• provokasyon nedir ve nasıl yapılır konusuna dair, ilk gençlik yıllarımdan kalma anılarımdan birini yazayım.

    genç bir yoldaşımızın katledilmesinin üzerinden 40 gün geçmişti. ailesi, istanbul’un ücra semtlerinden birinde yer alan bir cemevinde 40 mevlüdü okutacaktı. arkadaşlarıma yaptığım “olum biz devrimci değil miyiz, ne işimiz var 40 mevlüdlerinde falan?” itirazlarım yanıtlanmaya değer bulunmamıştı. hatta işi pilav verilecek, onu yer döneriz, böylelikle bugün de tavuk yemekten kurtulmuş oluruz. noktasına taşıyanlar bile olmuştu. en kariyerlilerimizin öğrenci oldukları göz önünde bulundurulduğunda bu pilav muhabbeti, bizim için çok da değersiz bir husus değildi. çay simit kombosuna tek alternatifimiz o dönem hemen hemen her kasap dükkanında satılan çevirme piliçlerdi. esnafların henüz ölmediği, fakat can çekiştiği bir dönemdi ve işlek caddelerde şimdikine nazaran daha fazla kasap esnafları yer almaktaydı. ortamımızda kaç kişi olursa olsun, tek bir piliç satın alınır ve yanına da hepimizi doyuracak kadar ekmek alınırdı. bazen içimizden birileri beklenmedik bir cömertlikle poşetlerde satılan turşulardan ısmarlardı. turşunun karışık olması üzerinde konuşulmadan anlaşılmış bir husustu, çünkü karışık turşuda daha fazla turşu parçası yer alır. böylelikle şu veya bu şekilde herkes bir parça turşu yeme şansına nail olurdu.

    tabi ki, kavurma üstü pilav için sağlam bir dayak yemeye değer miydi? o güne kadar onca dayağı kuru kuruya yediğimiz göz önünde bulundurulacak olursa, bu sorunun ne denli saçma olduğu gün yüzüne çıkacaktır. kaldı ki, hepimiz dava adamıydık.

    toplasan, o zamanki devrimcilerin kitlesellik konusundaki bütün atmasyonlarını da eklesen, cemevinde 50 kişiyi geçmeyecek bir kalabalığa erişmiştik. cemevinin avlusuna ayağımızı basar basmaz, bizi orada büyük bir süpriz beklemekteydi; tahminimce 1000 kişilik bir jandarma ordusu… polis dayağına bağışıklık kazanmış bizler için jandarma gerçekten büyük bir sürprizdi. meğer orası jandarma bölgesiymiş.

    bilmeyenler için yazmamda fayda var, 90’lı yıllarda devrimci olmak, nerede olursanız olun ve kimse sizi uyarmadan, kortej düzenine geçmekti. eğer sizin kitle, megafonda tatlı sert bir vurgulamayla yapılan “yoldaşlar korteji bozmayalım” uyarısına çok fazla ihtiyaç duymuyorsa, örgütlülüğü becermişsinizdir demekti. bu terbiyeyi almış bizler, henüz selamlaşmadan kortej düzenine geçiverdik. kortejden sorumlu yoldaşın desibelinden bizden uzakta olduğunu fark ettiğimiz anlarda, sıralar arası geçiş yapıp öpüşerek, birbirimize hal hatır soruyorduk. megafonun sesi yakınlaşınca da, hemen eski yerimizi alıveriyorduk.

    devrimciliğin bir diğer olmazsa olmazı da, herkesten şüphelenecek kadar paranoyak olmaktı. dostunuz, yoldaşınız diye bildiğimiz insanların, günün birinde emniyetin vatan şubesinde bizimle yüzleştirilmelerini ve onların, bizim hakkınızda çoğu zaman aslı astarı bulunmayan iddialar öne sürmelerini yaşamamız her zaman olası bir durumdu. bu atmosferde paranoyak olmamak pek mümkün değildi zaten. yolda 100 metre boyunca birisi arkamızdan yürüyorsa, durakta birisi yanaşıp "saat kaç?" ya da “500 t buradan geçiyor mu?” diye soruyorsa, şüphe götürmez bir şekilde o kişinin canımıza ot tıkmak isteyen bir sivil polis olduğunu düşünürdük. işte bu paranokyaklığın sonucunda, bir yerde toplandıysak hemen etrafımızdaki insanları süzerdik. ilk defa gördüğümüz insanları arkadaşlarımıza sorar, onların kim olduğunu öğrenmeye çalışırdık.

