• bir insanı roman yazmaya iten şey nedir sorusuna oldukça doyurucu yanıtlar bulduğum bir film oldu nocturnal animals. yazma sürecinin konu edildiği barton fink'in, shining'in, stranger than fiction'ın yanına ekleyebileceğim kadar etkileyiciydi.

    (bkz: spoiler)
    etkilenmek demişken, filmin tüm öyküsü bu sözcük üzerinde şekilleniyor gibi. bir romanı çarpıcı kılan şey öyküdeki olay örgüsünün okurun zihninde görselleşebilmesidir. roman canlılığını buna borçludur: yazılı sözcükler görselleşme sayesinde tek boyutluluğundan çıkarak çarpıcı sahnelere dönüşür. sürükleyici sıfatıyla nitelediğimiz tüm romanlar için önkoşul gibidir görselleşme ve üstelik yazar açısından da anlattığı hikayeye temel teşkil eden şeydir kafasındaki sahneler. sözcüklere dökebilmek için hayal gücü gerekir ve hayal gücü görselliğe dayalıdır.

    kendi hayal gücünden umudunu kestiği yetmezmiş gibi bir zamanlar kocası olan yazar adayı edward sheffield'ın hayal gücüne de inanmayan, onu romantik bulan, sanatıysa bir iş olarak gören susan morrow ne "profesyonel" sanat yaşamından ne de eski kocasıyla hiçbir ortak noktası olmayan işadamı kocasıyla sürdürdüğü evlilikten tat alamayan bir kadın. lüks içinde yaşayan depresif kadınlardan biri işte. uykusuzluk çekiyor. muhtemelen yanlış seçimlerinin kendisine hissettirdiği suçluluklar yüzünden kafasını yastığa koymayı başaramıyor. muhtemel suçluluk kaynaklarının birincil olanınıysa annesiyle ilişkisine bağlıyorum: annesinin katı yargılarına boyun eğe eğe sonunda "benzemek istemediğim yegane kişi" diye adlandırdığı annesine varıyor. anne sözü dinlemek her zaman rahatlatıcı değildir, yaşamını annesinin gözetici bakışlarına karşı savunmayı öğrenmelidir insan. susan'ın yapamadığı şey bu. annesinden kopmayı başaramadığı için filmin başındaki çıplak obez kadınlar gibi hissediyor kendini: annesi doldurmuş içini, içi şişmiş.

    can sıkıntısı ve uykusuzluklar içinde olduğu o sıradan günlerden birinde yaşamına renk katacak bir hediyeyle karşılaşır: yaratıcılığına inanmadığı, romantik bulduğu eski kocasının romanıyla. romantik bir adamdan beklenmeyecek ölçüde sert bir öyküdür filmdeki. susan çarpılır, kitabı elinden bırakamaz, okudukça şok olur, hayranlık duyguları ayyuka çıkar, hatta o kadar etkilenir ki yazarı merak eder, yani eski kocasını. annesinin üzerindeki etkileyici gücü yüzünden bir zamanlar "zayıf" bulduğu ve daha güçlü bir adam uğruna terkettiği kırılgan edward kendisinden hiç beklenmeyecek sertlikte bir roman yazmıştır.

    bir insanı roman yazmaya iten şey maddi yaşamdaki hayalkırıklıkları olabilir pekala. en azından "nocturnal animals"daki yazarın yaratıcılığını körükleyen şey buydu. hayal gücünün ortaya çıkması için hayalkırıklığı olmazsa olmazdır. annesinden kurtulamayan susan'ın birşey yaratamıyor oluşuna da şaşırmamak gerekir: hayalkırıklığına uğrama korkusu yüzünden annesinin hayallerinin aracısına dönüşen birinin öznel bir eser yaratabilmesi nasıl mümkün olsun ki?

    edward hayalkırıklığına uğrar. yumuşak, kırılgan, zayıf olmakla itham edilir sevdiği kadın tarafından. tüm bu kırıcı sözcükler olmasa ve eşi tarafından terkedilmeseydi asla yaratamayacaktı belki de. yaratmak için kopuş ve ayrılık acıları gerekir. sanat eseri yaşamla bir uzlaşma biçimidir sanatçı açısından. hayalkırıklıklarının telafisini mümkün kılacak yatıştırıcıdır.

