• poor things feminist bir eser mi yoksa male gaze'den nasibini almış kostümlü porno mu tartışmalarından aldığım keyfi filmden almadım yemin ederim. bu yönüyle uzun yıllarca nice çalışmaya referans ve makaleye de atıf kaynağı olacağa benziyor.

    peki bu film feminist bir anlatı mıydı?

    kadın cinselliğinin ve arzularının toplumsal normlar, erkek şiddeti, eril manipülasyon ve ahlâkçı dini düsturdan azade kılındığında ne kadar özgürce şekillenebileceğinin, kadının kendini keşfetme ve kendine varabilme yolculuğunun ne kadar başarılı olacağının bence "güya" ve yüzeysel bir tasvirini yapıyorlar bize. ve yazar, senarist, yönetmen üçü de erkek oldukları için görmedikleri, hissetmedikleri, deneyimlemedikleri bazı detaylar da varolageldiği için kadın izleyici bu grotesk seks serüvenine temkinle bakabiliyor ancak. bella'nın daha az önce diz kırmadan, yürümeyi yeni öğrenmiş "toddler" pozisyonu ile paytak paytak ilerlerken iki saniye sonra avukatla cowgirl'den doggy'ye duvardan duvara seksleşme sahnesinden irkilmeyen insan kendini bir sorgulamalı her şeyden evvel. (rıza? kendi başına yeterince kaygan bir zeminken senarist ve yönetmen yerlere bir de sabun sürmüş resmen.) hatta el arttırıyorum, bu filmi erotik bulan, örneğin bu sahneler eşliğinde mastürbasyon yapacak erkek adedini bilebilsek bize sunulan materyalin serbestiyet mi yoksa beden mi pazarladığını net olarak anlardık. ben ikincisi diyorum. seks sahneleri neden yemek sahnesinden daha fazla örneğin, insan büyürken deneyimlediği baskın duygu orgazm mı? (alkol, yemek, uyuşturucu, adrenalin? hazlar neden çeşitlendirilmemiş ve biz yarım saat filan emma stone doggy, emma stone hard, emma stone hd bombardımanına maruz kalıyoruz?) bazıları lizbon sekanslarını ergenlik evresi zannetmiş mesela ama bella'nin yürüyüşü, konuşması bile bariz 6 yaş altını imlemekte hâlâ açık açık... beden/akıl eşitlenmesi henüz yaşanmamış burası gayet belirgin. elinde oyuncağı ile baloncuk çıkardığı "çocuk odasından" çıkarıldığı sahneyi pozisyonlarca becerildiği sahne takip ediyor. inanılmaz rahatsızlık verici ve rıza konusu burada bence bilerek ya da bilmeyerek aşırı flu bırakılmış. "bunda istismar gören gitsin bilmem ne yapsın" diye cahil cahil yükselmeyin yani boşu boşuna. bu sekanslarda istismarı net biçimde görmek/görmemek meselesi değil ama hiç olmazsa şüphe duymak ve karıncalanmak etik olarak en normal olanı. her neyse filmde esas kurulduğum yerler paris sekansları zaten lizbon değil. avukatın bella ile zenci kız arkadaşına "orospular!" diye bağırdığı bir sahne var, bella yapıştırıyor cevabı "kendi bedenimiz üretim aracımızdır" diye. o sahnede meh olmayacak bir feminist var mıdır emin değilim. pardon postmodern paradigmaya teslim olmamış, gerçeklerle bağını henüz koparmamış bir feminist diyecektim. hem sosyalist diskur ama aynı zamanda da liberal feminizmin dünyaya armağanı olan seks işçiliği güzellemesi. vallahi meh. kazandığı para ancak hayatta kalmasına yetecek bir para ama anlatıya inanırsak bu bir güçlenme evresi. göz belertiyorum burada. ortalama farkındalıktaki bir erkek genelev sahnelerinde ne görür, bella'nın memeleri, bella'nın vücudu, pozisyonlar, fantezi türleri, garip gurup adamların yarattığı tuhaf komedi, ıvır zıvır. ortalama farkındalıktaki kadın ise bir genelev sahnesinde ekranın bir köşesinden fırlayacak şiddet sahnesi bekler, çünkü seks işçiliği şiddet, baskı, tehdit, hakaret ve istismarla birlikte gelir. genelev sahnesine sapık müşteri örümcek gibi yerde sürünüyor diye gülemeyiz mesela. endişe takip eder çünkü sahneyi. bella bu "özgürleşme ve güçlenme" dönemini gözü dudağı patlamadan, cinsel organına yabancı cisim sokulmadan, hamile kalmadan, düşük yapmadan, cinsel yolla bulaşan hiçbir hastalığa yakalanmadan (doğrusu bir std geçirmediğini de bilmiyoruz) sarı, pembe, bebek mavisi kostümlerin içinde ışıldayarak atlatıyor değil mi? ne kadar bahtlı çocuk. ya da balık gözü lens ile değil erkek gözü lens ile çekildiğindendir kimbilir.