    cemevinin 150 metre uzağında kümelenmiş askerlerin hareketliliği sürerken, herkes birbirini süzüyordu. ben gözüme 50 yaşlarında bir adamı kestirmiştim. onu daha önce hiçbir mitingte, basın açıklamasında falan görmemiş olmam, onun polis olduğu hakkında kanıya varmama yetmişti. ne var ki, herkes adama saygı gösterip, hal hatır soruyordu. güvendiğim arkadaşlara adamı işaret edip sorunca, onun başımıza gelecek olası gözaltına alınmada bize yardımcı olmak için gelmiş bir avukat ağabeyimiz olduğunu öğrenmiş oldum.

    etrafta tanımadık kimse yoktu, tabi elinde kamerayla muhabirlerin arasına sızmış bir sivil polisi saymazsak. profesyonel muhabirlerden çok ayrıksı bir görünümleri olduğundan, rahatlıkla tanıyabildiğimiz bu adamlar, her miting vb. gösterilerde, daha sonra bizleri deşifre etmek için çekim yapan polis kameramanlarıydılar. işkencehanelerde bize bir arkadaşımızın adını sorup bağlantıları öğrenmek isterlerdi. biz adı geçen kişiyi “hayattta” tanımadığımızı iddia edince o muhabirlerin çekmiş olduğu görüntüler ya da fotoğraflar kanıt olarak önümüze konulurdu. hayatta tanımadığımız adamlarla “omuzdan tutun beniii” eşliğinde halay çekerken yakalanırdık hep.

    askerlerin hareketliliği iyiden iyiye artınca, bizleri motive etmek isteyen kortej sorumlumuz, megafonu ağzına iyice dayayarak, bu ağır görevinden ötürü son üç yıldır kısık olan sesiyle slogan atmaya başladı: “….. yoldaş ölümsüzdür!” bu sloganı oldum olası sevmediğimden yanımdaki arkadaşa dönüp “henüz 21 yaşındaydı lan!” dedim. arkadaşım beni tersleyerek “o mücadelemizin ölümsüz neferleri arasına katıldı” dedi. “mümkünse ben, 60-70 yaşıma kadar ölümsüz olmak istemem valla” dedim. biz slogan atmada henüz ikinci tura başlamamıştık ki, sayıca bizden kat be kat üstün olan askerler bizden daha gür bir sesle slogan atmaya başladılar: “her türk asker doğar!”

    askerlere aldırış etmeden, deplasman takımı taraftarları çaresizliğinde sloganlar atmayı sürdürdük, ama askerlerin sesi o kadar çok çıkıyordu ki, kendi sesimizi bile zar zor duyabiliyorduk. bu çaresizliğimiz yiyeceğimiz dayağın kalitesini müjdeliyordu. komutan askerlerine cemevinin avlusuna girme emri verdiğinde, korktuğumuz anlaşılacak diye birbirimizle göz temasından kaçınır olmuştuk. tecrübeli arkadaşlarımız bizi sakinleştirmeye çalışıyorlardı. “asker it gibidir; kovalarsan kaçar, kaçarsan kovalar, bu yüzden kaçmayın sakın”. profesyonel dayak yiyicisi bir arkadaşım o hengamede bile komikliği elden bırakmıyordu. “ulan geri zekalı sana kaç kez dedim, böyle zamanlarda kumaş pantolon giyme; kot giy ki yiyeceğin darbelerden fazla etkilenme” kotun dayak izolasyonu sağlayacağına inanan arkadaşıma, bir metre kadar yakınımıza yaklaşmış askerlerin ellerindeki “haydar 6”yı işaret etmekle yetindim.

    haydar 6 dediğimiz jop ya da sopa; beceriksiz bir marangozun elinden çıkmış beyzbol sopasıdır. 70’li yıllarda, işkence konusunda kurumsallaşan kolluk kuvvetleri, kullandıkları işkence enstrumanlarını numaralandırıp, bir tamircinin lokma takımını düzenleyip rafa dizmesi titizliğinde sınıflandırırdı. 80’lerde namı cezaevlerinden yayılan haydar 6 en büyük boydu. arkadaşlarının 40 mevlüdüne, ailenin ricası üzerine katılmış ve yaş ortalaması 20’yi bulmayan bir avuç gence, askerin bakışını göstermesi açısından bu alet iyi bir örnek teşkil etmekteydi. belli ki, bazılarımızın oradan sağ çıkmaması arzulanmaktaydı.