    "nocturnal animals" incelikli bir intikam filmi bence. kadının çalıştığı müzedeki bir duvara asılı halde duran tablonun üzerindeki "revenge" sözcüğünün öneminin açığa çıkması için filmin son sahnesine kadar beklememiz lazım. edward'ın eski eşine yolladığı bir intikam hediyesinin içeriğidir filmde seyrettiğimiz. yazarın tek derdi eseriyle etkilemektir ve edward özelinde konuşacak olursam susan'ı etkilemektir. bir zamanlar kendisini en fazla yaralayan hamle susan'dan gelmişti ve aradan geçen hazırlık yıllarının sonrasında bu defa hamle sırası adama geçti. sanatçı olamasa bile bir okur olarak fena olmayan susan'ı romanıyla baştan çıkarır ve geçmişin bir rövanşını alır. sanatçılar kişilik olarak son derece egoist yaratıklardır.

    edward'ın benliğinde travma yaratan "zayıflık" sözcüğüyle başa çıkma mücadelesidir film. tony adında bir karakter yaratır ve onu en başa çıkılamaz deneyimin içine atıverir. bu hayali karaktere acı çektirir, yalnızlaştırır, erkekliğini sorgulatır, ağlatır, çıplaklaştırır, çaresizleştirir, ölümle yüzleştirir ve devamındaysa mücadele etmeyi, intikamı, cezalandırmayı, sert olmayı, aramayı, işbirliği yapmayı ve öldürmeyi, erkek olmayı öğretir. tony hastings'in içinden geçtiği deneyimi tüm ayrıntılarıyla kurgular ve oldukça şiddetli bir roman üretir edward. hiç de romantik değildir. hayalgücü sayesinde kırılganlığını dönüştürmenin bir yolunu bulmuştur.

    (bkz: spoiler)

    hayat ve sanat arasındaki kesişimler, yaratmanın koşulu ve amacı, yaratma süreci, kayıp deneyimiyle baş etmenin yolları, yaratıcıların egoizmi, okurun hayranlığı, intikam gibi konu başlıklarını düşünmek için iyi bir örnek bence bu film.

    bu arada konu erkeklik olduğunda izlemesi en keyifli adamlardan biri oluyor jake gyllenhaal. onun yanına da michael fassbender'ı ve joaquin phoenix'i yazarım.
  • spoilerrrrrrrrrrrrrr

    filmin kilit sahnelerinden biri susan'ın ona gelen paketi açmaya girişimi sırasında elini ''kağıtla'' kesmesi. oldukça basit ama etkili bir sahne anlam ve çağrışım bakımından. sevgili badim fuckleberry linn'in imlediği üzre sözde güçlü olduğuna inanan ve film boyunca güçlü- zayıf karşıtlığı üzerinden mukayese halinde olan susan, edward'dan gelen paketi açarken kağıtla elini kesiyor. yani kitapla. sevdiği adamın tutkularına omuz vermeyen, annesinin manipülatif telkinleriyle sevdiği adamın zayıflığına ikna olan, yaratmak yerine yıkmayı, eleştirinin o yıkıcı oklarını sözde sevdiği adamın kalbine saplamayı marifet sayan acımasızlığıyla kendini güçlü ve yenilmez kılan susan kağıtla kesiyor kendini. ve devamında paketi açmak için yardımcısını çağırıyor. her açıdan harika bir sahne. ve sahnenin anlamını daha iyi kavramamı sağlayan fuckleberry linn'de teşekkürler. bu sahnenin anlamı filmin sonuna gelindiğinde daha da netleşiyor.

    başa dönecek olursak; güçlü- zayıf karşıtlığı filmin çatışma elementini ateşleyen yegane şey. maddi, manevi bir güç bu. her açıdan karakteri üstün ve elegant kılmaya yönelik snobluğa da işaret eden bir güç merkezi.

