• güzel başlayan, güzel giden ama bir yere varmayan murakami romanı. verdiği okuma keyfi yüzünden sayıyla alır maçı. nakavt olmaz asla.
  • murakami'nin okudugum son 2 kitabindan sonra (1q84 ve tuzu kuru) bir daha murakami okumayacagima soz vermistim, ancak sputnik sevgilim'in yazim yilinin 1999 olmasi sebebi ile kendisine bir sans vermek istedim. kitap gercekten cok guzel basliyor, ilk 100 sayfa da harika devam ediyor, ancak sonu benim icin ciddi bir hayal kirikligi oldu. cok yuzeysel kalmis, gecistirilmis, yine yazmis olmak icin yazilmis bir kitap tadi birakti bende son sayfayla birlikte. murakami okumaya devam etmeme kararima kisa bir ara verdikten sonra geri donuyorum tekrardan.
  • sadece dokunduğu konularla bile kalbimi çalmış murakami kitabı.
    okuduktan sonra diyoruz ki tamam, kaybolalım bulmak için kendimizi...
    ve diyoruz ki evet, evren yalnızlığımızdan beslenerek yaşlandırıyor hem bizi, hem de kendini.

    hem de laika'yı hatırlattı. ne zaman aklıma düşse, insan olmanın neden bu kadar ağır olduğuna anlam veremeyişlerimin simgesi laika...

    kısacası sputnik'e koyup, fırlattı beni de murakami. işin acıklı tarafı, rus bilim adamının laika'nın ardından söylediği şeyi benim ardımdan da söyleyeceklerine eminim...

    "the soviet space program didn’t learn much of note from sending the dog into orbit."
  • sonu kalbime en çok dokunan murakami romanı. derli toplu, kısa ve murakami'nin sürekli yoğunlaştığı temaların (yalnızlık, yalnızlık ve yine yalnızlık; aşk, cinsellik, paralel evrenler, gerçek ve rüyalar) çoğunu içeren roman aynı zamanda. bence murakami'ye iyi bir giriş kitabı olabilir.

    yanılmıyorsam hala türkçeye çevrilmemiş.

    --- spoiler ---
    yine başka kitaplara göndermeler dikkatimi çekti. the wind-up bird chronicledaki kuyu metaforu- ki bu roman sputnik sweetheart'tan bir önce yazılmış; yanılmıyorsam çok sonra yazılan kafka on the shorekitabında k' nın yaptığı gibi bir dağda okul gezisine gidiyordu ilkokul çocukları.

    --- spoiler ---
  • ilk okuduğum murakami kitabı.
    bir arkadaşım murakami için 'ya çok seveceksin ya da nefret edeceksin'
    demişti. sanırım sevdim. yani en azından uzun zaman sonra bir romanı
    okurken gerçekten heyecan duydum.

    'güçlü biri olmaya kendimi öylesine alıştırmıştım ki zayıf insanları
    anlamaya çalışmıyordum.'

    'insanın hiç tanımadığı birinin hatasını eleştirmesi çok kolay bir şeydi
    ve de kendini iyi hissettiriyordu.'

    japonların orhan pamuk'u demişler ama bence bu adam düpedüz
    japonların oğuz atay'ı.

    peşindeyim haruki reyiz.
  • ben bu romanı 1 günde okuyup bitirdim. nasıl özlemişsem murakami'yi siz düşünün. gerçi çok ince bir kitap onunda etkisi olmadı değil*

