• bir zeller, colman, hopkins harikası...

    öncelikle söyleyeyim filmi izlemek bana çok zor geldi...
    çünkü ben filmde anlatılanların benzerini bire bir yaşamış biriyim.
    zaman zaman durdurup ara verdim.
    aşağıdaki yazı filmin konusuyla ilgili spoiler verse de içeriği ile ilgili
    spoiler vermemektedir.

    ilk zamanlar...

    baba: duydun mu pkk 8 kişiyi öldürmüş. vay namussuzlar be...
    q: baba o çok oldu yahu, 2 ay önce o, bugün bir şey olmadı...
    baba: oldu, oldu yeni oldu. sen bilmiyorsun.
    q: yok baba yanlış biliyorsun şubat ayında oldu...

    baba: çok yağmur yağacakmış, her yeri sel basacakmış.
    q: nereden çıktı baba ya, nereden duyuyorsun bunları?
    baba: televizyonda söyledi. büyük bir sel olacakmış. ya istanbul'daki çocukların evi sel basarsa?
    q: baba, çocukların ev 3. katta, endişe etme öyle bir şey olması mümkün değil.

    baba: gooool vay namussuz ne de güzel vurdu. 2 oldu be, aslanım beşiktaş...
    q: baba o az önceki golün tekrarı, yani maç 1-0
    baba: yav olur mu ikinci gol bu işte... kara çocuğa aferin be...
    q: ya baba alemsin valla...

    baba: çok uzaklaşmadık mı evden?
    q: yok baba ne ilgisi var. mudanya'ya gidiyoruz işte. alt tarafı 15 km...
    baba: ya dönüşte yolu bulamazsak, evimize gidemezsek...
    q: baba ne diyorsun sen yahu ahahahshdhsha. tuhaf bir adam oldun valla...

    sonra...

    baba: hadi eve götür beni, neden bu hastanedeyiz?
    q: götüreceğim baba, 2 gün daha kalalım olur mu?
    baba: neden burada kalıyoruz ki evimizde kalalım.
    q: baba, evde boya var, badana var, tadilat var ondan buradayız.

    baba: saatimi kolumdan çıkarma
    q: baba biraz çıkaralım damar yolu açacaklar sonra ben takarım yine koluna...
    baba: ya o hemşire saatimi çalarsa?
    q: ben de o hemşireden çok şüphelendim. gözüm onun üzerinde, merak etme baba...

    baba: kar yağacakmış yarın, dsi'yi ara makineleri içeri alsınlar. çamurda batar hepsi...
    q: hemen arıyorum baba sen merak etme.
    baba: aradın mı dsi'yi
    q: aradım baba tüm dozerler, iş makinaları hepsini içeri aldılar. (35 yıl önce emekli oldu)

    baba: bak bunların hepsi benim yakın arkadaşım. (her zamanki gibi tv de arka sokaklar var. arkadaşlarım dedikleri de zafer ergin, şevket çoruh, özgür ozan)
    q: biliyorum baba, hepsi senin yakın arkadaşların...
    baba: sen beni buraya yatırdın ama onların haberi olsa hemen gelip beni buradan alırlar.
    q: seni çok sevdiklerini biliyorum baba...

    baba: sen ne zaman gideceksin.
    q: abim gelince baba, o gelecek ben gideceğim. sonra, yarın ben geleceğim o gidecek...
    aylardan beri iki kardeş nasıl devam ediyorsak yine öyle devam edeceğiz.
    baba: hoş geldin abi.. (yataktan doğrulmaya, pijamasının önünü iliklemeye çalışır)
    q: baba o senin abin değil oğlun ama siktir et, sen ne istersen o olsun...

    baba: oğlum...
    q: efendim baba...
    baba: ben artık ölmek istiyorum.
    q: ...

    zeller editi: filmi izledikten sonra zeller'in böyle bir film yapabilmesi için mutlaka
    ailesinde demans olan biri vardır diye düşünüp
    konuyu biraz araştırdım ve şöyle bir röportaj buldum.

    zeller'e çocukluğundan beri bakan ve hatta anne yerine koyduğu
    büyükannesi, zeller 15 yaşındayken demans olmuş.

    işte o röportaj
  • anlatısının omurgası o kadar sağlam ki yönetmen ve senaryo yazarı (ki zaten kendi tiyatro oyunundan uyarlamış) florian zeller başka hiçbir ucuz numaraya başvurmadan eşsiz bir film ortaya çıkarmayı başarmış. üstelik teatralliğinden bir gram taviz vermeden.

    baştan uyaralım, çok can yakıcı bir film the father. hem genel olarak ailesinde önemli bir hastalığa yakalan her birey için, hem de ebevey- evlat ilişkisi bağlamında.

    özellikle filmin oyuncu kanadı bolca övüleceğinden oralara pek girmeden filmin esasen neden iyi olduğunu anlatmak istiyorum. film demans hastalığına yakalanan bir adamın yaşadığı süreci anlatıyor. hastalığın ilerleme evreleri kronolojik olarak aktarılmıyor ama yönetmen öyle ters, puslu bir kronoloji kuruyor ki tıpkı hastalığı yaşayan ve bizlere iliklerine kadar yaşatan anthony hopkins'in canlandırdığı anthony gibi belleğin, kişiliğin, anıların, yaşanılan her anın parçalanışını, yitimini santim santim yaşamamızı sağlıyor.

    karakterin hafıza, yürütücü işlevlerinin kayboluşuna dair durumu klinik bir vaka olarak ele almak yerine baba- kız ilişkisi ekseninde ele alıyor yönetmen film boyunca. özellikle hafızanın yitimiyle gelen çeşitli konulardaki unutkanlık, motor becerilerin azalması, olay, durum, mekan, tarihleri vs karıştırma gibi durumları oldukça zeki ve yenilikçi hamlelerle, tekrara, bayağılığa düşmeden aktarıyor. belleğin tekinsizliğinden doğan yabancılık, yabancı tehdidi, şüphe, paranoya gibi temel motifleri de hastalığın ilerleyen süreçlerinde aşama aşama işlemek yerine tüm filme yayılan kesintisiz bir paranoya, güvensizlik ve kaybolmuşluk hissi içinde izleyiciye aktarıyor.

    özellikle bu hastalığın en temel özelliklerinden olan sürekli olarak benzer soruları sorma, yapılması gereken temel işlevleri yapamama ve yaptığını unutma (ilaç içmek gibi) gibi davranışların yaratacağı gerilim ve dramı kurguda zekice hamlelerle çözümlüyor florian zeller. spoiler vermemek adına net bir şekilde yazmıyorum ama özellikle klasik bir hollywood filminde bu tip sahneleri hızlı, tekrar eden, rahatsız edici, flu, bulanık bir biçimde görmeye alışık olan seyirciyi o açıdan özellikle hastalıktan muzdarip karakterimizin zihin, akıl oyunlarına nefis bir şekilde ortak etmeyi başararak bu rahatsızlığın yarattığı trajediyi anlamamızı sağlıyor.

    özellikle bir hastalık ya da travmadan muzdarip kahramanların trajedisini anlatırken karakterin yaşadığı kabusu göstermek adına sürekli tekrar eden sahneler, hesaplaşma sahneleri, yine tekrar eden rüya/sahneleri koymak sinemanın genel ölçülerindendir. karakteri tekinsizlik ve paranoya içinde bırakan gizin/gizemin/ trajedinin anahtarı olarak sunulan bu sahneler seyirciye özdeşim aşamasında kolaylık sağlamak amacıyla yapılır. the father'da ise bu kıyılara hiç yanaşmayan yönetmen zeller yarattığı ters,zıt kronolojiyle karakterin yaşadığı bu kabusu soyut, büyülü, düşsel zemininden sıyırarak yakıcı bir gerçekliğin omurgası haline getiriyor. üstelik bu hamlesiyle normal şartlarda kolaylıkla istismar edebileceği duygusal boşluklarla oyalanmadan, durumdan doğan anomaliyi sıkılaştırmak için tıbbın, bilimin kucağına atlamadan, ona bir hasta, bir müşteri ya da nesne gözüyle bakmadan, soğukkanlı objektifliğini korumayı becererek metnin sağlamlığından gelen güvenini perçinliyor. ve diyaloglarına yaşama dair büyük felsefi, edebi, kültürel cilalar kondurmadan yalınlığın biyopsisine soyunuyor adeta.

    evet anthony hopkins bu hastalıktan muzdarip bir adamı her zerresiyle baştan yaratıyor ve muhtemelen bir oskar heykelciği daha alacak ama karşısında tereddütsüz, tavizsiz bir oyun veren olivia colman'da övgüyü fazlasıyla hak ediyor.

    karakterin ebedi dönüşümünün, yitiminin altını çizen ve onca soğukkanlılığına rağmen kondurulması elzem olan o büyük yalın duygusallığını gözlerimize rehber edip dışarıdaki ağaçlara, parklara, doğaya ve hayata çevirten dermansız finaliyle sinema tarihinin unutulmazları arasına adını yazdırmayı başarıyor the father.
  • yıkıcı gerçekliğiyle bir idrak ve kabul yolculuğu olan, olağanüstü görsel bir anlatıdır bu film.

    anthony hopkins hayatının en önemli rollerinden birini oynuyor filmde. ''bir demans hastası kendi dünyasında neler yaşar?'' diye düşünüyorsanız, anthony hopkins'in bu performansını mutlaka izlemeniz gerekiyor. anthony'nin suçluluk, üzüntü ve acıma dolu yolculuğuna şahit olun.

    peki ya olivia colman'a ne demeli? ah benim hüzünlü, cesur ve korumacı kraliçe elizabeth'im*. olivia coleman, saf bir hüzünle karakterinin travmasını öyle bir ortaya çıkarıyor, babası küstüğünde ya da tartışılmaz bir şey yaptığında ifadeleri o kadar iyi pişmanlık ve acıma duygusu taşıyor ki, the father bir değil iki karakterin hüzün dolu bir hikayesine dönüşüyor.

    anthony hopkins gerçekten çok büyüleyici bir aktör. aynı anda ve aynı sahnede sizi hem güldüren, hem de üzen çok fazla oyuncu yoktur bu sinema dünyasında. bir bakıma anthony hopkins filmde kendini oynuyor. kendisinin adının ve doğum tarihinin gerçek hayatta da aynı olması, senaryonun bunama ile gerçeklik arasındaki çizgiyi ne kadar az bulanıklaştırdığını gösteriyor.

    bu film izleyenleri, hem demans hastalarının zorlu dünyalarını düşünmeye sevk edecek, hem içlerini burkacak, hem de ağlatacak.

    ben bi ters yüz oldum siz de olunuz efenim.
  • bu filmi izliyorum sanarak 2019 yapımı bulgar yunan ortak yapımı olanı izlemişim az önce. ha hopkins geldi gelecek derken film bitince yanlış filmi izlediğimi anladım tabi:) yalnız bilsem izlemezdim muhtemelen ama ne film yapmışsınız bre komşular. akşama da ingiliz olanını izlerim artık zaten yapacak başka ne var ki.
  • antony seksenli yaşlarını idrak eden, kızıyla yaşayan eski bir mühendistir. kızı anne, biriyle tanışmıştır ve o kişiyle yaşamak üzere paris'e taşınacaktır. babasını yalnız bırakamadığı için de ona bir bakıcı ayarlamaya çalışır ama babasının geçimsizliğine bakıcılar uzun süre tahammül edemediklerinden anne çok zor ve çaresiz bir durumdadır. babası yeni bakıcıya uyum sağlamalıdır aksi takdirde onu huzurevine kapatmak zorunda kalacaktır.

    yukarıda özetlediğim ilk on dakikayı kızın gözünden izliyoruz. yaşlı, geçimsiz, aksi bir baba ve onunla ilgilenme zorunluluğu nedeniyle kendi hayatını istediği gibi yaşayamayan, yardan da serden de geçemeyen çaresiz, yılgın ve yorgun bir kız evlat fotoğrafıyla açılıyor film.
    ***spoiler***
    fakat kamera, evden çıkıp giden kızını pencereden izleyen babaya odaklandığı andan itibaren antony'nin zihin dünyasına giriyoruz ve orada; gerçekliği gözümüzün önünde yavaş yavaş paramparça olan, bütün yaprakları dökülüyormuş gibi hisseden, tam olarak kim olduğunu arayan, gerçekliği sorgulayan ve yakalamaya çalışan ama bir türlü tutamayan bir demans hastasıyla tanışıyoruz.

    bunamanın eşiğindeki anthony'nin bakış açısından, onun hayatı tüm gerçekliğiyle algılayabilme ve kontrol edebilme çabasını izliyoruz. anthony bu çaba içinde iken biz de izleyiciler olarak yönümüz şaşırıyoruz ve neyin gerçek neyin sanrı olduğundan emin olamıyoruz. çünkü o da bilmiyor. hafızasındaki dalgalanmalar nedeniyle zaman tutarlılığını kaybeden anthony zamanda zıplamalar yaşıyor. zamanı kontrol altına alabilmek için sık sık saatinin bileğinde olduğundan emin olmak istiyor.
    belleğindeki karanlık bölgeleri bir türlü aydınlatamıyor anthony. parçalar sürekli yer değiştiriyor, yüzler ve karakterler birbirinin yerine geçiyor. mekansal değişimler onun da bizim de kafamızı iyice karıştırıyor. hasta, zihinsel bir çöküş yaşıyor ve biz de onunla birlikte yolumuzu iyice kaybediyoruz.
    dışarıdan izlendiğinde net olarak teşhisini koyduğumuz, neyi neden yaptığını veya söylediğini anlayabildiğimiz ve çocuk muamelesi yaptığımız hasta, zihninde korkunç bir savaşım veriyor ve biz onun gözünden buna şahitlik ediyoruz.

    anthony sadece geçmişine tutunma ve kimliğini netleştirme mücadelesi vermiyor, aynı zamanda bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkında olan yaşlı biri olarak müthiş bir güvensizlik hali yaşıyor. onu evinden atacakları, hayatlarından dışlayacakları korkusuyla yaşıyor. ve belki de bu yüzden seksen küsur yaşında "annemi istiyorum, buradan çıkmak istiyorum." diye ağlayacak kadar anne sıcaklığı ve güveni arıyor, çocukluğuna kaçıyor.
    aynı anlarda kurduğu şu cümleler anthony'nin kaybolduğu karanlıkta kendini ne kadar terk edilmiş ve yalnız hissettiğini gösterirken aynı zamanda geçmişten ümidini kestiğini ama en azından geleceği kontrol edebileceği umudunu taşıdığını gösteren çarpıcı ifadelerdir: "kafamı yaslayacağım hiçbir yer yok artık. ama en azından saatim kolumda."

    ilk yönetmenlik çalışmasında florian zeller, hemen herkesin aşina olduğu tanıdık bir konuyu ele almış fakat çok farklı bir kurguyla yansıtmış. çoğumuzun yaşlanan anne veya babasında yaşadığı bir durum, hastanın zihninden ve onun gördüğü yerden anlatılınca hastalığın etkisi altında olan kişiye direkt empati yapmayı sağlayan çok çarpıcı ve etkileyici bir hikaye çıkmış ortaya. anthony hopkins de kariyerinin en iyi performanslarından birini verince defalarca izlenebilecek bir filmle muhatap oluyoruz. en iyi film ve en iyi erkek oyuncu da dahil olmak üzere altı dalda oscar adaylığı kazanan film yılın belki de en iyisi.
  • film öyle bi kurgulanmış ki siz de izlerken bir alzheimer hastasısınız.
  • bir film ne zamandır beni bu kadar sarsmamıştı. anthony hopkins'in 83 yaşında böylesine müthiş bir oyuncu olmasını hala aklım almıyor. eğer bu film, eğer bu oyunculuk oscar almayacaksa kesin ip var kesin.

    (diğer adayları da izledim, beğendiklerim de oldu ama yine de bu filmin yanından bile geçemezler)

    antony hopkins'i özellikle ayakta alkışlıyorum. rol yapmamış bildiğin rolün içinden geçmiş. kesinlikle izlenmesi gereken film. ertelemeyin.
  • anneannem son yıllarını bu hastalıkla geçirdi, bir bakım evinde, kimseyi tanımadan. ben onu en son gördüğümde aynadaki kendi görüntüsü ile, onu annem sanarak konuşuyordu. onu kaybettikten sonra annem de bu yola girdi, artık günleri karıştırıyor, bir hafta önce olanı dün sanıyor, dün olanı çok eskidendi değil mi diyor. henüz bizi tanıyor neyse ki, ama kaçınılmaz ilerleyiş beni korkutuyor, çok çaresiz hissediyorum bazen. bu filmi de konusunu bilmeden, sadece anthony hopkins var diye açıp izledim, ve daha birinci dakikasından itibaren tedirgin oldum, sanki anne'de kendi geleceğimi gördüm. anthony'de de annemin geleceğini. normalde hani sadece filmlerde olur diye ciddiye almadan izlersiniz ya bir filmi, bu öyle değil. en azından benim için. bu filmde olanlar hayatta da var, bugüne kadar hiç bir filmde olanı hayatında yaşamamış olan benim hayatımda hem de.
  • 97 dakikalık, 2020 yapımı film. 9 / 10.

    --- spoiler ---

    benim de geç izlediğim uyarlama, 2020'nin sound of metal ve minari ile birlikte en iyi işi bence. michael haneke'nin amour'u gibi uzun süre etkisinden çıkılmayacak bir drama bu. anthony hopkins için bu sene söylebilecek her şey söylendi, akademi ödülü ile de tarihe geçti, rolünde altından kalkacak sayılı isimden biri olduğu kesin; ama yaşayarak oynadığı anthony karakteri kolay kolay unutulacak cinsten bir performans değil. final de muazzam: yaşam döngüsünde, yaşlılığın bebeklik çağları ile kesiştiği anlardan birine tanık oluyoruz; doğarken anne, ölürken anne... çoğumuzun yanında bir hemşire, yakınında bir evlat şansı bile olmayacak, eminim.

    --- spoiler ---
  • yukarıda bir arkadaş 'anthony hopkins oscar alsın diye çekilmiş film' yazmış. kısmen haklı. zira florian zeller beyfendi, oyunu hopkins için uyarlamış. ana karakter ismi de malum anthony. senaryoyu hopkins'e 3 sene önce yollamış. cevap alana kadar da başka kimseyle rol için görüşmemiş. kabul etti ve biz onun için ingiltere'ye gittik. eğer kabul etmeseydi muhtemelen fransızca çekerdim diyor. filmdeki sürekli olan 'onlar ingilizce bile konuşmuyor' repliği buraya atıftır belki bilemiyorum. 'bu rol onun içindi ve bir rüya gerçek oldu' diyor açıklamalarında florin bey.

    ilk uzun metrajı için çok başarılı iş çıkmış ortaya yönetmen, ne diyebilirim ki. izlerken kafada deli metaforlar döndü şahsen benim. hatta evin önündeki avalon çiçekçisi hakkında bile bir gönderme mi diye düşündüm, ama google street'ten aradım buldum, dükkan gerçekmiş :)

    bu arada je crois entendre encore çok yakışmamış mı filme?
hesabın var mı? giriş yap