    gezi’de, kobane eylemlerinde ve daha pek çok toplumsal olaylarda dillendirildiği gibi, devlet hiçbir zaman “halkına” gereksiz yere şiddet uygulamaz; o kamu güvenliğini sağlamak amacıyla, kendisine ya da banka şubelerine saldıran terörist grupları dağıtır, derbest eder vs.

    lakin dediğim gibi, şeye sürelecek aklımız olmasa da, tükürükle bizi boğabilecek ve başlarında bir binbaşının bulunduğu bir tabur askere saldıracak kadar aptal değildik. o hengame içerisinde daha önce etrafımızda çekim yaparak dolanan kameramanın, kamerasını bir kenara bırakıp, duvar dibine sinmiş bizlerin arasına sızmış olduğunu fark edememiştik. adam birden aramızdan sıyrılıp askerlere küfür ederek üzerlerine yürüdü. durumu idrak eden tecrübeli arkadaşlarımız ona mani olmak için peşinden koştular, işte o gruptakiler askerin önüne yem olan ilk arkadaşlarımızdılar. onlar adamın peşinden giderken etrafları askerlerce sarılmıştı. birkaç saniye sonra yere inip kalkıp jopların karartısından başka bir şey görünmüyordu.

    akşam haberlerde askere saldıran bir grup teröristi izliyorduk. annem telaşla bana dönerek “orada değildin inşallah?” diye sordu. o gün şans eseri yakalanmadığımdan, üstüne bir de yüzüme, gözüme darbe almadığımdan rahatlıkla inkar ettim. “hayattta tanımam onları!” kalkıp buzdolabından, ne işe yaradığını bilmediğim bir kremi gizlice aldım ve evin karanlık bir bölgesinde, kırık mı, değil mi kestiremediğim uzuvlarımı kremledim.
  • önedit: aralarından bazıları artık çıkmıyor ama vardı bunlar.