    sanatçı- eleştirmen karşıtlığı filmin başka bir düzlemi ve bu düzlem aynı zamanda kadın- erkek ilişkisine ya da özelden genele kadın-erkek ya da tüm ikili ilişkilere işaret ediyor. bu noktadan hareketle iki zamansal ve mekansal düzlem kuruyor yönetmen ford. şimdiki zamanı es geçiyorum. şimdiki zaman birleştirici unsur, motif olarak bağ görevi görüyor. filmin geçmiş ve alternatif gerçeklik (yani roman gerçekliği) üzerinden kurduğu zamansal anlatı aynı zamanda iki mekansal tercihi de getiriyor beraberinde. geçmiş ve şimdiki zamanda gördüğümüz tüm mekanlar güvenlik, gösteriş, sterilizasyon, görkem, yabancılaşma, yalnızlık, soyutlama gibi kavramlara net bir şekilde işaret ediyor. renkler, objeler, ışıklar, planlar vs. güç isteminin yarattığı sahip olma duygusunu karşılığı olara şehrin renkli ışıklarını hakim tepelerden seyreden bir tür tanrısal, sanrısal yalnızlaşma.

    beri yandan roman gerçekliği mekan olarak hayata, kırsala, çöle, vahşete, otobanlara, patikalara, dikenli tellere karavanlara, terk edilmiş kulübelere dokunan mekansal düzlemler tercih ediyor. bir tarafta burjuva konformizminin buhranlı yalnızlığı, sakinleştiricilerle baskılanan kaygı güdüsü. diğer tarafta sıradan hayatların yüzlemek zorunda olduğu vahşet, sefalet, acı, fiziksel, ruhsal şiddet, ölüm, maddi kaygılar, sınıfsal çelişkiler ve adalet pratiği.

    ford iki zamansal, mekansal düzlemle aynı zamanda bu sınıfsal farklılıklardan doğan yaşama kehanetinin içinde barındırdığı haşin gerçekleri de gözler önüne seriyor ustaca. kimin derdi daha hayati, kimin hayatı daha gerçek, kimin sevgisi daha güçlü, kim daha güçlü ya zayıf?

    edward, susan'a gönderdiği romanla bir tür yüzleşme sağlama derdinde. intikam değil. intikam duygusuna katılmıyorum. edward bir yazar olarak sıradan bir insanın görüp, okuduğu şeyleri daha detaylıca görüp, anlamlandırabilecek biri. susan'ın ona yönelik zayıflık okumasının her zaman farkında olan edward'ın amacı susan'a zayıf olmadığını göstermek, bunu kanıtlamak değil bana göre. edward'ın yapmak istediği şey aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeğini susan'a göstermek. susan'ın anne manipülasyonu ve elbet sınıfsal farkındalıkla edward'da bir tür yansıtmaya dönüştürdüğü zayıflık vurgusu aslında kendine dönük bir bastırma. güçlü olmadığını biliyor susan. yine sevgili fuckleberry linn'in söylediği gibi ''geleceğe yatırım yapmayı güçlü olmak zanneden'' susan aslında annesinin ve dahil olduğu sınıfın sağladığı olanakların kuklası. ve zayıf bir karakter. hatta bu yüzden sanatçı olmak yerine eleştirmen olmayı seçiyor. yaratacak cesareti yok çünkü eleştiriye, gerçekle yüzleşmeye cesareti yok. ama eleştirmen olarak aynı zamanda sınıfsal ayrıcalığın ona sağladığı üstünlük duygusuyla acımasız olmayı bir tür görev bilinciyle kabul ediyor. ona ve dahil olduğu sınıfın ahlak anlayışına göre acımasızlık gerçekçilikle eşdeğer. ama bir tür sınıfsal konforla oluşturulmuş bu ahlaki yargı bile aslında susan'a ait değil. zayıf karakterini ve ruhunu tahakkümünü mümkün kılabileceği edward üzerinden onarmaya koyuluyor. kendini onarırken, güç istemini karşılarken edward'ı yıkmaktan, kırmaktan, parçalamaktan çekinmiyor. çektiğini düşündüğü acı bile yönlendirilmiş bir acı.

    işte edward bir yazar olarak tüm bunların farkında. ona giydirilen romantik, duygusal yaftasının zayıflıkla ilişkilendirilmesi onu incitsede bu kadar kesin ve keskin bir yargının doğru olamayacağını göstermek istiyor romanıyla susan'a. ona ithaf ettiği, ona taktığı lakabla isimleştirdiği romanı elbet ilişkilerinin metaforu. anlatılan hikaye, yaşanan değişim dönüşüm geçmişe dönük yaşananların sağlaması.