    bella'nın haz odaklı, empatiden, bağlılık duygusundan uzak kişiliği avukat duncan'ı adeta hadım ediyor değil mi? duncan giderek hiçleşiyor ve her seferinde daha fazla bağlanıyor bu kalpsize, halbuki başta "bana aşık olma küçüğüm" diye poz kesecek kadar kendine güvenen, womanizer bir pezevenktir. en sonunda egosu tuzla buz ediliyor. bella bu duygusuz, maceracı, atak ve gözyaşından tiksinen halleri ile bize birini anımsatıyor. birini? bir erkeği? ben bu karakter çiziminin özgür büyümüş kadın övgüsü olduğundan emin değilim. tatmin olmadım diyelim.

    peki güzel şeyler yok muydu, çok, bir sürü. bella'nın kapkara, upuzun, açık bırakılmış saçları ve devasa balon kolları ile verdiği "yola gelmez" izlenim, godwin'in geğirme baloncuğu, nihilist harry'nin insan doğasına dair isabetli yorumları, bella'nın biraz para vererek yoksulluğu yok etme inancı ve fakat daha kapıdaki adamlar tarafından kandırılması ve insan eliyle iyilik fikrinin, sınıf mücadelesinin bile "çocukça" bir hayal olması aslında, bella'nın etkileşimde bulunduğu kadınların hep akıllı ve yol gösterici olması, mark ruffalo'nun oyunculuğu (hayır emma stone'u beğenmedim, overacting yapmış bence çoğunlukla), viktorya döneminin alternatif steampunk yorumu ve yaratılan eşsiz evrenin estetik görselliği. "formidable!"

    sonuç olarak karmaşık, sinik, grotesk, ikonik, alışılmadık ve fakat söylemsel olarak postmodern liberal klişelerden yakasını kurtaramamış ilginç bir çalışma olarak yorumladım. yorumlamasam olmazdı zira.
  • --- spoiler ---

    orta doğu'da geçirilen 5 dakikadan sonra filmin gidişatı değişti.
    orta doğu bataklığı işte adamı böyle s...
    --- spoiler ---
  • bir letterboxd kullanıcısının tek cümle ile özetlediği film:

    “ barbie (2023) but for mentally ill people”
  • asla kanımın ısınmadığı, eserlerini az bilinen formüller üzerinden kurguladığına inandığım ve yaratıcılığına güvenmediğim yorgos lantimos'un beni en zorlayan filmi oldu.
    zorlanmamın nedeni sevmeye çalışmam. set tasarımına, kostümlere, oyunculuğa odaklanarak iyi bir film izlediğime inandırmaya çalıştım kendimi ama olmadı.