    paravokasyon,
    http://www.google.com/…q=paravokasyon&aq=f&oq=&aqi=

    parovokasyon,
    http://www.google.com/…q=parovokasyon&aq=f&oq=&aqi=

    piravakasyon,
    http://www.google.com/…q=piravakasyon&aq=f&oq=&aqi=

    pırovakasyon,
    http://www.google.com/…q=pırovakasyon&aq=f&oq=&aqi=

    pırovokasyon,
    http://www.google.com/…q=pırovokasyon&aq=f&oq=&aqi=

    porovokasyon,
    http://www.google.com/…q=porovokasyon&aq=f&oq=&aqi=

    porvokasyon,
    http://www.google.com/…rvokasyon&aq=f&oq=&aqi=g-sx1

    pravekasyon,
    http://www.google.com/…&q=pravekasyon&aq=f&oq=&aqi=

    pravokasyan,
    http://www.google.com/…&q=pravokasyan&aq=f&oq=&aqi=

    pravokosyon,
    http://www.google.com/…&q=pravokosyon&aq=f&oq=&aqi=

    prevekasyon,
    http://www.google.com/…&q=prevekasyon&aq=f&oq=&aqi=

    prevekosyon,
    http://www.google.com/…&q=prevekosyon&aq=f&oq=&aqi=

    provakayson,
    http://www.google.com/…&q=provakayson&aq=f&oq=&aqi=

    provekasyon,
    http://www.google.com/…rovekasyon&ie=utf-8&oe=utf-8

    provokasyan,
    http://www.google.com/…&q=provokasyan&aq=f&oq=&aqi=

    provokosyon,
    http://www.google.com/…&q=provokosyon&aq=f&oq=&aqi=

    pruvakasyon,
    http://www.google.com/…&q=pruvakasyon&aq=f&oq=&aqi=

    puravakasyon,
    http://www.google.com/…q=puravakasyon&aq=f&oq=&aqi=

    puravokasyon,
    http://www.google.com/…q=puravokasyon&aq=f&oq=&aqi=

    purovakasyon,
    http://www.google.com/…q=purovakasyon&aq=f&oq=&aqi=

    purovekasyon,
    http://www.google.com/…q=purovekasyon&aq=f&oq=&aqi=

    purovokasyon,
    http://www.google.com/…q=purovokasyon&aq=f&oq=&aqi=

    en iyisini en sona sakladım. işte cevab verebilenlerin tercihi:
    http://www.google.com/…&q=bravokasyon&aq=f&oq=&aqi=
  • bu millet bir şeylere ne zaman tepkisini gösterse muhatapları tarafından ilk açıklamada üstüne basa basa sarfedilir. biz gerizekalıyız, kendimiz düşünemiyoruz değil mi?
  • durkheim toplumsal yaşamın canlı tutulması için suçu önemli bir unsur olarak görür. bu düşüncesinin temeli suça karşı toplumun vereceği tepki ile toplumun biraradalığının artacak veya en azından korunacağı varsayımıdır. bu düşünceden bakıldığında provokasyonların da böyle bir işlevi olduğu görülür. komplocu bir bakışla 11 eylül, amerikan saldırganlığını şahlandırmak ve buna temel kazandırmak için oluşmul bir suçtur. ya da kanıtlı bakışla 6-7 eylül olayları sermayenin iktidarın "yabancı" olarak gördüğü insanlardan, "bizden" dedikleri insanların eline geçirilmesidir.
  • "gerizekalılar topluluğu" olduğunu kabul etmenin en güzel yolu.
  • bu hadisenin, olmayan gerçeklerin seri atış şeklinde sunulmuş olduğu versiyonunda ''hedef alınan kitlenin'', ''gerçek amacın ve asıl olanın aslında bilindiği'' faktörüne haiz olup da ekseriyetle sessiz kalması durumunda dahi; tahrik ve analiz olayının tamamıyle başarıya ulaşmış olduğu sanrısına düşüp de hedef kitleye muhalif ancak kaynağı gayet farkındalıklı kimselere ait provokasyonu sahiplenen düz muhalifler ortaya çıkabilir.

    dolayısıyla provokasyonu yaratan; direkt hedefi 12'den vurma başarısı gösteremese de, dolaylı yoldan, ''hedef vurulmuş işte!'' zihniyetindeki düz muhalifleri ağına düşürerek sapmış bir başarı sağlar.

    bir diğer trajikomik kısım ise, direkt hedef alınan kitle ekseriyetle sessiz kalmaya devam edecek ve provokasyon yaratıcısı da aslında ''asıl olanın ne olduğu'' gerçeğine haizken; kendi menfaatleri doğrultusunda ''sözde iktidar'' a ''yıkama, yağlama'' amacı da güden düz muhaliflerin, provokasyon yaratıcısının hedefi 12'den vurduğunu düşünerek mental mastürbasyon yapmasıdır.
  • türkiye'de, hangi cenahtan, hangi ideoloji ve inanıştan olursa olsun "siyaset" mesleğiyle uğraşanların ikinci işi..

    son günlerde ise her şeyi bir kenara bırakıp tüm mesailerini buna harcıyorlar..
    onursuzluk ve ilkesizlikten utanmıyorlar..

    bir ömür tü kaka ettiklerini, baş tacı eyleyenlerden korkun..

    lütfen unutmayın; akan ve akacak olan kan onların olmayacak..
    uyanık olun..

    (bkz: #40968509)
  • bir zamanlar ülkemizin ezbere bildiği ve fazlasıyla kullandığı bir kelimeydi. şimdilerde unutuldu sanıyorum. kürtlerin şuan da ciddi ciddi atatürk büstlerine saldırıp, okulları yakacak durumda olduğunu düşünenler var. dertler başka, durumlar farklı. polis diyarbakır da beş insanın canına kıydı yine, sizin kürt kininiz ve nefretiniz başımıza islami faşizmi getirecek. düşmanlık hislerinizden biraz uzaklaşın rica ediyorum.

    yok efendim neden kobane eylemcileri kobane'ye gitmiyormuş?

    kucaklarda laptop, ellerde iphone, masada ton balıklı tostunuz. siyasetin en kirli yüzü sosyal medyadaki sizler, bizler.

    ölüme sevinmek insani bir duygu değil. öldürmek hiç değil.

    edit: öldürlen insan sayısı on bir (11) olmuş. beş (5) ilde sokağa çıkma yasağı getirilmiş.
  • bunu yapan ile eylemden etkilenip provoke olan arasında çok ince bir çizgi vardır lakin ihale hep provoke edene kalır, provoke olan yırtar, kendini haklı gösterir. la! oğlum provoke olanın hiç mi suçu yok? provokasyona gelmemek insani bir erdem değil de nedir. tutmayın küçük enişteyi, bırakın kendi durmayı öğrensin.
  • provoke olup birilerinin canını yakanların meşhur savunmasıdır:
    "bu bir provokasyondur!".
    olay bir provokasyonsa her yaptıkları mazur görülmeliymiş.
    olma kardeşim provoke. omurilik soğanın yerine beynini kullan. bak sana beyinsiz demiyorum beynin var, kabul ediyorum. kullan onu.
    (bkz: faşizm ve eşeğin siki arasında benzerlikler)
hesabın var mı? giriş yap