• mermi siiriyle slyvia ve iliskileriyle ilgili sinirsiz caresizligini, acisini ve yetersizligini kelimelere muhtesem bir bicimde dokmus, hele son dizeleriyle beni alip yerden yere vurmus adam...

    "...
    benim yerime becerikli bir buyucu olsaydi,
    seni elleriyle havada yakalayip
    bir elinden otekine aktara aktara sogutabilir
    ve tanrisiz, mutlu, sakin kilabilirdi sonunda.
    bense
    bir tutam sacini, yuzugunu, saatini, geceligini kurtarabildim kurtara kurtara."
  • plath'ın ölümünün ardından "ona yardımcı olabilecek tek kişi bendim. bense buna ihtiyacı olduğunu anlayamayan tek kişi olmayı becerebildim ancak" demiştir.
  • 20. yüzyılın son lirik bard'ı, kargası, kuzgunu.
    "insan insanın kurdudur"* ya, aslında "insan insanı kudurtur" da olabilirmiş o pekala. ondan kelli sylvia plath dersen ben hep ted hughes derim. "günahkardı" dersen "eşitti" derim. "öldürdü" dersen "adil bir savaş oldu, kusura bakma" derim.

    bu adamın şiiri kadar beni yakan başka bir şiir var mı bilmiyorum:

    "in their entwined sleep they exchanged arms and legs
    in their dreams their brains took each other hostage

    in the morning they wore each other's face"

    ölümlerin de doğumların da günah keçisi olmaz. slyvia'yı öldüren ted'ti. ted'i öldüren de slyvia. hangisi daha önce öldü diye sorabilirsin, sorabilirim. ted'in pişmiş ve yıllanmış zehrini gördükçe ve tattıkça korkarım ki cevabım ted'ten yana, yüzüm crow's fall'a dönük.

    "when crow was white he decided the sun was too white.
    he decided it glared much too whitely.
    he decided to attack it and defeat it.

    he got his strength up flush and in full glitter.
    he clawed and fluffed his rage up.
    he aimed his beak direct at the sun's centre.

    he laughed himself to the centre of himself

    and attacked.

    at his battle cry trees grew suddenly old,
    shadows flattened.

    but the sun brightened—
    it brightened, and crow returned charred black.

    he opened his mouth but what came out was charred black.

    "up there," he managed,
    "where white is black and black is white, i won."
  • adamın sadece iki sevgilisi birden degil, plath'tan olan oglu da intihar etmis. hughes'un kendi olumunden on yıl kadar sonra. bu da ogluna ve hepimizin icindeki cocuga yazdıgı mektuptan:

    "when i came to lake victoria, it was quite obvious to me that in some of the most important ways you are much more mature than i am. . . . but in many other ways obviously you are still childish — how could you not be, you alone among mankind? it’s something people don’t discuss, because it’s something most people are aware of only as a general crisis of sense of inadequacy, or helpless dependence, or pointless loneliness, or a sense of not having a strong enough ego to meet and master inner storms that come from an unexpected angle. but not many people realise that it is, in fact, the suffering of the child inside them. everybody tries to protect this vulnerable two three four five six seven eight year old inside, and to acquire skills and aptitudes for dealing with the situations that threaten to overwhelm it. so everybody develops a whole armour of secondary self, the artificially constructed being that deals with the outer world, and the crush of circumstances. and when we meet people this is what we usually meet. and if this is the only part of them we meet we’re likely to get a rough time, and to end up making ‘no contact’. but when you develop a strong divining sense for the child behind that armour, and you make your dealings and negotiations only with that child, you find that everybody becomes, in a way, like your own child. it’s an intangible thing. but they too sense when that is what you are appealing to, and they respond with an impulse of real life, you get a little flash of the essential person, which is the child. usually, that child is a wretchedly isolated undeveloped little being. it’s been protected by the efficient armour, it’s never participated in life, it’s never been exposed to living and to managing the person’s affairs, it’s never been given responsibility for taking the brunt. and it’s never properly lived. that’s how it is in almost everybody. and that little creature is sitting there, behind the armour, peering through the slits. and in its own self, it is still unprotected, incapable, inexperienced. every single person is vulnerable to unexpected defeat in this inmost emotional self. at every moment, behind the most efficient seeming adult exterior, the whole world of the person’s childhood is being carefully held like a glass of water bulging above the brim. and in fact, that child is the only real thing in them. it’s their humanity, their real individuality, the one that can’t understand why it was born and that knows it will have to die, in no matter how crowded a place, quite on its own. that’s the carrier of all the living qualities. it’s the centre of all the possible magic and revelation. what doesn’t come out of that creature isn’t worth having, or it’s worth having only as a tool — for that creature to use and turn to account and make meaningful. so there it is. and the sense of itself, in that little being, at its core, is what it always was. but since that artificial secondary self took over the control of life around the age of eight, and relegated the real, vulnerable, supersensitive, suffering self back into its nursery, it has lacked training, this inner prisoner. and so, wherever life takes it by surprise, and suddenly the artificial self of adaptations proves inadequate, and fails to ward off the invasion of raw experience, that inner self is thrown into the front line — unprepared, with all its childhood terrors round its ears. and yet that’s the moment it wants. that’s where it comes alive — even if only to be overwhelmed and bewildered and hurt. and that’s where it calls up its own resources — not artificial aids, picked up outside, but real inner resources, real biological ability to cope, and to turn to account, and to enjoy. that’s the paradox: the only time most people feel alive is when they’re suffering, when something overwhelms their ordinary, careful armour, and the naked child is flung out onto the world. that’s why the things that are worst to undergo are best to remember. but when that child gets buried away under their adaptive and protective shells—he becomes one of the walking dead, a monster. so when you realise you’ve gone a few weeks and haven’t felt that awful struggle of your childish self — struggling to lift itself out of its inadequacy and incompetence — you’ll know you’ve gone some weeks without meeting new challenge, and without growing, and that you’ve gone some weeks towards losing touch with yourself. the only calibration that counts is how much heart people invest, how much they ignore their fears of being hurt or caught out or humiliated. and the only thing people regret is that they didn’t live boldly enough, that they didn’t invest enough heart, didn’t love enough. nothing else really counts at all."
  • (bkz: yavşak)