    --- spoiler ---

    bu aslında bir frankenstein değil bir freaky friday hikayesi. bir bebeğin beyni ölmüş annesinin cesedine naklediliyor. bu nedenle kahramanımız hayatını yetişkin bir bedene hapsolmuş bir şekilde yaşıyor. hem de ne yaşama. yani filmin sürrealliğine vermemiz gereken bir pedofili/engelli istismarı durumu söz konusu. bu kadın bedenine hapsolmuş çocuğu film boyunca farklı erkeklerle ve aklınıza gelebilecek her pozisyonda seks yaparken görüyoruz. kahramanımız seksin adını bile bilmeyecek kadar küçük. eğlenceli hoplama diyor ve film bu sahnelerde gülmemizi istiyor. basın gösteriminde bile herkes güldüğüne göre sorun bendedir.

    filmin fazlasıyla benzerlik gösterdiği bir diğer yapım da forrest gump. o filmde de yetişkin bedeninde ama çocuk akıllı bir kahramanın canının istediği her şeyi yapışını ve başına asla kötü bir şey gelmeyişini izlemiştik. o da sevdiklerini kaybediyordu ama kıçından vuruluşunu saymasak kılına bile zarar gelmiyordu. bu filmde de işler tam olarak böyle. seks yapmaktan geri kalan zamanlarında kahramanımız hiç bilmediği bir şehrin sokaklarında geziyor. beş kuruş para vermeden yiyip içiyor. sarhoş oluyor. kavgaya karışıyor. hatta geneleve düşüyor ve burada sayısız erkekle birlikte oluyor. başına asla kötü bir şey gelmiyor. hamile kalmıyor, hastalık kapmıyor, şiddete maruz kalmıyor, hatta regl bile olmuyor. parasını son kuruşuna kadar millete dağıttığı yol arkadaşı bile ona zarar vermiyor. başta biraz bağırıp çağırsa da iki dakika geçmeden ihtiras tramvayı'nın taklidi bir sahne ile ilan-ı aşk falan ediyor. tabii bu çakma luis buñuel ve yersen sürrealist lantimos abimizin bir fantezi filmi. o yüzden bu detaylara da takılmamak lazım.

    filmde erkek karakterlerin de en ufak bir derinliği yok. hepsi sadece tiplerden ibaret. çılgın bilim insanı, zampara, romantik vs hepsi yedi cüceler gibi tek bir karakter özelliğine sahipler. kahramanımızın karşısına onu entelektüel açıdan zorlayacak tek bir karmaşık erkek bile çıkmıyor. tanışma, koku testi, eğlenceli zıplama. yallah.

    özellikle dikkat etmedim ama film bence bechdel testiini geçemez. olsun, çok feminist film. valla bak. yönetmeninden oyuncusuna, eleştirmeninden, izleyicisine herkes öyle diyor. kadın bedenine sahip bir çocuk seks yapa yapa gelişip özgür bir kadın oluyor. ona hesapta sosyalizm öğreten fahişe sevgilisiyle babadan kalma malikanesinde martini yuvarlarken film bitiyor. ha bi de eski kocasını öldürüp onun bedenine bir keçi beyni takıyor. yani kocası dururken insan bedenine hapsolmuş bir keçiyi cezalandırıyor. harika bir fikir.
    --- spoiler ---

    neyse, valla çok güzel film. yani benden başka herkes öyle diyor. izleyin izletin oscarlara boğun. arada bu filmin başrolünde harika kostümler içinde emma stone gibi bir afet değil de sıradan giysiler içinde shelley duvall falan olsa filmi yine bu kadar sever miydim diye düşünmeyin sakın.
  • yorgos lanthimos'un postmodern yapıbozum filmi. yönetmen (ya da kitap, okumadığım için hangisi bilemeyeceğim) bilinen pek çok hikayeyi ters yüz ediyor. ilk taklayı ilk modern bilim kurguya, mary shelley'in frankenstein'ına attırıyor. romanda doktor frankenstein bir bilim adamı, yarattığı "şey" ise gören herkesi kendinden kaçıran çirkin bir canavardır. poor things'te ise dr. frankenstein -ya da filmdeki adıyla tanrı- bir ucubeyken yarattığı canavar, bella baxter, herkesi kendine çeken güzeller güzeli bir kadındır. ikinci yapıbozumu adem ve havva hikayesinde görüyoruz. bu sefer tanrı adem yerine havva'yı yaratır. orijinal hikayede insan işlediği bir cürüm yüzünden, istemeye istemeye cennetten kovulur. filmdeyse bella keşfetme arzusu ve kendi isteğiyle yeryüzüne iner, hem de havva'nın adem'i kandıracağı yerde mark rufallo'nun canlandırdığı duncan wedderburn girer kadının kanına. üstelik bella'nın tanrı'nın evini terk etme nedeni ilk günahı akıllara getirir. biliyorsunuz yasak elma düz bir meyve olarak yorumlanabildiği gibi insanın cinselliği keşfetmesinin alegorisi olarak da okunur. nitekim o vakte kadar giyinik olan adem ve havva elmadan ısırık alır almaz çıplak kalır. aynı şekilde bella'nın da tanrı'nın evinden ayrılmasına karar vereceği süreç, kendi cinselliğinin farkına varmasıyla başlar. sofrada, etrafta kimseler yokken mastürbasyon yaparak ilk cinsel deneyimini yaşar. mastürbasyon yaparken kullandığı meyveyi hatırlıyor musunuz? evet yanlış bilmediniz: elma. yeri gelmişken bu yapıbozumların nedenini de söyleyeyim. çünkü ilgili hikayeler daha çok erkeğin bakış açısına hizmet ediyor, hristiyanlık ve onun erkek-baba tanrısı bunun en önemli timsali. yönetmen üst anlatıyı tersine çevirerek feminist bir film inşa ediyor. tanrı'yı hadım yapması da cabası.