    edward'ın amacı susan'ı dahil olduğu zamansal, mekansal tercihlerden, gerçeklerden soyutlayarak başka bir zamansal, mekansal düzlemde gerçeklerle yüzleşmesini sağlamak. roman da bunun anahtarı. susan'ın dahil olduğu yaşamın standartlarını bilen edward, hayatı, yaşamayı, dünyayı gerçek anlamda tanımayan susan'ı sarsarak kendine gelmesini sağlamak istiyor. burada yonetmen ford biraz seyircinin algısıyla da oynuyor. sanat galerisinde susan'ın karşısına çıkan ve devasa puntolarla ''revenge'' yazan tablo bunun en güzel kanıtı. zira yönetmen orada seyircinin ve susan'ın önüne bu tabloyu atarak hem susan'ın hem izleyicinin algısıyla oynuyor. aslında susan'ın kendisinden intikam alındığı duygusuna kapılmasını sağlamak için kurgulanmış bir sahne bu. bizler de izleyici olarak susan'ın bu duygusuyla empati kuruyoruz aslında. ve ford zekice bir hamleyle aslında susan'ın -ve aslında seyiricinin, ya da insanın- ne kadar kolay manipüle edilebilecek bir karakter olduğunu da gösteriyor o sahneyle.

    geçmişin azabıyla boğuşan susan, yine karakterine yerleşmiş güçlü kadın imgesiyle ve elbet kendi gücünü duyumsamak için edward'ın ondan intikam almaya çalıştığını düşünüyor aslında. yani burada susan yine gerçeklerle yüzlemek yerine, gücüne duyduğu inançla kendisinden intikam alınmaya çalışılan bir otorite figürü edasıyla gerçeklerden kaçınıyor. ve bu duygu seyirciye de bu şekilde geçiyor. susan dahil olmak üzere izleyiciyi bir tür intikam duygusu peşine düşürerek anlama, anlamın işaret ettiği göstergelere ilişkin şeylerin ne kadar kaygan, muğlak ve subjektif olduğuna işaret ediyor bana kalırsa ford.

    edward'ı roman gerçekliği, romanda yaşanan her şey susan'la yaşadıkları şeylerin izdüşümü bunu biliyoruz. tecavüze uğrayan, öldürülen eş ve kız çocuğu, susan'ın edward'ı terk edişini ve elbet kürtajla aldırılan çocuğu temsil ediyor. bu noktada romanda korkak bir karakter gibi görünen tony bir değişim yaşıyor. özellikle iki kötü adam patikada onu aramaya koyulup çağırdıklarında ,saklandığı yerden çıkmayıp, karısını ve kızını kurtarmak için hamle yapmaması karakterin seçimlerine ve yaşayacağı dönüşüme ilişkin bir metafor. metafor olarak işaret edilen şey ise edwar'dan susan tarafından terk edildiğinde susan'ı durdurmak için elinden geleni yapmadığına ilişkin bir özeleştiri belki de. sanırım edward'ın geçmişle ilgili kendine yönelik eleştirisi bu.

    nihayetinde büyük bir travma sonrası adaleti sağlamak adına dönüşü olmayan bir eyleme girişiyor tony. ve aslında intikamını, işe yaramayan intikamını aldığı roman gerçekliği içersinde bunun bedelini de canıyla ödüyor. işte roman düzlemindeki bu gerçeklik, gerçek yaşama dönük susan- edward ilişkisinin de nihai sonucunu belirliyor. ve intikamın işe yarayan bir şey olmadığını, amacının intikam olmadığını bir kez daha imliyor edward.

    edward'ın mesajı çok açık aslında. ilişkilerinin çoktan bittiğini ama susan'ın gerçeklerle yüzleşmesi gerektiğini söylüyor edward. aslında filmin tek zayıf karakteri olan susan'ın içinde yaşadığı cam fanustan, akvaryumdan kurtulmasını istiyor edward. başkalarının kontrolünde, yalandan bir güç halesiyle sarıp sarmalanmış duygusuz, mutsuz, gerçekten, temastan, yakınlıktan, duygulardan, açıklıktan uzak yapmacık gerçekliğin tuz buz olması için savuruyor çekicini o fanusa edward. o yüzden roman gerçekliği içinde böyle sert, sahici, yıkıcı bir hikaye anlatıyor. ve intikamını romanda aldığını, intikam duygusunun para etmediğini, kendi gerçekleriyle yüzleştiğini, hayatına devam ettiğini muştluyor ironik bir tercihle susan'a.

