen; bu arada artık yerlerde yaban domuzu pisliği de vardı ve yağmur iyice azalmış yerini yer yer yoğunlaşan bir sise bırakmıştı. o ana kadar yağmur yüzünden fotoğraf makinemi çıkarmak aklıma bile gelmemişti. zaten gelse dahi, çekecek halim de yoktu. artık en yüksek yerlerden bir yerlere gelmiştik fakat yağmurun durduğu anlarda sisin en seyreldiği anda bile 100 metre ilerimizi göremiyorduk. kısa bir video çektim düzlükte yürürken biraz rahatlayınca çantamdan çıkarıp ama tam o sırada yine yağmur çiselemeye başladı ve kamerayı çantasına yeniden koydum.

    neyse sonuçta 904 rakımlı hedeflenen yere de geldik az sonra ama yanlış yönde ilerlediğimiz için de çok gecikmiştik ve artık hava kararmadan döneceğimiz köye inebilmek adına acele ediyorduk. saat 5'e doğru bir beş dakikalık bir mola verip beraber grup fotoğrafı da çektirdikten sonra bir daha yoldan sapmamak üzere aşağı doğru hızlı bir tempo ile inmeye başladık. bacaklarda deminki kaslardan farklı kasları kullandığımız için rahatlamıştım. hani iniş normalde daha sıkıntılı olabilir çıkıştan. bilhassa böyle bozuk taşlı köy yollarında ters basmaktan çok korkarım ama bu iniş bana güzel gelmişti. tek sorun yine diğerlerinin temposuna kıyasla geri kalıyorduk bir şekilde. hani bir de yok diken battı, yok şu oldu, bu oldu derken bile bir kaç saniyelik duraklamalar gruptan bir anda beş on metre geride kalmamıza neden oluyordu. neticede hava altı buçuk gibi karardığında biz daha hala iniş yolunda idik. ama dediğim gibi artık araç yolundan yürüyorduk. hava iyice karardıktan biraz sonra kullanmaya başladığımız kafaya monte fenerlerle yolu takip ederek saat tam 7'de, yürüyerek tam 24 kilometre mesafe katetmiş olarak artçı arkadaş ve bir kaç sona kalan kişi ile beraber köye girmiş olduk.

    aslında son yarım saatte zaten takip edeceğimiz yol belli olduğu için, koşudaki son düzlük gibi grupta kopmalar olmuş, ön taraftakiler iyice hızlanmıştı, bilemiyorum belki bir beş-on dakika önce girmiş olabilirler bile köye. diğer kısa parkuru tercih eden grup ise çok önce gelmiş köye, keyifli bir yürüyüş sonrası bizi bekliyorlardı. ilk başta parkuru tamamlayamayacağından korktuğum eşim ise beni adeta utandırırcasına bir tempoda gruptan sonuna kadar kopmadan gelmişti, hani en sonlarına doğru iyice yorulduğunu ve bileğini biraz incittikten sonra sinirlenmesinin çok normal olduğunu göz önüne alırsak kesinlikle şapka çıkarıyorum kendisine. utandırdı beni. bu arada hemen önümüzde köyün camisinin önünde bir pano vardı, üzerinde köy ile ilgili bilgiler ile beraber tanıtımının da olduğu... ne kadar güzel bir köy içerisinde olduğumuzu ancak o tanıtımdaki fotoğrafları görünce anladım ama cidden hem karanlık, hem sis tüm köyü ve güzelliiğini adeta gizliyordu. orada biraz soluklandıktan sonra çeşmede, daha doğrusu hayratta ayakkabıları çamurlarından temizledik, daha doğrusu çalıştım kabaca. kimileri fırçaları ile güzel güzel temizledi ayakkabılarını ve tozluklarını. ben de kurtarmıştım kısmen ayakkabımı biraz çamurlarından ama, pantalonum için yapabileceğim hiç bir şey yoktu, tepeden tırnağa hala ıslaktım ve ne yapabilirim diye bakınırken, bir kaç kişinin yaptığını takip edip çoktan dönüşe hazır olan diğer insanlar köy kahvesinde bölgenin şarapları üzerine uygulamalı sohbetler ederken otobüse girip üzerimi araçta bıraktığım kuru kıyafetlerle değiştirdim.

