• bu film, "bazı şeylerin tekrar edilmesi mümkün değil" mi diyor? bana hiç öyle demedi çünkü.

    bir zamanlar bir duvarda asılı olan ama şimdi yerlerinde olmayan fotoğrafların tıpatıp aynılarını çekip, tekrar duvara asmak zor, evet. veya yanlış çekildiği için baskıda da simsiyah çıkan bir fotoğrafı yeniden canlandırıp, aynı anı tekrar yaratmak da zor, evet. yani evet, bazı şeylerin tekrar edilmesi mümkün değil.

    peki burada garip olan ne, biliyor musunuz? bu anların somut olarak tekrar yaratılması imkansız; ama duvardaki o boşluklara bakınca, o eski fotoğrafları sanki hala orada duruyorlarmış gibi görebilmek mümkün. veya bakan herkesin düz bir siyahlıktan başka bir şey görmediği bir kağıt parçasında, senin yaşayan bir an(ı) görebilmen de bir o kadar mümkün. somut olarak tekrar yaratılmak istenen her şey, soyut olarak içimizde durmadan canlanabiliyor aslında. ama belki de insan; elle tutulur, gözle görülür anılar biriktirmek istiyor, sözcüklerini sayfalara akıtarak, kitaplar yazarak kanıtlamak istiyor kendini, bir zamanlar hissedilen sevgiyi eksiksiz var etmek istiyor.

    evet, bazı şeyler imkansız. ama imkanlı olan şeylerin içinde onların bile imkansızlığı kayboluyor. dikkatli bakarsak; her şey, her zaman oldukları yerdeymiş gibi aslında. ilk sözcükler, ilk müzikler, ilk sevişmeler, ilk öpücükler, ilk kavgalar, ilk adilikler, ilk hayranlıklar, ilk kıskançlıklar, hepsi ama hepsi, aslında ilk konuldukları yerde ve aslında buradalar.

    şimdi gözlerimi kapatacağım, ve on saniye içinde hepsi geri gelecek;

    10
    9
    8
    7
    6
    5
    4
    3
    2
    1

    -son-

    https://www.youtube.com/watch?v=dmrco8yuoxq
  • joachim trier in selim ilerivari bir optimizm ile ilk genclik cagimiz ile gectigi tasagi..joy division dinleyip, porno izleyip, kitap yazan adamlar icinden bir tek "kocaman zenci yaragi em" diyen cocuk efendi gibi evlilik yapti, digerleri hep varolus duvarindan sekmis tutarsiz dallama karakterler..ozellikle porno lars in nazi selami ile cercevelendigi aile tablosu gorulmeye deger bir mizansendi..
  • altında joachim trier'nin imzası bulunan sanat eserinden söz açmaya başlamak için, tıpkı film dahilindeki kitap tartışmalarında olduğu gibi, işe eserin ismine değinerek başlamak gerekir.

    fazla uzağa gitmeden, kite kat'in 2002 yılında "reprise" kelimesi ile ilgili yazdıklarını alıntılayalım:

    <<baskasinin sarkisini söyleme akabinde bi de bunu albümüne koyma durumu.>>

    yani biri/birileri bir sanat eseri ortaya koyuyor, başka biri/birileri de bu sanat eserini alıp yeniden yorumlayıp altına kendi imzalarını atıyor. bu durumu filmin içeriğine uygulamak önemli. çünkü parçalar kesinlikle birbirlerine uyuyor. ve gerisi artık spoiler olmaya başlıyor.