    çevresinde neden bu kadar cok intihar vakası oldugu da bunun bi kanıtı gibi. sürekli aldattığı karısı sylvia, sylvia'dan olan oglu, 2. karısı (komşusu olur kendileri) assia ve beraberinde kurban giden kızı vs. ıbnelik, bencillik muhtesem şey azizim. adamı hala anlayamayan, sylvia zaten hastaydı, manikti, nanikti diyen olursa biraz uzaklaşın kendinden sonra koşa koşa uçan tekme atın.

    hamiş: yerinde olsam öyle yapmazdım tabii. onun hayatı netçede.
  • karısı sylvia plath'e aşık oluşunu şu şekilde dile getirmiş karanlıklar prensi:

    "i saw the dreamer in her had fallen in love with me and she did not know it. that moment, the dreamer in me fell in love with her, and i knew it."

    türkçesi: "içindeki hayalperestin bana aşık olmuş olduğunu ve o'nun, bunu bilmediğini gördüm. o anda, benim içimdeki hayalperest o'na aşık oldu ve ben; bunu biliyordum."
  • sylvia'nın ardında bıraktığı günlüklerin büyük çoğunluğunu yok eden edebiyat katili.

    sylvia'nın intiharından sonra da yüzü hiç gülmemiştir, oh olmuştur. (bkz: ah alan onmaz)
  • şöyle bir kural vardır ve bundan zevk almak çok doğaldır: "sana aşık olmasını istediğin birini kendine tutsak et ve bir köşeye geçip onun acı çekmesini izle. böyle yap ki, karşındaki kişiye aşık olma ihtimalin varsa gelecekte onu bekletebilecek kadar zamanın olsun." bu kuralı yazanlardan biri hughes'tır. kural der ki, yürürlükteki yetenek, christian troy'u bile aşmaktadır. buna göre, troy'un birlikte olduğu kadınlar ve troy anlaşmıştır, çoğu tek seferlik ve tek gecelik olan bu ilişkilerin ardında troy ve troy ile birlikte olanlar sorunsuzca yollarına devam ederler. çünkü aralarında anlaşma imzalanmamıştır, her iki ya da üç taraf zihinlerindeki hatıraları göstermelik olarak ortaya sunarlar, hatıraların bir fedakarlık göstergesi olması ve tarafları birbirine bağlaması mümkün değildir. hughes ise der ki, "evet tamam, hayat her şekli ile gelip geçicidir, ve zevkler de geçicidir, ondandır ki fazla bağlanmamak gerek; fakat esaslı bir yenilgi yaşatmak isteyip ezici üstünlüğü istiyorsanız üzmek istemeyip üzmeyi öğrenmeniz gerekir." adam gitmiş iki kadın ile birlikte olmuş, birincisi karısı plath. plath aşkından intihar etmiş. diğeri metresi; o da aşkından intihar etmiş. bakın öyle ümitsizlikten ya da madam bovary gibi borçtan ötürü yapmamışlar bunu. o kadar sevmişler ki uzun süreli ilişkisininin neticesinde evlenemeyeceklerini fark edip hiç sevmediği bir adam ile aynı yatağa giren kadının çok daha ötesinde, içlerindeki acı, onların hareket etmelerine engel olmuş, tercih yapmalarını engellemiş. çünkü kural yine demiş ki "bu bir süreç; sahip olduklarını kullanmayı biliyorsan çok güzel bir kadını ya da erkeği kendine bağlayabilir, o seninle birlikte diye bundan gururlanabilir hatta hepsinin ötesinde onun senin yaratıcılığına ve seçme hakkına engel olduğuna emin olduğunda bir süre sonra ondan vazgeçebilir ve böylelikle üzerinden atamayacağı bir acıyı yüreğine kazıyabilirsin." hughes bunu görmüş ve uygulamaya koymuş.
  • ziyaret