    saat yedi buçuk gibi köyün camiisinden yatsı ezanı okunurken de motorumuz çalıştı ve yine sislerin içerisinde göremediğimiz o harika manzaralı ve virajlı yollardan geçerek tekirdağ'a doğru yola çıktık. nihayet sis biraz dağılıp gökyüzündeki yıldızları görmeye başladığımızda karşımızda tekirdağ'ın şejhir ışıkları da ufukta gözükmeye başlamıştı. tekirdağ'da yıllarca köfte yemiş biri olarak saat 9'da durduğumuz köfteciyi, daha doğrusu oranın tekirdağ köftesini hiç beğenmedim, peynir helvası da pek kayda değer değildi, ama o yorgunlukla kimsenin umurunda olmadığını düşünüyorum. yemek nihayetinde yeniden bindik otobüsümüze ve tatlı bir yorgunlukla, tek tük sohbet eden, ön tarafta politika tartışan insanların sesleri eşliğinde gece yarısını biraz geçe evimize vardık.

    sonuçta bir çok şey söyleyebilirim, ama varış anı güzeldi, bir şeyi tamamlamak güzeldi zaten. gerçi varış anından itibaren geriye bakınca da güzeldi. hani askerlik gibi; içindeyken hiç bitmeyecekmiş, dayanılmayacakmış gibi gelir, bitince de güzel anlarını, yeni dostlarınızı düşünür çok da kötü değilmiş dersiniz ya. o da bunun gibiydi. bir daha yapar mıyım bilmiyorum. önümüzdeki haftalar belli olur. hani, o kadar çıkmışken, o meşhur manzarayı da görsem belki çok farklı olurdu şu anki hissiyatım, orada bir beş on dakika şöyle keyifle manzaraya karşı uzansam bambaşka olurdu belki kafamdaki hatırası o gezinin. hani o manzarayı canlı gözlerle yürüyüş sırasında zirvedeyken görebilsem muhtemelen "her türlü yorgunluğuna değdi, hatta tekrar buraya gelelim" diyebilirdim ama böyle kaçarcasına bir tempoda bu kadar yorucu bir parkurda bir yürüyüşü ben bir daha almayayım diyor olabilirim şu anda. ama alacak olanlara da tavsiyem, tecrübeli insanların bilhassa malzeme konusundaki uyarılarını sakın göz ardı etmeyin. hani teknoloji sağolsun, bir çok şeyin kolaylaştırıldığı günümüzde "aman dedemin tozluğu mu varmış?" demeyin, alın bir tozluk. çabuk kuruyan pantalon diyorlarsa bulun öyle bir pantalon, zaten özellikle hava durumuna iyice bir bakın gideceğiniz bölgede, yoksa benim gibi ters köşe olursunuz. ayrıca "kondüsyonum iyi, sporum iyi, yürüyüşüm iyi" demeyin, ilk kez yapıyorsanız; ötesinde ertesi gün erken uyanmanız gerekiyor ve nasıl uyanacağınız sizin için önemli ise mutlaka başlangıç seviyesine uygun bir yürüyüş bulun kendi kendinize, yoksa her ne kadar kibarlık edip bir şey dememiş olsa da grup rehberinizin "üff püfff, yine mi bunlar arkada kaldı?" vari bakışlarına maruz kalırsınız...