    bu adam bilerek galiba sonunu böyle bir yarım bırakıyor. sınırın güneyinde güneşin batısında da aynı hissi bırakarak sonlandırmıştı. yanımda olsa sarsıp "ulan biraz daha devam ettir, yaz bakalım" diyeceğim. uzun zamandır tadı damağımda kalan bir kitap okumamıştım, bana harika geldi
  • aşkı ve yalnızlığı konu almasına rağmen diğer aşk romanlarından ayrılıyor. murakaminin dili çok iyi, sizi sarıyor ama hiçbir yere varamıyorsunuz...
  • --- spoiler ---
    murakami, myu'nun lunapark sahnesini oyle derin oyle gercekci anlatmistir ki okurken altima sictim. 'gece serindi'dedi, usudum; 'biraz hasta hissettim' dedi, midem bulanmaya basladi. oyle...
    --- spoiler ---
  • artık hepimizin ezberlediği gibi tolstoyder ki “tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir...”
    benim hikâyem bir yolculuk ile başladı.
    bu yıl ağustosun son haftası gündemime beklenmedik bir şekilde kısa bir tatil fırsatı girdi. lakin ani gelişen bu fırsat, tatile yalnız çıkma gibi bir durumu da beraberinde getirdi zira herkes planlarını önceden yapmıştı.
    hayatımda ilk kez yalnız tatile çıktım. ilk kez tek başıma uzun yol yaptım. hem de hiç bilmediğim, daha önce gitmediğim fotoğraflarını instagramdan görüp beğendiğim bir yere, hem de pandemi zamanı evden bile doğru düzgün çıkmıyorken…
    tolstoy olsa buradan sağlam bir roman çıkarırdı tabii. ben sadece çok fantastik anılar biriktirebildim:)
    yola çıkacağım sabah bile hala kararsız olduğum için bavuluma kitap koymayı unutmam normaldi. sputnik sevgilim ile susurluk dolaylarında tanıştım. arka kapak yazısı ve rastgele açıp göz attığım sayfa sayesinde kendini aldırdı.
    “ben âşık oldum. şüphe yok…”
    “japonya’dan bir yunan adasına uzanan…”
    4 günlük tatilde bitecek hafif bir kitap arıyordum. çok fazla seçenek de yoktu zaten.
    yola çıkarken kendimi balıkesir’e gidiyor sanıyordum. lakin balıkesir bitip, siyasi haritaya bakınca anladım ki ben, çanakkale’ye middilli adasının tam karşısına, allah’ın unuttuğu, yolu molu bir yerden sonra “gerçekten” olmayan, mini mini bir köy olan bademli’ye gidiyormuşum.
    koyunevi’de mıcıra kaptırıp yoldan çıkacakmışım da haberim yokmuş.
    tatil boyunca midilli’yi seyredip, kitabımı okudum. kitapta bir yunan adası denip de ismi hiç verilmeyen bu ada hangisi diye de merak edip durdum.(bilen varsa dürtebilir)
    sumire, myu ve anlatıcı olmak üzere 3 ana karakter var. (adına tekrar tekrar baktım ama kendini anlattığı bölümde bile yok sanki. varsa gene dürtebilirsiniz)
    aralarındaki ilişki çok karışık bir yumak gibi. (syf.136.aşırı spolier olacağından geçiyorum.)
    ilk 174 sayfasını 2 günde okudum. 13. bölüme geldiğimde kitabın beni baydığını hissettim. kalan 50 sayfayı okumaya bir türlü elim varmadı. bu geceye kadar:) nerden baksan 40 gün ara vermişimdir.
    başka bir yerlerde bugün denk geldiğim bir metin bana bu kitabı hatırlattı ve tekrar raftan çıkarttırdı.
    “meydanda bir kahramanın heykeli yer alıyordu. bu kişi yunanistan’da isyan çıkarmış, adaya hükmeden türlere karşı ayaklanmıştı ama yakalanıp kazığa geçirilerek öldürülmüştü. türkler meydana sivri bir kazık çakıp bu zavallı adamı da çırılçıplak halde onun tepesine oturtmuşlardı. bedeninin ağırlığıyla anüsten yavaşça ilerleyen kazık en sonunda ağzından çıkmış, adam ölene değin uzun bir zaman geçmişti. heykelin, bu kazığın yerine dikildiği söyleniyordu.”
    kitapta bu kahramandan birkaç kez daha bahsediliyor. kanlı türk yunan savaşlarından vs. bu kadar detaylı bir tasvire gerek var mıydı emin olamadım… zira zamanla deniz tuzu, güneş, rüzgarla aşınıp şekli şemali bozulduğu belirtilen heykelin bana göre hikayeye çok bir katkısı yok.
    diğer taraftan bir yerden sonra hikaye çok acayip bir şekilde yön değiştiriyor. romanlarda çok da hazzetmediğim gerçeklikten kopma halleri var.
    paralel evrenler, diğer taraflar… oraya nasıl geçileceği… zamansallık…
    benim için sonu cidden sürpriz oldu :) vesile ile son 50 sayfayı da okumuş oldum. ilgililere teşekkürler. son 50 sayfada ne mi varmış? buyrun.
    “sıradan bir duvarda, alışıldık bir kapı bu. sumire bir yerlerde bu kapıyı buluyor, elini uzatıp tokmağı çevirerek kapıyı açıyor ve eşikten kolayca geçiyor”
    “kapı kapanıyor ve sumire geri dönmüyor”
    “zaman ilerledi, kendi üstüne katlandı, öylece yığılıverdi, sonra yeniden düzenlendi”
    “kapılar açılıp kapılar kapanacak. ışıklar sönecek. bugün benim için son gün. bu son günbatımım. şafak sökünce ben artık burada olmayacağım. bu bedene başka bir insan girmiş olacak.”
    “biz aynı dünyada aynı aya bakıyoruz. biz kesinlikle aynı bağla gerçekliğe bağlıyız. tek yapmam gereken onu usul usul kendime doğru çekmek”

    hayatta tesadüf diye bir şey yoktur bayanlar baylar. bunu artık bi anlayın. parça bütün ilişkisini algılama vardır. algısı açık olan görür. gönül gözü açık olan bi de :)

    bademli koyunda deniz kestanelerinin arasında kendi halinde takılırken rastladığım minik ahtapot… pembe crocks’larımın rengini alacak mı acaba diye dibine girdim evet. çünkü çocuklar imzasını böyle atar. o yosun tutmuş borunun arkasına süzüldün saklandın, o minnoş boynuzları çıkardın ve ben bir kez daha sana merhamet değil saygı duydum. çünkü bizim hukukumuz sandığından çok eski, rüyasında bile ahtapot öldüremeyen birisine denk geldiğin için bence sen de şanslısın. o kadar çemkirmeye rağmen salon çizgimi bozmadım.
    (bkz: #10660044)

    not: bunlar hep based on a true story. bizde yalan yok. olmaz. bir a beautiful mind kolay yetişmiyor, bu kadar çağrışım yorucu, yormayın beni:)
  • murakami'nin hafif akıllı okuru ile zekice daha geçtiği kitabı; bak ne diyor sayfa 149'da: " ... ben gündelik şeyleri düşünüp, düşünmeye devam ettiğim uzamdaki adsız alanda rüya görürüm - anlaşılmayanın evrensel, boğucu amniyotik sıvısının içinde yüzen, gözleri olmayan, anlama adında bir fetüs olarak. romanlarının aşırı uzun ve sonlarının (şimdilik) doğru düzgün bir finale ulaşmamış olması, belki de bu yüzdendir. ben henüz bu standarda uygun bir beslemeyi sağlayamıyorum, ne teknik ne de etik olarak."

    adam açık açık diyor ki bir sen mı akıllısın gelip gelip bana kitap sonların bir şeye benzemiyor diyorsun, al bak sebebi bu işte, bununla oyalan.

    yaşananlarda, ölüm dahil sonu olan ne var ki sen kalkmış anlatıya son istiyorsun; herşey ezelden gelir ebediyete gider, başı olmadığı gibi sonu da yoktur, bizler sadece bir kesite tanıklık ediyoruz, ondan keyif almayı bilmek lazım; önemli olan menzilin kendisi değil, o menzile giderken yaşadıklarımız, hissettiklerimiz ve yolculuğun bizdeki etkisi, sen buna yoğunlaş kardeşim; bırak sonu öyle olmuş böyle olmuş; öyle olsa ne olur, böyle olsa ne olur; bu anlatı sana ne kattı, sen asıl ondan haber ver.

    kitap hakkında sonra bir ara buraya edit gelecek.
hesabın var mı? giriş yap