    --- spoiler ---

    erik høiaas, yani gelecek vaadeden yeni yazar phillip'in yazarlığı onaylanmamış arkadaşı. artık yazamayan phillip'in yazmaya geri dönmesi için verdiği büyük destek erik'in nazarımdaki olumsuz imajını bir nebze hafifletse de, geriye olumsuzluğu baki bir takım hususlar kalıyor. bu hususlar kendilerini doğrudan filmin içinde değil, eserler arası bağlantı yoluyla, zeki demirkubuz'un yeraltı'sından bir sahnede gösteriyor. (reprise'ı izlemiş, fakat yeraltı'nı izlememiş ve bunu okumakta olanlardan, spoiler içinde spoiler vermek durumunda olduğum için özür diliyorum.)

    yeraltı'nın söz konusu sahnesinde, muharrem, eski sözde-arkadaşlarıyla, arkadaşlarından birinin şerefine verilen bir yemekte biraraya gelmiştir. fakat ünlü bir yazar olmuş arkadaşı ile ilgili geçmiş hatıraları, muharrem'i bir huzursuzluk çıkarmaya zorlar. muharrem, "bir damla dahi olsa mürekkep yalamış adamların arasındaki husumet kan davasından bile daha korkunçtur." der ve şerefine yemek düzenlenen cevat, "bak bu iyiydi işte!" deyip not defterine doğru hamle yapar. hareketi görüp sebebini anlayan muharrem, "kalem mi arıyorsun? eskiden de böyle yapardın. sohbet edilirken hoşuna giden bir şey oldu mu, hemen kağıt-kalem aranırdın; hoşuna giden cümleyi yada aklına gelen fikri not etmek için. hatta 'notçu' derdik sana, sonra geliştirip 'fordçu' diye çevirmiştik." der. cevat, muharrem'in neyi kastettiğini anlar ve gerilir: "...söylemek istediğin yada ima ettiğin başka bir şey mi var?" ve muharrem ağzındaki baklayı çıkarır: "evet söylemek istediğim bir şey var. hatta suratına haykırmak istediğim bir şey... sen bir hırsızsın! hem de hırsızın en önde gideni! önüne gelen her şeyi cebine indiren adi bir yankesicisin! söylemek istediğim işte bu; yoksa 'notçu', 'fordçu'... hepsi lafın boku!"

    muharrem'in söylemeye çalıştıklarını biraz daha irdelersek, onun cevat'ı, başkalarının fikirlerini çalıp, eserlerine aktarıp, fikir hırsızlığı yapmakla suçladığını görebiliriz. yani karşımızda artık yazmayan/yazamayan biri ve başkalarının yazabileceklerini kullanıp kitaplar yazan ve başarılı olan biri var. bu örnek üzerinden reprise'a geri dönersek, "muharrem=phillip" ve "cevat=erik" bağıntısına ulaşabiliriz. çünkü erik de, tıpkı cevat gibi, arkadaşı phillip ile birbirlerine çok benzeyen bir anlatıma sahip olmakla birlikte, artık yazamayan phillip ile yaptıkları muhabbetlerden hareketle kitaplar yazmakta ve başarı sağlamaktadır. sanat konusunda, sanat eserini yaratanın sanatçıdan ziyade sanatçının çevresi olduğu uzun süredir dillendirilegelmiş bir husus. tam da bu sebeple, film akıp giderken, phillip'in haline ne derece üzüldüysem, erik'in başarısına karşı da o denli bir hoşnutsuzluk besledim. çünkü açıkça phillip'in olması gerektiği yerdeydi, yani yerini haketmiyordu. phillip ömrünü bir kara-sevdanın peşinde harcayadursun, erik, phillip'in cümlelerini, fikirlerini yankesiyor ve kitaplar üretiyordu. hal böyleyken erik'i nasıl sevebilirim ki?

    ayrıca joachim trier'nin erik'i, masumiyeti zedeli bir yazar olarak betimlemeye gayret gösterdiğini düşünüyorum. filmin farklı yerlerinde bu konu ile ilgili saptadığım bir çok vurgu mevcut. fakat onları bir kenara bırakalım; filmin adı dahi bu "yazan-yazdıran" ikililiğini vurgular nitelikte. yoksa trier, "yeniden ele geçirme; yeniden ele alma" gibi anlamlara gelen bu fransızca kelimeyi başka hangi sebeple kullanmış olabilir ki?