    (bkz: bir hatıra defteri olarak ekşi sözlük)
  • gölün kenarında sakin sakin otururken, bir akıllının ettiği "şu tepeye tırmanalım mı?" lafının ciddiye alınmış hali..

    fakat benim tırmanış stilime farklı bir isim bulmak gerekebilir. ayakta converse'ler -patinaj kabiliyetini artırmak için- zira bu tırmanışta güvenlik pek ön planda değil. rezillik uğruna güvenlikten feragat edilmiş.. elde başa bela fotoğraf makinesi çantası, omuzda tripod -alan derinliği sevdasına süper işgüzarlık- şehirden kaçıp oksijeni yiyince ne yapacağını bilemeyip kendini dağlara vuran ekipte tek fotoğraf çeken kişi olmak, daima arkada kalmak demek oluyor. benzerleri milyonlarca kez çekilmiş fotoğraflardan bir 400 tane daha.. yeşille maviyi aynı karede buluşturma inadı. tamam dağın tepesindeki çiçekler gerçekten bir başka ama ön planda çiçek, net-flu oyunlarıyla nereye kadar mela? çiçeğe bir arı konduğu zaman illa fotoğrafını çekmek niye? ağaçları alt açıdan çekmeler, yok efendim sazlıklardan havalananlar falan.. bir yandan beni bekleyip bir yandan dinlenen ekip, ben yanlarına geldiğimde yeniden tırmanmaya başlıyor, böylece ben asla dinlenemiş oluyorum ve bir süre sonra yine geride kalıyorum. tırmanırken tutunduğum ağaç kökü elimde kalıyor. öndekileri hiçbir zirve kesmiyor, zirvenin de zirvesini istiyorlar, gözden kayboluyorlar. hepsi sporcu. bu ayrıntıyı unutmuşum..

    bana kalsa yeniden ağaçların tepesinde yaşamaya başlarım, saatlerce otu çiçeği incelerim ama nedir bu zirve sevdası? yok ama öyle deme çünkü yükseklik arttıkça bu bitkilere bir haller oluyor. zor şartlarda yaşayabilmek için fazlalıkları atarak evrim geçirmişler, çok acayip olmuşlar. neyse, bu çıkışın bir inişi de olacaktı, nitekim oldu, çok güzel oldu..

    dağılmış bir şekilde, elimdeki asayı toprağa saplaya saplaya inişe geçtim. hüküm dağı'ndan verim alamamış orta dünyalı gibiydim. tam iniş kolaymış derken eğim arttı. psikolojik destek amaçlı tutunduğum sembolik otlar, dallar, yapraklar elimde kaldı. yuvarlanmayayım diye tuttuğum vahşi çiçeğin dikenleri elime saplandı da yine bırakamadım. denize düşen yılana sarılır dedim. hızımı alamadım, yardıma gelen güçlü kuvvetli arkadaşı da önüme katıp bir süre aşağı doğru kaydım. baktım olmuyor, saldım kendimi yamaçtan aşağı. daha kolay ve heyecanlı oldu. hem çok kısa sürdü. doğal zımpara. biri "nerelerde sürttün bu saate kadar?" diye sorsa cevabım çok net olacaktı.

    eve gidip aynaya bakınca rüzgardan yüzümün yandığını gördüm. yüzümün yarısı kırmızı yarısı normal, burnum komple kızarmış. terminatörle susam sokağı kuklası arası bir şey olmuşum.

    doğayla bir sonraki buluşmam tek bir parkurdan oluşacak. mümkünse bir hamağa uzanıp kitap okuyacağım ve tatlı tatlı kestireceğim. gördüklerimi de serbest formatta beynime kaydedeceğim.
  • doğa yürüşünden çok daha öte olan ve ciddiyet isteyen bir spor.

    bir ph. d adayı bir jeolog olarak ,nacizane bilgilerime de dayanarak arazi , trekking vs. doğa sporları için bir iki şey paylaşmak istiyorum :

    -grup bir patikada ilerliyorsa ve dalı tutarak geçiyorsanız , arkanızdakini 'dal' diyerek uyarın. bunu bir trekking gezisinde yapmazsanız belki dayak bile yiyebilirsiniz :)

    -spor ayakkabısıyla - botla - converse ile arazi olmaz. son denememde gördüm ki , spor ayakkabı ile arazi gut hastalığımı tetikledi ve iki gündür yürüyemiyorum , araba dahi süremiyorum.

    -ekipmanların düzgünce sabitleyebileceğiniz kaliteli bir çantanız olsun.