    ikinci yarıda bella'nın cinsel özgürlüğü üzerinden kendini gerçekleştirmesini izliyoruz. bu bölümde film feminist vitesini artırıyor. ilk olarak duygusal ve erkeğin peşinden koşturan kadın klişesini bir kenara bırakıyor, nasıl olsa birkaç güne terk ederim diye çıktığı yolda duncan wedderburn'ü bella'ya aşık ediyor. toplumsal kurallardan tiksindiğini belirten duncan'ın tiksindiği falan yok, yalnızca kadınlara daha kolay ulaşmakla ilgileniyor ki zaten ilk fırsatta da içinde bulunduğu kültürü bella'ya dayatmaktan geri kalmıyor. ardından bella fahişelik yapmaya başlıyor. hem sevdiği işi yapan hem de para kazanan bir kadın görüyoruz ki filme ilk eleştirim burada geliyor. "dünyanın en eski mesleği fahişeliktir," romantizmini bilirsiniz. seks işçileri hor görülmesin motivasyonuyla çıkmış bir şey sanırım ama gerçekle alakası yok. fahişelik borçtan çıkmıştır. tarım toplumunda, özellikle de para ekonomisine geçildikten sonra görülür çünkü para metaların takasını, haliyle borçlanmayı hızlandırır. cinsel açıdan aktif, özgür kadın imajı için tapınak fahişeliğinin, imparatoriçe theodora veya messalina'nın öne çıkarılmasını anlıyorum ama bunlar son derece kısıtlı örnekler. aslında fahişeliğin orijini iki erkek arasında yapılan bir anlaşmadır; erkek karısı, kardeşi veya kızı yoluyla öder borcunu. görüldüğü üzere kadından ziyade erkekle ilgili bir şeydir. böylesi backgroundu olan bir mesleği kadın cinselliğinin nirvanası, dolayısıyla özgürlüğünün zirvesiymiş gibi sunmak açıkçası beni pek yakalayamıyor. bella'nın müşterilerini kendisinin seçmeye kalkması veya "e iyi ya işte, yönetmen adem ve havva hikayesi gibi burada da fahişelik anlatısının yapısını bozuyor" karşı eleştirilerini anlayabilirim ama ı-ıh, tatmin edici değil. bu aşamada samimiyet arıyorum ve lanthimos'un fuhuşun sosyo-ekonomik tarihine getirdiği eleştiriden ziyade "fahişe eşittir güçlü kadın" inanışının büyüsüne kapıldığını tahmin ediyorum.