    arkadaşım lucas,
    ayrı bir kişilik gibi
    değişmeden kalan o üç dört kişiden biri.
    her türlü değişmenin altında
    bir nehir yatağında bir taş, senin de arkadaşın olmuştu.
    kulağıma geldi, uyarıldım. oturmuş
    gençliğimi tüketiyordum slough yakınlarında bir ofiste.
    sabah akşam slough ile londra arasında mekik dokumak.
    maaşımı biriktirerek, özgürlüğü seçip
    dünyanın öbür ucuna gidebilmek için - boşlukta bir düşüş,
    kozamı sıyırıp rüzgara bırakmak amacıyla.
    haftasonları geri dönüyordum.
    üniversiteme. kız arkadaşım
    her hafta aynı danışmandan ders alıyordu
    sen ve amerikalı rakibenle birlikte.

    senden nefret ediyordu. senin resimlerini
    ve alev almaya hazır başka film parçaları attı sessiz,
    doymak bilmez geleceğimin fırınına, körebe oynarcasına
    bir meşale gibi içimde dolanan arayışa. arkadaşımla
    geceyarısı bahçede durdum
    karanlık bir pencereye toprak parçaları atarak.
    arkadaşım sarhoştu ve emindi pencerenin seninki olduğuna.
    ben de, onun yarısı kadar sarhoş, bilmiyordum yanıldığını.
    ne de biliyordum senin sarsıntılı oyununda
    baş erkek oyuncu olmak için denemeden geçirildiğimi.

    yalın ilk bir iki hareketi bir pandomimci gibi yaptım
    gözlerim kapalıymışçasına, rolümü kavramaya çalışarak.
    sanki bir kukla iplerinin ucunda deneniyormuşçasına.
    ya da ölü kurbağanın bağacına değdiriliyormuşçasına elektrodlar.
    kesik kesik yaptım o hareketleri – ve izlenip değerlendirildim
    yalnızca yıldızlı bir karanlık ve bir gölge tarafından.
    ne sen biliyordun orada olduğumu, ne de tanıyordum seni.
    seni bulmaya çalışarak ve ıskalayarak ve gene ıskalayarak.
    toprak savurduğum camın seni korumadığını,
    çünkü senin orada olmadığını bilmeden.

    ölümünden on yıl sonra
    güncenin bir sayfasında, daha önce hiç görmediğim kadar güçlü
    bir şekilde karşıma çıkıyor bir şok gibi içine dolan sevinç
    bunlar kulağına geldiğinde. sonra şoku
    dualarının. ve onların da altında, duyduğun panik
    ya dua etmek mucizenin gerçekleşmesini sağlamazsa diye.
    sonra da, paniğin altında o karabasan
    seni ezip yok etmek için üstüne gelen,
    mucize gerçekleşmezse sana kalacak seçenek:
    'düşünmeye dayanamadığın eski umutsuzlukla yeni bir büyük acının
    birleşip bildiğin cehennemi oluşturması.'

    birdenbire okuyorum bütün bunları –
    senin kendi sözcüklerini, yükselip
    boğazınla dilinden sayfalara geçen –
    tıpkı yıllar önce kızının
    sessiz evde
    yalnız başıma çalıştığım odaya
    havada yürürcesine girip yüzüme bakarak
    şaşkınlık içinde,
    “baba, annem nerede?” diye sorması gibi.

    donan toprağı bahçenin
    kazıyan tırnaklarımın altında.
    çevremde geceyarısının
    dev kırağı saati. ve içinde bir yerlerde onun,
    hiçbir şey duymak istemezken
    ateşimin çıktığını vurgulayan nabzım. bir yerlerde
    o donmuş toprağın içinde
    varolmaya çalışması geleceğimizin.

    başımı kaldırıyorum – yüz yüze gelmek istercesine sesinle,
    bütün canlı, kıpırdayan geleceğiyle
    içime dolan. sonra dönüyorum
    basit sözcüklerine kitabın.
    on yıl oluyor sen öleli.
    yalnızca bir hikaye bu.
    senin hikayen. benim hikayem.

    ceviri: savkar altinel & roni margulies

    bunu bilmek kafi.. tekrar ve tekrar okumak.
  • sylvia plath'ın intiharından sorumlu tutulan koca. gun ısıgına cıkan* mektupları pek cok seyi ele verecek.
hesabın var mı? giriş yap