    -yere oturmayın. portatif kamp sandalyeniz ya da tripod tabureniz olsun. kene , zehirli böcekler ve yılan gibi tehlikeler ciddi şeylerdir.

    -bize bir şey olmaz demeyin. kene spreyinizi , kene cımbızınızı ve bunlardan önce mutlaka alerji testinizi yaptırın. arı sokmasından ölmeyin sonra.

    -baton kullanın. 2 ayak denge için yeterli değildir. tam bir denge düzlemi oluşturmak için minimum 3 noktaya gerek olduğunu unutmayın.

    -doğaya çöp atmayın. o çöpler kötü görünmekten öte , ortamın florasını ve faunasını bozar.

    -aldığınız el örneklerini , fosilleri , hatta gelişi güzel taşları bile sağa sola fırlatmayın. sizden sonra orada çalışacak insanları yanıltırsınız.
  • botlarla ilgili birkaç şey yazmak istiyorum izninizle.

    evet bot. çoğu insan -özellikle ilk defa böyle bir etkinliğe katılanlar- spor ayakkabı ile geliyor. hani yürüyüş deyip, spor ayakkabının rahat olacağını düşünüyorlar. deneyimli olanlarda bile bileksiz yürüyüş ayakkabıları görüyoruz, bunlar kesinlikle yanlış seçim.

    yazın yürüyecekseniz hafif malzemeden yapılmış yüksek bilekli botlar, kışın yürüyecekseniz kar ve soğuk su ihtimalini düşünüp bileği iyice saran, ayak numaranızdan bir numara büyük gore-tex botları tercih etmelisiniz.

    tabanı sert olmalı, düz yolda yürümüyorsunuz. taş var, kaya var, çamur var.

    ve tabanı sert olan botlar özellikle uzun süreli yürüyüşlerde topuk başta, ayağı çok ağrıtıyor. yüksekliği yarım santimden az olmamak üzere silikon veya süngerli tabanlıklar tavsiye. ağrı sızı yok günün sonunda.

    yüksek bilekli bot, dağın başında bileğinizin burkulmasını önler. bilek burkulması, hatta kırık ne acı ve zahmetli oralarda bilemezsiniz.

    asıl entry yazış sebebine gelince. ayda yılda bir giydiğiniz, maddi olarak değerli manevi olarak can kurtaran bu botların saklanması ve bakımı çok önemli. günübirlikten bir haftalık yürüyüşe, suydu, ayaktaki nemdi, aynı ayakkabıyı uzun süre giymeydi, özellikle gore-tex botlar feci koku yapıyor ayakta.

    çorap ayrı bir sorun. yazlık çoraplar bile genellikle termal özellikle bu işte, uzunca da yürüyünce suyun içinde kalıyorsunuz. peki nasıl kurtulacaksınız ayakkabı kokunuzdan? nasıl sağlıklı tutacaksınız?

    koku ve temizlik için pek çok ürün satılıyor ayakkabıcılarda. onların hiçbirini almayın!

    ciddiyim.

    evin rutubetsiz ve çok güneş ışığı almayan bir yerinde, kokusuz bir poşet çantada saklayın ayakkabılarınızı (bazı plastik çantalar da feci ve kötü kokulu).

    yumuşak bir fırça ile dışını temizleyin kaldırmadan önce. içinde çamur vs. varsa aynı şekilde. ıslatmak yok. telli fırçalar yok. eğer ayakkabı ıslak veya nemli ise, poşetin ağzını kapatmadan güneş ışığından uzak kurumaya bırakın tabi önce.

    ayakkabının tüm zeminine gelecek şekilde karbonat dökün. bir tatlı kaşığı bir ayakkabı için yeterli. dediğim gibi poşete koyun kaldırın. tabanlıklar da ayakkabı dışında, poşetin içinde.

    niye poşet? ayakkabılarımız kurumasın, diye. karbonat işini iyi görsün, diye. sevgili sinek kral orada bi habitat oluşur diyor, ağzını tam kapamayın biraz.

    giyeceğiniz zaman iyice temizleyin karbonatı. iyice derken hafifçe çırparak. yerlere vurarak değil. haşır huşur fırçalayarak değil. hem hijyen sağlamış olacaksınız karbonatla, hem de ayakkabının kendi plastik kokusu dahil her tür kokudan kurtulmuş olacaksınız.

