• kanımca filmin en çarpıcı sahnesi küçük kızın ilk aşkının yarattığı hayalkırıklığıdır. küçük kızın kendisine aşık olduğunu sezen genç homosexüel adam "ilk seferinde hep böyle olur" diye fısıldar kızın kualğına, bir anda bir dinginlik ve hüzün sarar etrafı.
  • sonsuzluk ve bir gün'den sonra izlediğim ikinci angeleopulos filmi.. bu adamın filmlerini niye izlememişim ben dedirtti ikisi de.
    çocuk lokantadayken içeri giren kemancı benim için filmin en güzel sahnesiydi.. sonsuzluk ve bir gün'de de buna benzer bir otobüs sahnesi vardı ki o da hala aklımdadır.
    tek sorunum, filmin müziklerinin "gerçek kesit"te kullanılmasıydı ve ben bu filmi gerçek kesit'lerden sonra izledim. yapılır mı lan o güzel müziğe...
  • landscape in the mist, düşlerinden ve masallarından kopmak zorunda kalan çocukları, yabancı yollarda kaybolmayı, karanlıkları ve bulunması olanaksız aydınlığı vurgular. filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, iki çocuğun diğer insanlar sokaklarda hareketsiz donmuş dururken, karın altında gerçekliğin içinden kaçıp gittikleri plandır. filmin ana teması olan adagio, obua ve yaylıların hüzünlü ve kırık akustiği ile bu sahneyi süsler...
  • sevgili babacığım,

    sana yazıyoruz çünkü gelip seni bulmaya karar verdik. seni hiç görmedik ve seni özlüyoruz. hep senin hakkında konuşuyoruz. ayrıldığımız için annem çok üzülecek. onu derinden seviyoruz, sakın sevmediğimizi düşünme ama hiçbir şeyi anlamıyor. senin nasıl göründüğünü bilmiyoruz. alexander bir sürü şey söylüyor. seni rüyasında görüyor. seni çok özlüyoruz. bazen okuldan eve giderken peşimden ayak sesleri duyduğumu zannediyorum, senin ayak seslerini… dönüp baktığımda ise orada hiç kimsecikler olmuyor. sonra, kendimi yalnız hissediyorum. sana engel olmak istemiyoruz. sadece seni tanımak istiyoruz, sonra geri döneceğiz. bize cevap yazarsan tren sesiyle yap: tatan... tatan... tatan... tatan... işte buradayım, seni bekliyorum… tatan... tatan...

    voula
  • sahnelerden alıntılarla yorumlamaya çalışacağım ben bu filmi, spoiler içerebilir o yüzden. sövmeyin diye yani.

    en başından beri işlenen baba figürü tam manasıyla muhteşem bir metafor olmuş diyebiliriz. asıl ulaşılmak istenen tanrı ve tanrı'ya gidilen bu yolda bir ton zorlukla karşılaşılıyor.
    atın ölümü bu yolun geliştirilmesi aslında. at yunan mitolojisinde tanrıların binek hayvanı, tanrıların aracı, aslında insan ile tanrı arasında da aracı. zeus'un pegasus'u gökyüzünde yıldız yapması atlara biçilen kutsallığı en iyi şekilde ifade edebilir. atın öldüğü sahne de tanrı'ya ulaşma umudunun yavaş yavaş azalması olarak yorumlanabilir.
    atın öldüğü esnada bir düğün var orada, yaşam ile ölümün içiçe olduğu vurgusu yoğun olarak işlenmiş diyebiliriz, çünkü atın can vermesi biraz uzun sürüyor.
    yolculukta çocukların karşısına çıkan orestes ise bir aracı aslında. aracı olması bakımından bunu isa olarak düşünebiliriz. babaya- tanrıya- ulaşmalarında çocuklara yardımcı oluyor orestes. isminin orestes olması da boşuna değil tabii. yönetmen böyle sağlam bir bağ kurmuş bence. annesini katleden orestes, çocuklara tabii babalarını bulmaları için yardım edecek..
    orestes'in homoseksüel olması ve askere gitmek istememesi de işlenen başka bir ayrıntı. denizden çıkan eli ilk olarak orestes görüyor, aslında çocuklar gibi -herkes gibi- o da arayış içinde. onun da bir yol göstericiye ihtiyacı var.. ilerleyen saniyelerde görüyoruz ki o eli askeri bir helikopter çıkarıyor denizden. militarizmin orestes üzerindeki -bizim üzerimizdeki- baskısı daha güzel anlatılabilir miydi, bilmiyorum. hayran hayran izledim zaten..
    son sahnede gördüğümüz ağaç ile de muhteşem bir final olmuş bence. yaprak dökümü ağacı değil, hayat ağacı o!!!11

    neyse, bu da harika müziği:

    http://www.youtube.com/watch?v=txniiegjnok

    işte daha onlarca problem bulunur böyle; ama filmde ön plana çıkanlar bunlar. ki bu sıcakta da bu kadarı mümkün oluyor. oturduğum yerden alev çıkıyor çünkü, ona üzülüyorum ben.
  • angelopoulos' un bitiremeden hayatını kaybettiği 'sessizlik üçlemesi' nden biridir.

    '' sanki bir yere gitmiyorsunuz ama aslında bir yere gidiyorsunuz. sanki geçip giden zamanla ilgilenmiyor gibi yapıyorsunuz ama biliyorum ki aceleniz var. ''

    http://www.youtube.com/watch?v=xz8cc0ghzda
  • trenin sesiyle cevap gönderen yollara, rayların üzerinden uvertür müzikleri eşlik eder puslu gözlerin kompartıman kenarlarında. ceplerimizdeki aydınlığın süresi sönmek üzere nehirler; bir avuç deniz olsan bir günlüğüne ne çıkar. nallarıyla koşan güzel bir kadın gelinlik giymiş zarif bedenine. ayakları titrek, mıhlanmış karlı sokaklara. adım adım kaçıyorum fakat yetişemiyorum özgürlüğüme.

    kaldırımlar aynı gösteriyi sunuyor izleyicilere. dipleri buz tutmuş, kapı eşikleri sessizlik üflüyor kulaklarına.
    martılar ise bir bir kaçıyor ölümsüzlüğe doğru. puslu havada, sıcacık kanat çırpışlarının arasından sözcükler dökülüyor toprağın nemli yerlerine. hiçliğe doğru sürünen salyangoz gibi iz bırakıyor cümleler.

    rakamları ve çizgileri silinmiş bir cetvelin otuz derecelik kırık kenarından düz çizgi çekmeye çalışıyor son perdeler. ulusal birliğin ilk mutluluğuna portakal suyuyla kadeh kaldıran kompartıman koltukları usul usul gidiyor düşüncelerin sınırında. yalnız bir ağaç puslu manzaranın arkasına gizlenmiş, yolcularını bekliyor. dallarında huysuzluk, yapraklarında tedrici intihar...
  • almanyada yasayan babalarini bulmak uzere yola cikan iki kardesin hikayesi. acik arayla angelopoulos'un en iyi filmidir kanaatimce.
  • bir şairin bakışları aslında neyi görmek ister bir türlü anlayamayacağım galiba, hele bu şair angelopulos'sa hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağımı düşünmenin acizliğiyle çıkartabileceğim tüm anlamlarda ruhum gözyaşı olur ve akar yanaklarımdan. bir şairin gözleri bu sefer sonu olmayan bir masalın en başını görmek istemiş gibi geldi bana. gördüklerinin altına sakladığı tüm cevherleri ortaya çıkartamayacığım bir masalı sunuyordu bana ve beni zamana sahip çıkmadan alıp götürüyordu bilinmezliğine. evet şair! bu sefer de beni ağlattın, bu sefer de anlattın benim tam olarak anlayamayacağım gördüklerini, bana sadece anlattıklarından kendime göre anlamlar çıkartmak kaldı ve düşüncelerimle bağlayacağım sabahlar bekliyor artık gecelerimi. çünkü rüyalarımda senin mısraların şekillenip beni derin uykumdan uyandırıp sabahlattıracak ve masalın neresinde olduğumu anlamakla geçireceğim gecelerimi...
    senin şiirini anlatmaktan acizim ve ancak etrafıma kaplamış bu puslu havadan çıktığım zaman anlayacağım galiba; ama okyanusta bir damla kadar az olsa bile, anlamlandırdıklarımla bile çok sevdim bu şiirinide. hele ilk aşkın hayal kırıklığını anlattığın ve o başımı döndüren görüntülerdeki mısran yok mu, işte o an zamanı durdurmanı çok isterdim, ne diyordun orada:

    "her zaman böyledir, ilk kez hep böyle olur, kalp çok hızlı atar ve insan titremeye başlar. her zaman böyle olur... insan ölmek ister"

    ve hayatın alabildiğine acımasızlığında, stiksin sınırlarında büyüyen kahramanlarının ellerini hiçbir şeye uzatamamaları, o çocukların böyle acımasızlıklar içinde büyüdüklerini düşündükçe kahroluyorum. neden böyle yaparsın ki şair, biraz acı bana istiyorum, biraz daha az ağlayayım senin her şiirini izlediğimde...

    "başlangıçta her yer karanlıkmış ama sonra ışık belirmiş ve bu ışık karanlığı aydınlatmış, topraktan denize kadar, her tarafta çiçekler varmış ve de dağlar çiçeklerin üzerinde kuşlar ve kelebekler uçuyorlarmış"

    mae ve alexander stiksi geçtiklerinde masalın en başında olduklarını anladılar ve korkmalarına artık gerek yoktu, çünkü ışık doğmuştu puslu karanlıklarda...
  • müteveffa usta theo angelopoulos'un izlediğim ilk filmidir. bu ve diğer filmleri genelde insanda - biraz klasik olacak ama - "kamyon çarpmış hissi" yaratır, herkese göre hiç değildir, izlemeyi hak edenler zaten bir şekilde izlerler.

    ----- spoiler -----

    film ilerledikçe üzerinizdeki baskı ve çaresizlik o kadar artar ki, çocukların gerçekten de almanya'da bir babaları olmasını ve ona ulaşmalarını istersiniz.

    ----- spoiler -----
hesabın var mı? giriş yap