    sonlara doğru, dünyayı görmüş ve entelektüel anlamda kendini zenginleştirmiş bella, tanrı'yı özleyip pişmanlıkla tövbe eden ve ancak öldükten sonra cennete geri dönebilen adem ile havva'nın aksine, ölüm döşeğindeki tanrı'ya acıdığı için geri dönüyor. bu sefer özür dileyen taraf değişiyor, tanrı bella'ya gerçekleri açıklıyor ve bir nevi onu yarattığı için af diliyor. öfke ve merhamet arasında gidip gelen bella'ya ikinci duygu ağır basıyor ve yaratıcısını affediyor. ardından bella çok önceleri, henüz evden ayrılmadığı sırada nişanlandığı max mccandles ile buluşuyor, fahişelik de dahil olmak üzere o güne kadar neler yaptığını anlatıyor ve kendisini hala sevip sevmediğini sorguluyor. filmin sonunda evdeki hizmetçi kadın yerine, hizmetçi kadın da dahil herkese şarap servis ederken göreceğimiz bu kuçu kuçu erkek tabii ki hala aşık olduğunu söylüyor. hatta onu yargılamak ne kelime, yalnızca bugüne kadar bella'yla sevişmiş erkekleri kıskandığını açıklıyor ve ekliyor: "sonuçta senin bedenin senin kararın". bu cümleyi duyunca ister istemez "lanthimos bunu niye yapıyorsun?" sorusu belirdi kafamda. başından beri belirli bir kalitede ilerleyen feminist anlatıyı kurmuşsun, güzel güzel ilerliyor ama "göster, anlatma" temel kuralını yerle bir ediyorsun. ne olduğunu görüyoruz, ne yaptığını anlıyoruz zaten, bir de gidip bir karakterin ağzından kör göze parmak böyle bir repliğe ne diye ihtiyaç duyuyorsun? tembellik mi desem yoksa seyircinin aklına "şimdi siz geri zekalısınız, anlamazsınız falan ben eşeğimi sağlam kazığa bağlayayım." minvalinde bir hakaret mi bilemiyorum. her neyse, bella'nın bu karakteri kendine hizmetçi yapması bir yana, film boyunca onlarca adamla yatmasına rağmen bununla yatmaması da ayrı bir ironi. ona kul köle olacak erkek bir kadının fantezilerinde ne kadar hoş olsa da gerçekte libido-killer olduğuna dikkat çekiyor.

    son olarak bella ve nişanlısı max mccandles'in nikahında en beğendiğim karakter, bella'nın eski hayatındaki kocası christopher abbott giriyor filme. kimine göre erkek olmanın özü kimine göreyse absürt trajedisi iyi yakalanmış bu karakterde. christopher abbott bir asker, savaş meydanlarında milletin karnını nasıl deştiğini anlatmaktan zevk alıyor ve fethetme arzusuyla yanıp tutuşuyor. biz erkekler ne kadar medenileşirsek medenileşelim, ne kadar bastırırsak bastıralım derinlerde bir yerde fethetme isteğini taşıyoruz. bazen bir toprağı, bazen parayı ve bazense bir kadını... bu tam olarak sahip olma arzusuyla aynı şey değil. bir kalenin en tepesindeki burca tırmanmak veya güzel bir kadının kalbine girebilmek gibi. yapabilmek, edebilmek, mümkün kılabilmek... masabaşında çalışmak bir yere kadar zapt edebiliyor erkeği ama içinde, kadınlar her ne kadar aksini iddia etse de arada bir bokunu çıkarmadan ortaya çıkmasından zevk aldıkları, orangutanımsı bir yan var. biyolojisinin ayrılmaz parçası testosteron rekabet ve risk pompalıyor erkeğe. iş dünyasındaki açgözlülerin, her ne pahasına olursa olsun yukarı tırmanmaya çalışanların, futboldan boksa rekabete dayalı sporların özünde bu arzu yatıyor. kısacası oyun oynamak istiyor erkek, daha çok da hemcinsleriyle. işte abbott da eski karısını fethetmeyi aklına koymuş, bu saplantıyla onu eve hapsedecek kadar ileri gitmeyi, hatta öldürmeyi göze almış rahatsızın teki. kadına bakışı orta çağ rahiplerinin ve victorian dönem toplumunun aynası: kadın annedir, anne olamıyorsa kadın kalmasına gerek yoktur. o yüzden silah zoruyla bella'nın klitorisini aldırmaya çalışıyor, onu kadınlıkla eşleştirdiği zayıflık ve nevrozlardan kurtarmak istiyor. fakat bella'nın cevabı belli, "ölürüm de kabul etmem". çünkü bella için kadın olmak kimliğinin ve varoluşunun cevheri, benliğinin vazgeçilmez en nadide parçası. vurulduğunda bir kez, kadınlığına noksanlık gelirse hayatına devam edeceği her gün öleceğini biliyor. bu nedenle kolları sıvıyor ve eski kocası abbott'ı, yani erkeği kendi oyununda yeniyor. bu "kahraman askeri" kendi silahıyla, üstelik böbürlenerek anlattığı kafa patlatmalar ve karın deşmeler yoluyla değil, ayağına gelen tek kurşunla dize getirerek iki sefer aşağılamış oluyor. en sonunda abbott'ı hayatta tutarak beyin ameliyatına alıyor ve bir koyuna çeviriyor. bu da klitorisini almaya çalışan erkeğe uyguladığı kastrasyon aslında. tüm o fatihlik arzusunu, içine nüfuz eden hükmetme isteğini cinsiyetiyle birlikte iğdiş edip bir kenara fırlatıyor ve böylece anlatı tamamlanıyor. ilk hayatında hamile kalmayı istemeyen bella, erkeğe boyun eğmeyip seçim yaparak intihar ediyordu. ikinci hayatındaysa sırasıyla onu avuçlarında tutmaya çalışan tanrı, duncan ve eski kocası abbott'ı aşarak yaşamak istediği hayatı kendisi seçiyor, diğer bir ifadeyle kendini gerçekleştiriyor.
  • --- spoiler ---