    ve susan son sahnede yeşil elbisesini giyip, göğsünün önünde birleşen düğümü, boğumu zarafetle mühürlerken yüzleşmek için değil, hala edward için bir anlam ifade ediyor olabilmek için bakıyor aynaya. ve belki de kıramadığı camdan fanusun içinde koyulduğu bekleyiş nihayetinde kırıyor o sahte direncini.

    yılın açık ara en iyi filmlerinden. tom ford'un yönetmenliği, yazarlığı daim olsun.
  • uzun zamandır bu kadar enfes bir şey izlememiştim. insan ilişkileri için seçim kriteri olacak bir film çekmiş adam, "vakit kaybı" diyenle vakit kaybetmeyin diye.

    --- spoiler ---

    detaylıca incelenmiş, ben de çok yazma havamda değilim ama şunu düşündüm, otobanda tony'nin arabasını durduran elemanlar herkesin anladığı gibi susan, susan'ın yeni kocası ve susan'ın annesini temsil ediyor. turk lakaplı olan susan'ın annesi, lou yeni kocası, ray ta kendisi, bu yüzden 20 yıl sonra alınan intikamda (buna tekrar geleceğiz) turk'ü görmüyoruz, o benzinlik soygununda ölüyor, çünkü susan'ın annesi geçen 20 yıl içinde muhtemelen ölmüş. burada aldatılıp terk edilmenin kriminal hiyerarşisinde susan'ın anası ve yeni kocasının tony tarafından asla susan kadar suçlu görülmediğini de anlıyoruz, lou'yu overdose medeniliği bırakıp olması gerekeni yapan alter egosu andes'e öldürtüyor, susan'ı kendi içinde öldürmesi gereken kendisi olduğu için sonu hiç istemediği bir adama dönüşmek olsa da el mecbur kendisi yapıyor. açıkçası hoşuma gitti, aldığı intikamın da mesajı "bak bensiz kaldın da ne oldu" değil, "aşırı boktan bir hayatın var, hoşçakal".

    müzik ve styling ise çok iyinin de ötesinde. 24 saattir soundtrackini dinliyorum. imla.
    --- spoiler ---
  • tom ford.
    parfüm yapma.
    film yap.
  • jake gyllenhaal büyük oyuncu mu bilmiyorum ama bulunduğu her yapımı güzelleştiren bir oyuncu bence. uzun zamandır izlediğim açık ara en iyi filmlerdendi.

    hayatta böyle değil mi, bir seçim yaparsın, mutlu olacağını sanırsın ve bir gidişat gelişir. sonra mutlu olamadığında, dönüp her şeyi bıraktığın gibi bulacağını sanırsın da, işte o işler öyle olmuyor.

    --- spoiler ---

    o kadar emindi ki susan, o rujunu silişi, elbisesini çekiştirmesi ile yine kazanan taraf olacaktı, başka alternatif yoktu... kitabı okudukça da edward'a artan hayranlığı söz konusu tabi... yıllar önce sanki çekip giden, bebeklerini aldırmanın acısını sevgilisine sarılarak çıkartan bir kadın olarak çok hak ediyormuş gibi utanmadan heveslenebildi, heyecanlanabildi...
    kendisinin 8 yıl önce aldığı revenge yazılı tabloyu hatırlamayan bir kadına, intikamı iliklerinde hissettirmek de böyle bir şey olsa gerek.

    --- spoiler ---

    edward reyiz, ustamsın. saygılar
  • aşkın zıttı nefret değil kayıtsızlıktır
    --- spoiler ---

    masada edward' ın ona gelmesini bekleyen susan anlıyor ki aynı ırmağa iki kez girilmez. edward bilinçaltında bütün hesaplaşmalarını yapmış, öfkesini, acısını, intikamını dönüştürerek bir eser yaratmayı başarmıştır. ve bu romanı "bana ne yaptın bil, hisset" der gibi susan' a ithaf etmiştir. susan bu roman sayesinde kendisiyle ve edward ile yeniden tanışır ve yeni tanıdığı bu adamı geri ister. edward o gece gelmez, onu o gece susan'a götürecek ne aşk ne de nefret hissi barınmıyordur artık ruhunda. söylenecek ya da söylenmeyecek hiç bir şeyi kalmamıştır . roman bitmiştir.
    --- spoiler ---
  • muhteşem bir intikam öyküsü. ancak son derece estetik, son derece sanatsal bir dram. pek de haz etmediğim amy adams ve bayıldığım jake gyllenhaal'ın başrollerini paylaştığı bir tom ford filmi.