    çorap notu: yazları termal çoraplar yerine, pamuğu fazla uzun çoraplardan iki çift giyebilirsiniz bir de. daha konforlu oluyor.
  • en önemli ayrıntının uygun ayakkabı seçimi olduğunu acı deneyimlerim sayesinde çok iyi öğrendiğim outdoor etkinlik. ilk trekking deneyimimde, sıradan spor ayakkabılarımı giymiştim. bol taşlı zeminde spor ayakkabıyla yürümenin bileklere olumsuz etkilerini öğrenmiş oldum. hele de taşlı gevşek zeminden iniş. bunun üzerine katılacağım zirve gezisi etkinliğinden önce bir trekking ayakkabısı aldım. gezi sonrasında öğrendim ki trekking ayakkabısı normalden büyük alınmalı imiş. kalın çorapla denendiği halde parmak ucunda 2 parmak boşluk kalmalı imiş. ayağa tam uyan trekking botları saatlerce süren yürüyüşlerde şişen ayağa dar gelmeye yüz tutup, zorlu inişlerde uca dayanan tırnağın morarmasına ve inişlerde dayanılmaz acılar çekilmesine neden olurmuş. ancak bileklerde en ufak bir burkulma şişme zorlanma yaşanmasına meydan vermemekteymiş. siz siz olun bu botlara dünyanın parasını bayılmadan önce bir bilene sormayı ihmal etmeyin.
  • bahar aylarında yapılabilecek süper bir aktivitedir. bir tırmanır, bir inersiniz, dereleri geçersiniz taşların üzerinde sekerek*, bazen ıslanırsınız tepeden tırnağa*.doğayla içiçe hissedersiniz, çevrenizdeki güzellikleri farkedersiniz. mola yerinde kana kana içilen soğuk suyun ya da sıcaktan bunalmışken karşınıza çıkan derenin buz gibi suyunda elinizi yüzünüzü yıkamanın keyfi ise anlatılamaz. herkesin rahatça yapabileceği bir aktivitedir aynı zamanda, ama uygun bir kıyafet**** ve özellikle ayakkabı ** şarttır. şapka,yedek giysi ve çorap, fotoğraf makinesi ve su ise çantada mutlaka bulundurulması gereken şeylerdir. herkese şiddetle tavsiye edilir.
  • akarsuda itina ile pürüzsüzleşmiş ve yosunlanmış, muz kabuğu kayganlığında taşlar-kayalar üzerinden ceylan gibi sekmek suretiyle dereler aşmak, çürüdüğü halde hala ayakta kalmayı başarabilmiş ağaçlara, dallara, köklere güvenerek tutunduğunuzda kendini ve dolayısı ile sizi koyvermesi, 60 derece açıdaki mermerli, dallı, dikenli patikadan aşağı uçmak, önünüzdeki denyobirliğin sizi uyarmaksızın çektiği dalları aniden bıraktığında dallar ve bazen üzerindeki bonus dikenlerce kırbaçlanmak, yolunmak, yırtılmaakk, hoplayıp zıplar, tırmanıp atlarken beyninizi dağa-taşa çarpmamak amacı ile türlü şekillere girerken krampın da size girmesi, börtü-böcek familyası fobisine sahip bünyenin fotoğraf çekmek için yaslandığı kayada epilasyon sorunu olan bir örümcek canlısı ile göz göze gelmesi vs. vb. gibi olayların işten bile olmayabileceği şirin mi şirin outdoor aktivitesi..

    dövüş sanatlarından bile daha etkili..hasmınız varsa trekking e yollayın tarumar olsun efenim; fekat hısmınızı yollamayın, hasmınız olur billa
hesabın var mı? giriş yap