    ekşi sözlükteki meriçlerin, mohammed salah olarak vücut bulmuş hali filmde mevcut ahahahah
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    bella gemide 2 kişiyle tanışıp arkadaş oluyor. kadın, erkek için o kinik diyor.
    (bkz: kinizm) (bkz: diyojen)

    bella onlarla zaman geçirip fikirlerinden etkileniyor. kitap okurken sevgilisi geliyor. bir şeyler anlatıp şikayet ediyor. bella da aynı diyojen gibi karşılık veriyor: "gölge yapıyorsun"

    --- spoiler ---
  • filmin özeti ahan da bu yiğit özgür karikatürüdür.
  • ve işte, 150 dakika yerine 120 dakika olsa harika olabilecek bir film daha. o ekstra 30 dakika ille de olacak, her film illa ki 2.5 saati bulacak, öteki türlü büyük film olmuyor çünkü. yani çok konuşuluyor biliyorum ama benim için neredeyse sinema zevkini öldüren bir şey artık bu süre uzunluğu. filmi sevdim, ama o fazladan 30 dakikaya (bkz: fazla uzatılmış, birbirini tekrar eden seks sahneleri) emma stone ikinci oscar'ını alsın diye bayılacak değilim. 2010 sonrası çekilmiş hiçbir filmi izlemek içimden gelmiyor artık, hoff şimdi kim takribi 2.5 ila 4 saat boyunca hayatın acı tatlı yanlarıyla yüzleşecek diyorum. her film hayatla ilgili büyük büyük laflar ediyor. neyse, bundan sonrası belki bazıları için spoiler sayılabilir.