    --- spoiler ---

    bazen hikayemi yazmak için oldukça büyük bir istek duyuyorum ancak sonra, "iyi de benim hikayem okunmaya değer mi?" diyorum. edward zayıflığının ardında sert bir kurgu yaparak, kendini anlatıyor. peki hikayesi okunmaya değer mi? bu sadece edward'ın varoluş amacı, yazmasa her şey yok olacak. oysa edward yazmak istiyor, susan onu küçümsüyor. edward'ın tek isteği, sevdiği kişiden olumlu bir yorum duymak oysa susan güçlü, sanatçı, eleştirel ancak duygulardan yoksun. onu belki de en yaralayıcı cümle ile eleştiriyor.

    "belki de kendini yazmaktan vazgeçmelisin edward."

    ve edward, en samimi cevabı veriyor.

    "iyi de herkes kendini yazar."

    kurgudaki kişiler biz olmasak bile yazdıklarımızda kendimizi açığa vurmamamız mümkün mü?

    edward'ın yarattığı karakter(tony), korkusundan karısını ve kızını tecavüzcü sapıkların eline bırakacak kadar zavallı. ilk başta tony'nin ne yapmaya çalıştığını anlayamadım. "ben bu yola girmem" derken, adamın onu nereye götüreceğini sanıyordu ki? ailesinin peşinden gittiğini düşünürken, nasıl yolun ıssızlığından korkar ve girmek istemez? hele onu almaya geldiklerinde, kayaların arkasına saklanıp sesini çıkarmaz? tony karısını ve kızını kaybetti; zayıflığından. edward, karısını ve kızını kaybetti; zayıflığından. tony, edward'ın bir yansıması. kim kendini yazmaz ki?

    bu yalnızca eski karısından alınmış bir intikam değildi. edward kendini suçladı elbette uzun zaman, karakterine intikamını aldırdı ancak sonunda onu öldürdü de. edward artık değişmişti, iç döküşünü nefis bir intikamla taçlandırdı.

    ayrıca filmde, çok etkilendiğim bir sahne vardı. susan arkadaşına dert yanarken, "benim mutsuz olmaya hakkım yok" gibi bir şey dedi. arkadaşı ise, "var, herkes kadar hakkın var" diye cevap verdi. oysa, mutlu olmak zorunda hissederken mutsuz kalmak kaçınılmazdı ve susan mutsuzluğun pençesine çoktan takılmıştı. sahip olduklarından, olamadıklarından, yanlış kararlarından ya da korkularından... mutsuzluk kaçınılmazdı.

    --- spoiler ---

    girişiyle olduğu kadar bitişiyle de inanılmaz etkileyici bir film.
  • --- spoiler ---

    susan* romana başladığında kendini hikayedeki mağdur anne yerine koydu. (ona oldukça benzeyen, kızı olan ve kocasını * hala seven bir eş.) ama hikaye ilerledikçe öyle bir hal aldı ki tony güçsüzleştikçe hatta dibe vurdukça, susan bir sebebi olmayan, buna gerek duymayan, sadece eğlenmek için tecavüz edip öldüren katil ray oluverdi. evet, tony'e güçsüz olduğunu defalarca hissettiren ve bunu yüzüne karşı acımasızca söyleyen bir katildi susan.
    --- spoiler ---
  • muhtemelen bu senenin oscar adaylarından biri olacak olan, çok iyi bir film. *

    --- spoiler ---

    film, empati yeteneği yüksek ve izlediği filmlerde kahramanla özdeşleşebilen biri için, hikayecilik bakımından son derece etkili bir olayla başlıyor ve insana, "sevdiği kişinin baş edemediği insanlar tarafından gözleri önünde alıkonup, tecavüz edilmesi ve öldürülmesi" çaresizliğini hissettiriyor ve izleyicisini rahatsız edip geriyor.