    --- spoiler ---

    edit: entry'yi ilk yazdığımda "yeraltı" konusunda kafam epey karışmış olacak ki, muharrem'in yazar arkadaşının adını karıştırmışım ve "cevat" yazmam gerekirken "faik" yazmışım. bu hatamı fark edip uyaran angels have the delorean'a bin şükran!
  • kesinlikle oslo 31. august'tan sonra izlenmemesi gereken film...ben bu filmi çok uzun zamandır arayıp bulamadığım için geçen gün izleme fırsatını yakaladım ama takdir edersiniz ki aynı yönetmenin iki filmi olan reprise 2006, oslo 31. august 2011 yapımı olduğu için ilk filmi ikincisinden sonra izlemek pek sarmadı...

    ama yine de şunu söyleyebilirim ki her ikisi de inanılmaz derecede güzel, etkileyici ve en önemlisi gerçekçi filmler...eğer norveç sineması hakkında bir fikir edinmek, norveç'e dair bir şeyler görmek istiyorsanız önce reprise'ı ardından da oslo 31. august'u mutlaka ama mutlaka izleyin derim ben...

    ardından norveç diye bir yer varken biz neden türkiye'de yaşıyoruz ki diye düşünmeye başlarsanız sorumlusu ben değilim baştan söyleyeyim...
  • yazmak ve dostluk üstüne fena olmayan bir film.
    bir de tabii ne güzel bu adamlar lambur lumbur kitap falan basıyorlar, yazmamaya karar veriyorlar vb. sürekli müzik, edebiyat ve geyik ekseninde yaşıyorlar diye iç çektiriyor...
    genç işi ve güzel diyebiliriz. altın lale alması ilginç geldi ama.. yaratı sürecindeki krizlere dair güzel anlatımından sanırım.
  • 2006 norveç yapımı, joachim trier yönetmenliğinde ki sanat, edebiyat, arkadaşlık ve ilham dediğimiz yaratım sürecini ufak bir ışık tutmaktadır. en vurucu noktalarından biride geçmişte yaşadığımız güzel şeylere dönüşün onları aynı şekilde tekrar yaşatmaya çalışmanın ne kadar abest sonuçlar doğurduğudur. yaşadığımız güzel şeyler "o"an bir değer vardır. ondan sonra sadece güzel anılar olabilir ve anılar asla tekrar yaratılmaz.
  • uzun zamandır suratımda eblek ve tatlı bir gülümsemeyle bir filmin sonuna varamadığımı bana farkettiren, norveçi hiç görmediğim halde bana hayaller kurduran, ne zaman bir gülen suratla karşılaşsam sanki o karakteri senelerdir tanıyormuşcasına bana iyi hissettiren bir film. senaryoyu filmin odağından çıkardığınızda - ki bu sinema için gayet ciddi bir risktir - geriye kalan samimi anlatı altın laleyi hakkediyor. kuzey ışıklarını, o kocaman parkları, nordikleri görmeden onlara bu kadar yakın hissettirdiği için bilmem umrunda olur mu yönetmeni ve filmin korsanını satan arkadaşı tebrik ediyorum.
  • --- spoiler ---
    -lars, phillip ile kari'nin tekrar paris'e gideceklerinden söz etti.
    -erik, phillip ona söylemiş gibi davrandı.
    filmin özeti bu iki replikte gizli gibi.erik hikayenin düşünen tarafı.yorulan tarafı.hayatta tek bir şeye odaklanmayan tarafı.dostluğa değer veren,ayakta tutan tarafı.derdi dert eden tarafı.ama en sonunda yine herkesi düşünüp kendini bulmaya karar veren tarafı.seni de sevdim phillip.ama şımarıktın,görmüyordun.akıllı olan erik'ti.
    --- spoiler ---

    hiçbir şey tekrar etmez.tekrar eden şey'ler mutluluk vermez.
  • filmde geçen kitapları türkçe'ye hangi yayınevileri çevirirdi diye düşündüm;

    yky: sten egil dahl
    jaguar: phillip reisnes
    metis: erik høiaas
  • genç ve yorgun; ıslanmış bir sayfanın dağılmış mürekkebini kurutuyor.
hesabın var mı? giriş yap