    gönlümde the lobster'ın yeri bir başka olsa da dediğim gibi filmi genel olarak sevdim, süre dışında filmle ilgili diğer problemim de seks sahnelerinin uzunluğu ve gereksizliği (bakınız yine süreye geliyor konu) ve hayrettir ki sıkıcılığı oldu. hani yani bir film bu kadar fazla seks içerip nasıl bu kadar erotizmden uzak olabilir, gerçekten ilginç bir kombinasyon. aslında böyle olmasının amacını anlıyorum, karakterimiz bella seksi hayatı anlamak için bir araç olarak kullanıyor, dolayısıyla bu seks sahneleri de izleyici için bir erotizme değil karakterin gelişimine hizmet ediyor. ama peki soruyorum, kadın karakterin esas gelişimi ille de sekse mi dayalı olmak zorunda be kardeşim. filmde sıfır romantizm ve sıfır aşk var, nedense bunlar öğrenme aracı olmaya layık değil, ama feminist mesajlar en çok seks üzerinden veriliyor. neyse, temel sıkıntım buydu benim. seksle birlikte azıcık romantizm de olsaydı, ya da tamam hadi olmasaydı, ama hiç değilse bu kuru sahnelerin dozu azaltılsaydı benim için tadından yenmeyecekti. ama tabii filmi ben çekmediğim için emma stone'a yeni ödüllerin hayırlı olsun canım demekle yetinip huzurlarınızdan çekiliyorum.
  • film güzel. çığır açan ve unutulmaz demek ise bence biraz iddialı.
    filmde etkisi görülen gothic noir içindeki unheimlich dedikleri rahatsız edicilik her zaman çok etkilidir - kullanılan lenslerle absürt oranlarda gösterilen mekanlar, yetişkin bedeninde çocuk gibi hareket eden bella, kulak memesini ısıran dövmeli kadın, yapay zeka üretimi garip hayvanlar, ...
    bella'nın doğuşu bana e.t.a hoffmann'ın der sandmann'inden esinlenmiş şunu andırdı.link
    unheimlich zaten apayrı ve etkisi psikolojik olarak da derin bir alan. en güçlü özelliği de güzel kullanıldığında insanda ilkel bir korkuyu uyarıyor. rahatsız olsanız da bakmaktan kendinizi alıkoyamıyorsunuz.

    hikayesine gelince, feminist mesajları ötesinde film yapay zeka üzerine de felsefi sorular uyandırıyordu. salt beyin ve bedenden ibaret bir varlık insan mıdır? duygudan yoksun bella bir insan mıydı? onda olmayan ve bizde olan tam olarak nedir?
    bir deney ortamında oluşmuş bella'nın toplumla, etik değerlerle, ahlakla, erkekle ve sanatla buluşması, onun tepkileriyle tüm bunlara dışarıdan bir bakış getiriyor. bir zamanlar öldürmekten veya bebek tokatlamaktan tereddüt etmeyen bella, adaletsizlikler için ağlayan bir yaratığa dönüşüyor. o zaman insan saf halinde bu duygulardan yoksundur diyebilir miyiz? insanlara duyduğumuz şefkat öğrenilen bir şey midir?
    bu sorular güzel.
    tabii ki herkese hitap eden sorular olmadığından çok derinleştirmeden ilerlemiş film. diyaloglar kısa, zorlayıcı değil. görsellik hep ön planda. eh bu kadar masrafa girdikten sonra daha çok insana ulaşmak istenmesi de şaşırtıcı değil. özellikle, kırılgan maskülenliğin tokatlandığı her sahne, salonda tepki aldı. kadın erkek herkesin pek hoşuna giden bu sahnelerdense filmdeki 3 baba figürü benim daha çok ilgimi çekti.
    1.bella'nın babası, the god (dr.godwin baxter)
    2. görmediğimiz ama the god'ın hep anlattığı kendi babası
    3. bella'nın babası.
    bu tesliste bella'nın babası dinin, the god'ın babası saf materyalizmin dili gibiydi. din kadını sadece çocuk doğurmak için bir araç, cinsellikten aldığı zevki kurtulması gereken bir histeri olarak görürken, saf materyalizmin ürünü the god ise adeta materyalizmle insanın dönüşeceği ucubenin vücut bulmuş haliydi. bu gözle bakınca alasdair gray'in kitabının da romantizme eğilimlerini kestirmek pek güç değil.

    sonuç olarak, varoluşumuzun o tatlı alışkanlığından sıyrılıp kendimize aç bir merak geliştirdiğimizde ne göreceğimiz üzerine güzel bir film olmuş. filmin biraz daha kısaltılabileceğine ben de katılıyorum. hoş yazdığı yazıyı bile bu çok uzun oldu kısaltayım dediğinde beceremeyen bir insan olarak, lanthimos'a söz söylemek kesinlikle bana düşmez.
hesabın var mı? giriş yap