    ancak çok geçmeden romanda anlatılan hikayenin gerçek olmadığı açıklanıyor. ki, bu noktada o empatiden gelen gerilim dağılıyor ve hikayeye odaklanıyorsunuz. hikayenin ruhunu o noktadan sonra yakalıyorsunuz.

    film, her yazarın yapmak istediği şeyi; geçmişte kalbini kırmış bir kadını(erkeği) yazdığı romanla üzme temasını esas almış... yazarlar romanla, diğerleri ilişki bitiminde yazılan devasa boyuttaki mail ile bunu yapar... filmdeki baş karakter de yazdığı romanla bunu güzel biçimde yapmış.

    filmin ruhu; sadece türk kızlarına fatura edilse de, dünya genelindeki kadınların genelinin hastalığı olan, "sevgi karın doyurmaz, bana daha iyisini yaşatacak, zengin, paralı biri lazım" temasıyla terk ettiği erkeğin intikamı şeklinde.

    kadın bir erkeğin aşkını, doğmamış çocuğunu ve muhtemel mutlu bir hayatı elinden alıyor ve adamı ruhen öldürüyor. adam da intikamını romanıyla alıyor; "bak şimdi ne haldesin? uğruna doğmamış çocuğumuzu öldürdüğün, seni aldatan zengin bir koca ve umurunda olmayan bir kızın var. oysa ben seni uğrunda ölüp, öldürecek kadar çok seviyordum..."

    hikayede, aslında katil kadın.

    --- spoiler ---
  • akmayan anlaşılmayan müzik

    kolay anlaşılır akıcı müzik

    şimdi ben ikincisini pek beğenmiyorum. yavan geliyor. 1 yaşındayken fış fış kayıkçı da melodik ve sürükleyici geliyordu ama yaş ilerledikçe insan müzikten keyif almak için biraz daha kompleks yapıları süzmek istiyor.

    birinci çalışmayı da sürekli açıp dinleyecek değilim. bu da çoğu kişiye kuru gürültü gibi gelecektir. ama chick corea'ya "zaman kaybı" demeden önce burada muhtemelen benim kavrayamadığım bir şey var diye düşünürüm. bu adam müzik tarihine geçmiş ve bu kadar beğeneni varken, onun yaptığı müziğin benim kulağım için fazla sofistike olması daha yüksek ihtimal. sizin kuru gürültü olarak algıladığınız performansı dinleyen insanlar, her notayı tek tek duyuyor, emprovize şekilde iki beynin o anda yakaladığı uyuma hayranlık duyuyor ve mod geçişlerinden büyük haz alıyorlar.

    velhasıl, bu filmin akmıyor hissi vermesinin sebebi, sizin öyküyü ve filmin içindeki öyküler arasındaki bağları takip edemiyor oluşunuz; planların, açıların, renklerin kullanımından keyif almayı bilmiyor oluşunuz; bir filmden beklentinizin orta okul hikaye kitabından beklentinizle eşdeğer olması ve bir tablonun sizde uyandırdığına benzer bir duyguyu kavrayacak hassas zevkler geliştirmemiş olmanızdır.

    şurda adam kendince yılın en iyi on filmini sıralamış. büyük ihtimal bu filmlerin yarısından fazlasında sıkılırdım (sadece birini izledim!), ama gelip de kanal d geceyarısı kuşağı standardıyla götüm gibi demezdim herhalde.

    --- spoiler ---

    şu film sadece arabaların yol kenarına çekildiği uzun sahnede, gerilimi seyircinin içine kadar ağır ağır işlemesiyle bile çok başarılıdır.

    şimdi tony'nin karısı ve kızı yavaş yavaş elinden koparılıp götürülürken yaşadığı acizlik ve çaresizliği, edward'in geçmişte kaybettiği ilişkisine uyarlayalım. hiç mi yüreğinizin söküldüğünü hissettiğiniz bir anınız yok anlamadım ki.

    filmin içindeki roman, susan'ın edward'a çektirdiklerinin, edward'in kendiyle hesaplaşmasının ve sonunda susan'a karşı hislerini öldürüp hissizleşmesinin (ölmesinin) öyküsüdür. çünkü her yazar kendini yazar.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap